Yağma ve Talan Cumhuriyeti (Analiz)
Geçtiğimiz haftalarda Kayseri’deki pogrom girişimiyle başlayan ırkçı ve mülteci düşmanı saldırılar Antalya, Antep, Urfa, Hatay, Bursa, İstanbul gibi şehirlerde de kendisini göstererek göçmenlere ait işyerlerinin ve malların yağmalanmasına, yakılmasına ve çok sayıda göçmenin yaralanmasına, hatta Antalya’da göçmen bir gencin öldürülmesine neden olmuştur.
Bir çeşit günah keçisine dönüştürülen göçmenlere karşı yükselen bu dalga görünen o ki daha çok olaya ve şiddete gebe bir yerdedir.
T.C’nin “Şam’da namaz kılacağız” diye giriştiği işgal planı, sonrasında da Rojava’nın imhasına yönelik politikası T.C.’yi bir bataklığa saplamış görünüyor. Bu durum Türk şovenizminde bir bulantı hali yaratmaktadır. Zira tüm bu savaş ve çatışma durumu ekonomiyi baskı altında tutmuş ve içerideki ekonomik krizle birlikte Kuzey Suriye ve Rojava’da savaş makinesi hareket edemez hale gelmiştir.
Son dönemde T.C, işgal altında tuttuğu bölgede bazı ödünler vermek ya da yarattığı statükoda değişiklikler yapmak istemektedir. Bununla birlikte T.C’nin bölgedeki varlığı paralı askerlerin ve çetelerin kurduğu nüfuzdan öteye gidememiştir. Bölgede açıkça bir işgal hukuku ve politikası sürdürülmektedir. Bölgenin tarımsal, endüstriyel ve nüfus gibi tüm ekonomik değerlerinin yağması ise doygunluğa erişmiş görünüyor.
Bölgede T.C.’nin ödenekleri ve silahlandırmasıyla palazlanmış grupların dışında hiçbir idari yönetim ve planlama gerçekleştirilmemiş, daha doğrusu gerçekleştirilememiştir.
Bu kırılgan ve sürdürülemeyecek vaziyet ortada olduğu gibi R.T.Erdoğan, Şam yönetimi ile masaya oturma noktasına gelmiştir. Ancak bu temaslar bölgedeki gruplarda huzursuzluk yaratmaktadır. Kayseri’de yaşanan olayların ardından Suriye’deki gruplar ile TSK arasında çeşitli gerilim ve çatışmalar yaşanmıştır.
Tam da bu noktada, T.C.’nin yarattığı işgal politikasının kendisine dönen olumsuz sonuçları sebebiyle şovenist refleksler harekete geçmektedir. Türk bayrağının indirilmesi, Türk askerinin mağdur edilmesi gibi yüz yıllık gerekçeler toplumda Suriyelilere yönelik bir nefreti tırmandırmaktadır. Ancak buradaki çıkmaz, T.C’nin uyguladığı işgal hukuku ve bölgede temsiliyet atfettiği gruplarca ortaya çıkmaktadır.
Burada başından sonuna sorumlu olan şey, T.C.’nin işgalci hezeyanlarından başka bir şey değildir. Suriye’de ve Rojava’da iç savaşın başından beri ne kadar çatışma ortamı ve ihtimali varsa sürdürmeye çalışan T.C, milyonlarca insanın yerinden edilmesinin sorumlularının başında gelmektedir. Aynı şekilde milyonlarca insanı sınırları içerisinde rehin tutarak, kapitalist pazarda ucuz iş gücü haline getirmiş ve toplumda yoksulluk katmanlarını derinleştirmiştir.
Öte yandan rehin tuttuğu ölçüde emperyalist merkezden devasa bütçeler elde etmiş ve bunların çok az kısmını göçmenlerin refahı ve organizasyonu için kullanmıştır.
Özel Savaş
Bununla birlikte T.C’nin Özgür Suriye Ordusu (Şimdi Suriye Milli Ordusu) ekseninde yaratmaya çalıştığı cihatçı-çeteci kimliğin içerideki göçmen kitlelere atfediliyor oluşu, her ne kadar Türk faşizminin formasyonuna benzese de, resmi ideolojinin tanımladığı Türk şovenist tanımlamasına tamamen uymamaktadır.
