TKP-ML EB: Paris Komünü’nün 150. Yıldönümünde Bir Kez Daha!
“Saraylara savaş, kulübelere barış, yoksulluğa ve tembelliğe ölüm!”
Proleter devrimin ilk deneyimi olan Paris Komünü, nesiller boyu öğrenilebilecek paha biçilmez bir hazine bıraktı. Bugün, 150. yıldönümünde Komün’ün derslerinden ders almak son derece önemlidir. Çünkü Komün’ün dersleri MLM karşıtı tüm düşüncelere karşı mücadelede hala geçerli. Özellikle oportünizme ve revizyonizme karşı mücadelenin temel dayanaklarını Komün’ün ortaya çıkardığı ders ve deneyimlerde bulabiliriz.
Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, Komün’ün başarılarından, başarısızlıklarından, zayıflıklarından ve güçlü yanlarından ders alan komünist öğretmenler, özellikle de Marx ve Engels, bu dersleri sistemli bir şekilde analiz ederek, geleceğin proleter devrimlerinin teorisini oluşturdular. Sovyet Devrimi’nin lideri yoldaş Lenin, “Tarihte yenilgi tehlikesi olmadan kesinlikle devrim olamaz” diyor. Nitekim sınıf mücadelesinin tarihi, yalnızca zaferlerin ve başarıların değil, aynı zamanda devrimci girişimin yenilgilerle sonuçlandığı örneklerin tarihidir. Bu nedenle Çin devriminin lideri Yoldaş Mao, şu sözlerle aynı gerçeğe dikkat çekiyor: “Savaşın başarısız olun, yine savaşın, yine başarısız olun, yine savaşın. … zaferlerine kadar; insanların mantığı budur ve onlar da bu mantığa asla karşı gelmeyecektir. Bu başka bir Marksist yasadır. Rus halk devrimi bu yasayı izledi, Çin halk devrimi de öyle.”
72 günlük Paris Komünü, proletaryanın yenilgi ve zafer dolu mücadelesinin temel taşlarından biridir.
Paris Komünü 72 gün boyunca sürekli saldırı altında hüküm sürdü. İşçi sınıfının gücünden korkan Alman ve Fransız burjuvazisi, Komünü ezmek için hemen el ele verdiler. Bu durum, aralarında bir çelişki, hatta savaş dahi olsa, burjuvazinin proletarya karşısındaki ortak tavrını göstermektedir. Komünarlar cesurca savaştı ama iyi donanımlı profesyonel orduyla boy ölçüşemediler. On binlerce Komünarı öldüren, on binlercesini askeri mahkemelerde yargılayan ve sürgüne gönderen burjuvazi, işçilere bir daha iktidarı ele geçirmeyi hayal etmesinler diye unutulmaz bir ders vermeye çalışıyordu.
Paris Komünü, Şiddetin Gerekliliği, Proleter Parti ve Proletarya Diktatörlüğü
Burjuvazinin egemen olduğu devletler, egemen sınıfların ekonomik güçleri oranında silahlı ve kurumsal olarak örgütlenerek zor ve şiddet üzerine kurulmuştur. Tüm burjuva devletlerin böyle bir örgütlenmeye sahip olması zorunluluğu, sömürü ve baskı, adaletsizlik ve eşitsizlik sonucunda kaçınılmaz olarak gelişen muhalefetin bastırılmasıdır.
Bu yükümlülük karşı taraftan başka bir yükümlülüğü şart koşar. Başka bir deyişle, burjuva devletlerin çöküşü için şiddetli devrimci şiddetin kaçınılmazlığı ve devrimden sonra proletarya diktatörlüğünün olmazsa olmazıdır. Bu gerçeklik nedeniyle, oportünizmin MLM ideolojisine karşı kurduğu ilk barikat her zaman “devlet” teorisiyle ilişkilidir. Devrimlerin şiddete dayalı olması gerekliliği proletaryanın tercihiyle şekillenen bir olgu değildir. Bu, burjuvazinin kendi devrilme/yenilme sürecini “barışçıl” bir şekilde kabul etmesinin imkansızlığından kaynaklanmaktadır. Aynı gerçek, burjuva devlet mekanizması çözülmeden ve yeni bir devlet yaratılmadan devrimin tamamlanmış sayılamayacağı noktasında da kendini göstermektedir.
Marx, Komünden yıllar önce şu sözlerle bu noktaya dikkat çekmişti: “… parlamenter cumhuriyet, devrime karşı mücadelesinde, baskıcı önlemlerle yönetim gücünün araçlarını ve merkezileşmesini güçlendirmeye mecbur kaldı. Tüm devrimler bu makineyi kırmak yerine mükemmelleştirdi. Egemenlik için sırayla mücadele eden partiler, bu devasa devlet yapısına sahip olmayı galip gelenin başlıca ganimeti olarak görüyorlardı.” (Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i. Karl Marx 1852)
Marx’ın vurguladığı nokta, burjuva devletinin ancak devrimci şiddetle yıkılabileceği ve devrimin tamamlanması için eski devlet mekanizmasının yıkılması ve yeni bir devlet yapısının oluşturulması gerektiğidir. Paris Komünü’nün yenilgisi ve derslerinden komünist öğretmenlerin önderliğinde ders alarak başarıya ulaşan devrimler, şiddetin ve proletarya diktatörlüğünün gerekliliğini gösterdi.
Proletaryanın iktidarı ele geçirdikten sonra mevcut devlet aygıtını kullanmaması ve onun yerine kendi devletini kurması gerektiği böyle bir deneyle kanıtlanmıştır. Bu hiç bitmeyen “proletarya diktatörlüğü tartışması” hakkında, Engels Komün sonrası yıllarda şunları söyledi: “… muzaffer taraf, boş yere savaşmak istemiyorsa, silahlarının gericilerde uyandırdığı terör yoluyla bu egemenliğini sürdürmek zorundadır. Paris Komünü, silahlı halkın bu otoritesini burjuvalara karşı kullanmasaydı, bir gün ayakta kalır mıydı? Aksine, onu yeterince özgürce kullanmadığı için suçlamamalı mıyız? “ (Otorite Üzerine, Engels, 1872)
Öte yandan komünist öğretmenlerin Paris Komünü’nden sentezledikleri bir diğer gerçek ise proletarya partisinin gerekliliğiydi. İktidarın ele geçirilmesinden sonra Paris ayaklanmasında meydana gelen bir dizi yanlışlık ve tutarsızlığın ana nedeni, tek bir proleter partinin açık ve merkezileştirilmiş liderliğinin olmayışıydı.
Bu temel sorunlara rağmen, Paris Komünü, Marx ve Engels tarafından zamanlarının en büyük tarihsel olayı olarak selamlanmış, üstelik bu büyük devrim, proletaryanın geleceği şekillendirmedeki en muhteşem sanat atölyesi olmuştur. Bu “sanat atölyesinde” Marx ve Engels, Kilise ve Devletin ayrılması, Kiliseye verilen sübvansiyonların kaldırılması, sürekli ordunun bir halk milisiyle değiştirilmesi, tüm devlet memurları için üst maaş sınırı ve seçmenlere karşı kesinlikle sorumlu olmaları, tüm yargıçların ve yargıçların seçilmesi ve kontrolü vb. gibi önemli siyasi kararlara dikkat çektiler.
Öte yandan, başlıca sosyo-ekonomik önlemler ücretsiz ve genel eğitim, karneyle evlere ve borçlulara yardım, fırınlarda gece çalışmasının kaldırılması, atölyelerde işveren cezalarının iptal edilmesi, rehin dükkanlarının kapatılması, işçi kooperatifleri tarafından işletilecek kapalı atölyelere el konulması ve işsizlere yardım idi.
Sürekli olarak varlığını sürdürmesi gibi umutsuz bir soruyla karşı karşıya kalmasına rağmen, Komün eylemleri aracılığıyla, yaklaşmakta olan proleter devrimin ne tür bir toplum getireceğine dair ilk izlenimi verdi. Proletaryanın devlet iktidarında ilk deneyimini -Marx ve Engels’in proletaryanın ilk diktatörlüğü olarak adlandırdığı şey- sağladı.
Yaşasın Komün!
Yaşasın proletarya Enternasyonalizmi!
Türkiye Komünist Partisi-Marksist-Leninist
Enternasyonal Büro
Mayıs 2021
“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?
Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:
“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)
“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”
Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.
“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”
Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)
Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!
Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!
Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!
Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?
On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?
“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)
Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.
Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine
- Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.
‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.
Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür
Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.
KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.
Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de halka karşı işlenmiş ağır suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?
Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek istemiyorum.
Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?
Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair
MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye.
Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.
Avrupa da İbrahim olmak!
18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.
50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını irdelemek bu yazının amacı.