Yani Türk şovenizmi, kendisine içkin ırkçı tutumlar ve anlatılar sebebiyle “mücahit, doğulu, Arap” vb. kalıpları ve kimliği AKP-MHP kliği dışında henüz içselleştirememiştir.
Burada resmi ideolojinin sürdürmek istediği şey başta Kürtlerin ve Kürdistan’ın iradesinin karşısına koymaya çalıştığı özel savaş yöntemleridir. Bu sayede hem Rojava’da somutlaşan Kürdistan’ın varlığının ve Rojava’nın temsil ettiği demokratik ilkelerin Türkiye Kürdistan’ındaki yansımalarının önüne set çekmek, hem de Türkiye’deki şovenizmi ve faşizmi AKP-MHP eliyle yeniden biçimlendirmek istemektedir.
Öte yandan milyonlarca göçmene atfedilen bu kimlik ve tartışma kabul edilmemelidir. Göçmen kitleler içerisinde devlet eliyle örgütlenen ve önü açılan cihatçı ideolojiler söz konusudur. Ancak hiçbir topluluğun homojen bir yapıda olamayacağı gibi Suriyelilerin de tümüyle cihatçı olması bir çeşit ırkçılığın ya da şovenist bakış açısının ürünüdür.
AKP-MHP iktidarı savaş söz konusuyken devletin bekası, Rojava’nın varlığı gibi şeyleri işaret ederken, göçmenlerden bahsederken ise ümmetçi, insan ve mazlum dostu masallar anlatmaktadır. Toplumda, daha doğrusu Türk şovenist zihniyetinde, bu çelişkili anlatı bir bulantıya neden olmaktadır. İmha ve işgal rüyaları şovenizmi harekete geçirirken, mazlum dostu maskesiyle rehin tutulan milyonlarca göçmen Türk şovenizminin kafasını karıştırmaktadır.
Oysa bu kafa karışıklığının içerisinde egemen sınıflar, göçmenleri ucuz işgücü rezervi olarak kullanıp, güvencesiz koşullarda çalıştırmaktadır.
Bu durum Türk şovenizminde ayrıca bir ırkçı reflekse ve göçmen nefretine neden olmaktadır. Aslında dünyanın bir çok yerinde tekrar eden “işimizi çalıyorlar”, “onlara biz bakıyoruz”, “bedava yaşıyorlar” gibi ırkçı ve kör söylemler, toplumumuzda da kendisini göstermektedir.
Yaşanan ekonomik krizle beraber bu yaklaşımlar krizin yükünü göçmenlere yüklemektedir. Bu yaklaşım AKP-MHP iktidarının neoliberal saldırganlığını, işçi emekçi düşmanlığını, işgalci politikalarını görünmez kılmak için önünü açtığı bir kılıftır.
Faşizm, işgal ve derdest ettiği topraklar bir yana, içeride göçmenleri hem insanca koşullardan uzak bir şekilde üretim ilişkilerine sokuyor, hem de harekete geçirdiği faşist kitlelerin önüne terk ediyor.
T.C, kelimenin tam anlamıyla işgal ettiği yerlerin ve göçmenlerin kanını son damlasına kadar emmeye çalışan bir vampirden başka bir şey değildir. Yani kısaca AKP-MHP iktidarı, resmi ideolojinin tüm hezeyanlarını sürdürerek kendi egemen sınıflarını palazlandırıyor ve Ege denizinden, Başur Kürdistan’a tüm halkları insanca bir yaşamın dışına itmek için elinden geleni yapmaya devam ediyor: “Sermaye, vampir misali, canlı emeği emerek ve ancak daha da fazla emerek hayatta kalan ölü emektir.” – Karl Marx, Kapital
Başka Bir Dünya Mümkün!
Sermaye özgürlük değil, her zaman kendi egemenliğini ister. Tüm bu savaşlar ve çatışma bölgeleri burjuvazinin halklara layık gördüğü ve dayattığı dünya tahayyülünden başka bir şey değildir.
Kapitalizm-Emperyalizm ve dolayısıyla onun bölgemizdeki uygulayıcısı Türk faşizmi, sınırları tanımayan, işgal rüyaları peşinde koşan, ülkesindeki halkların özgürlüğünü ve komşu halkların egemenliğini hiçe sayan bir olgudur. Bizler tüm bu emperyalist saldırganlığın karşısında bölgedeki halkların kurtuluşunun ve demokratik taleplerinin bayrağını yükseklere taşımalıyız.
Göçmen olan ve göçmen olmayan işçiler arasında eşit hak ve koşulların savunulması ve egemen sınıfların göçmen emeğini daha düşük bir değere indirgemesini engellenmesi konusunda netliğimizi enternasyonalist ideolojimizden almalıyız ve bu görevi kuşanmalıyız: Emperyalist savaşlara hayır! Göçmenler düşmanımız değildir!
İkinci Enternasyonal’in Yedinci Kongresi’nde Vladimir Lenin ve Rosa Luxemburg tarafından desteklenen karar bize ışık tutmaktadır:
“Kapitalist devletler arasındaki savaşlar, kural olarak, dünya pazarındaki rekabetin sonucudur, çünkü her devlet sadece mevcut pazarlarını güvence altına almak değil, aynı zamanda yenilerini de fethetmek istemektedir. Bunda yabancı halkların ve ülkelerin boyunduruk altına alınması önemli bir rol oynamaktadır. Bu savaşlar ayrıca, burjuva sınıf egemenliğinin ve işçi sınıfının ekonomik ve siyasi boyunduruk altına alınmasının başlıca araçlarından biri olan militarizmin durmak bilmeyen silahlanma yarışından da kaynaklanmaktadır.
Savaşlar, proleter kitleleri kendi sınıfsal görevlerinden olduğu kadar uluslararası dayanışma görevlerinden de uzaklaştırmak amacıyla egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda halklar arasında sistematik olarak beslenen ulusal önyargılar tarafından desteklenmektedir.”
Son Haberler
Sayfalar
Yetersiz ve eksikliği itiraf etmekten korkmak!
"Şimdi esas mesele öncünün kendi üzerinde çalışma, kendisini yeniden biçimlendirmede yetersiz hazırlığını, yetersiz becerisini açıkça itiraf etme, görevinden çekinmemesinde yatmaktadır." (Lenin)
Birleşmeyin, Bölünün Ki, Adımlarınızın Sayısı Artsın(!)
Komünistlerin Birliği:
Marx ve Engels. “Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz” demişlerdi. Mao, “Bütün ülkelerin işçileri ve Ezilen halkları birleşiniz” diyerek, işçi sınıfının birliğinin yanına bir de ezilen halkların ve ezilen ulusların birliğinin ekleyerek, burjuvaziye karşı sınıf savaşımında daha fazla çoğalmamızı önerdi.
İşçi sınıfı ve ezilen halkların bölünerek çoğalmayacağını, proletaryanın bütün büyük öğretmenleri ve marksizmin klasikleri biliyordu ve önermelerinide bu doğrultuda yaptılar. Kendi eylemleri de bu yönde oldu.
“Süreç kendini yenilenmeyenleri affetmez!”
Dünyada ve Türkiye'de emperyalist-kapitalist sistemin neden olduğu ekonomik politik krizler sıcak savaş şekline bürünmüş; yoksulluk, ölüm, göç, katliamlar dünyanın olağanı haline gelmiş durumdadır. Durum buyken Hindistan, Filipinler gibi birkaç coğrafyadaki Maoist partiler dışında komünizm hayaletinin dolaştığını söyleyebilecek durumda değiliz. Çoğu yerde komünist partiler artık sadece isim olarak mevcuttur. Elbette ki halklar yaşadıkları zulme sessiz kalmıyorlar. Dünyanın dört bir yanında ezilenler ayakta!
“Manipülasyona ve ayrıştırma siyasetine son verin, işgal ettiğiniz kurumumuzu terk edin!”
“Sorunları, onları yaratırken kullandığımız düşünce biçimleriyle çözemeyiz. Sorunlar onları yaratanların mantığı ile çözümlenemez!”
Ülkemiz ezenler ve ezilenler cephesindeki gelişmeler ile birlikte keskin bir dönemeçten geçmektedir. Tüm devrimci ve dost güçler tarafından bilinmektedir ki, hakim sınıflar ciddi bir saldırı dalgasının içinde ve daha da büyüklerinin arifesindedir. Amaçları; yurtsever, devrimci ve demokrat güçleri yok etmektir.
Devrimci Demokratik Kamuoyuna!
Partizan, YDG ve Özgür Gelecek'in yapmış olduğu açıklamanın üzerine devrimci basın bürosuna ve emektarlarına saldırı gerçekleştiği haberini öğrenmiş bulunuyoruz. Biz aşağıda imzası bulunan kurumlar olarak yapılan bu saldırıyı şiddetle kınıyor ve büronun derhal gerçek sahiplerine iade edilmesini bekliyoruz!
Devrimci kamoyuna;Büromuzu işgal edenlere sesleniyoruz
Ocak 2017 tarihinde saflarımızdan ayrıldığını ilan eden sağ tasfiyeci hizip, bügün itibari ile Özgür Gelecek ve Partizan dergisinin Aksaray’daki merkez bürosunu basarak iki yoldaşımızı dövmüş ve büromuz işgal edilmiştir. Bu unsurlar yoldaşlarımızı döverek bir yere varacaklarını sanıyorlarsa fena halde yanılıyorlar. Bu saldırı ve taciz ilk defa yapılmıyor. Bundan bir süre önce de aynı unsurlar defalarca büromuza gelerek aynı yöntemle yoldaşlarımızı tehdit edip gitmişlerdi. Biz devrimci sorumluluğumuz gereği bu durumu kamuoyuna yansıtmamıştık.
Garabed Demircioğlu: Diyarbekir 5 nolu zindanında bir Ermeni güvercin
Öncelikle çocukluğunuzun geçtiği atmosferi anlatmanızı istiyorum. nerede doğdunuz, kaç kardeşsiniz, anneniz babanız kimdir, aile içi ilişkileriniz nasıldı, 1915'te yaşananlardan aile olarak "nasibinizi" nasıl aldınız, ekonomik durumunuz imkanlarınız nasıldı, hangi okullarda okudunuz. Karakterinizi belirleyen çocukluk ve gençlik anılarınızdan aklınızda neler kaldı?
“Sözünde durmayan insan beş para etmez!”
“Bütün ülke halkı komünist partisinin on beş yıldır ‘Verilen sözün tutulması ve eylemde kararlı olunması gerekir’ sözüne uyduğunu gayet iyi bilir. Halk kuşkusuz Komünist Partisinin sözlerine ve eylemlerine Çin’deki başka herhangi bir Parti ya da grubunkinden daha fazla güven duymaktadır.” (Başkan Mao Seçme Eserler, cilt 1, s. 329)
“Uygun adımda birlikte yürümek…”
Devrimci örgüt sadece belirlenmiş, ortaya konmuş bir programla inşa edilemez. Bunun kadar önemli bir diğer konu da örgütün bir bütün olarak tek bir insan gibi, aynı amaç uğruna, uygun adımda ve disiplin içinde yürümesidir. Bu yaratılmadığında örgüt yapısı aksar. Ağırlığını tek bir ayak üzerine vererek yürümeye çalışır. Bu durum hem uygun adım yürüyüşü bozar hem hızı düşürür hem de örgütteki eşitlik ilkesine ciddi zarar verir.
Evet ya da Hayır! Her sonuçta direniyoruz/direneceğiz!
Referandum, tarihinin 16 Nisan olarak netleşmesiyle gündemimizi daha da meşgul eden bir mesele olmaya başladı. Daha önce referandumu açığa çıkaran devlet erkinin ihtiyaçlarını, referanduma hangi siyasi atmosfer içerisinde gittiğimizi ve bu süreçte alacağımız tavrı, bu tavrın güncel süreç açısından anlamını tartışmıştık.