Çarşamba Mart 26, 2025

Özgür Gelecek

Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Serdareme, Caneme, Hevaleme…

Her devrimci değerlidir. Ancak bazıları istisnadır. Yaşam ve duruşlarıyla, söz ve eylemleriyle derin izler, unutulmaz anılar geride bırakır. Geçtikleri her yerde devrimin, özgürlüğün dinmeyen esintilerini bırakır. Devrimcilerin değerlerini belirleyen her daim hatırlanan pratik ve eylemleri ve yazdığı unutulmaz eserleridir. Serdar Can yoldaş her ikisini de doğru yapmaya çalıştı. Hem devrimin kalemini hem de devrimin silahını iyi kullandı. Hem de en geç yaşlarında. Amed’in bıçkın sokak ve caddelerinde düşmana yönelik cezalandırma, kolektifi ve halk adına kamulaştırma eylemlerine imza atmaktan geri durmadı. Giydiği şalvar, belindeki on dörtlü ve uzun boylu devrimci yürüyüşü en çok ona yakıştı.

Önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın görüşleriyle ilk tanıştığında İGD’liydi. Devrimin sert esen rüzgarı gibi yayılan önder yoldaşın devrimci görüşleri onu fena sarsttı. Savunduğu sosyal şoven pasifisit parlamentarist görüşler bir deprem gibi sarsıldı. Önce sersemledi. Kimdi bu köylü kılıklı, genç Kaypakkaya? Silahlı devrimdeki ısrarı, hemen her konudaki berrak-bilimsel temel teorik görüşleri Serdar yoldaşı fena etkiledi.  Kaypakkaya yoldaşın görüşlerini anlamaktan, ne yapılması gerektiğini düşünmekten geri durmadı. Şapkalı, köylü kılıklı bu önderin görüşleri, onun öğrenci kökenli bir küçük burjuva kibrine ya da şehir görünümlü gençlik kaprislerine kapılmasına zaman tanımadı. Büyük bir alçakgönüllülükle sarıldı önder yoldaşın devrimci görüşlerine. Amed’in küçelerinde büyümüş, Ankara’yı sonradan görmüş bir Amedli çocuğun küçük burjuva fikirden ve solculuğundan kopması zor olmadı. Beline on dörtlü silahı taktığında artık geriye dönüp bakma, eskiden savunduğu görüşlere tenezzül etme ihtiyacı duymadı. O artık Amed’in yiğit bir Partizanıydı.

12 Eylül’ün sert esen faşist rüzgarında Amed’de, Siverek’te, Karcadağ’da oluşturulan ilk gerilla birimleri içinde yer almakta bir an olsun tereddüt etmedi. İki yoldaşıyla Hazro kırsalında düşmanla giriştikleri çatışmaya kadar dağları mücadele ve direniş alanı olarak seçti. Takım elbiseli Serdar Can artık üzerinde şalvar, elinde güllü G1, dağların ilk Partizanlarından biri olmuştu. Kürdistan dağlarında artık Ermeni bir Partizan’ın devrimci şarkı ve şiirleri esecekti.

Kürdistan dağlarında oluşturulan ilk gerilla birimi içinde yer aldı. Hazro-Lice kırsalında ilk gerilla olmanın onurunu taşıyanlardandı. Partizan’ın Dersim’den sonra oluşturulan ilk gerilla direniş notunu son mermisine kadar çatışıp savaşarak Hazro dağlarında bıraktı. Mermisi bitince ne elini ne de silahını düşmana verdi. Mermisi biten silahını kırarak İstanbul-Altıyol’da şehit düşen M.Zeki yoldaşın geleneğini yaşattı. Yanında Amed’in-Hazro kazasında iki yoldaşı şehit düşünce yaşamı boyunca ne onları ve ne de önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşı unuttu. Hem ideallerine hem de şehitlerin anılarına bağlı kalarak dürüst ve onurlu yaşadı.

Bütün Partizanlar gibi hem işkenceli soruşturmalardan hem de Amed’in 5 Nolu Zindanın ağır işkencelerinden geçti. Şiiriyle, kalemiyle, sesiyle direnişin onurlu saflarında yerini aldı. Tüm devrimci tutsaklar gibi birkaç zindan ziyaretinden sonra geride direnişçi şiirleri, nenesinin Ermeni soykırım trajedisini masal tadında anlatılarından oluşan bir kitap bıraktı.

Her yerde hakikati aradı. Nenesinin anlattığı şifreli soykırım masallarını çözmeye çalıştı. Nenesinin ve sonra da direnişçi annesinin zulüm yollarında bıraktıkları her bir kanlı mendil parçasını arayarak gerçek kimliğini buldu. Kılıç artığı bir Ermeni olduğunu öğrenince faşizme ve soykırımcılara olan kini daha da büyüdü. İlk kez usta kalemiyle müslümanlaşmış Ermeni halkının derin ve bitmez acılarını kaleme aldı. Türkiye ve Kürdistan’da sayısı tahmin edilemeyecek kanlı, acılı toprağa dokundu. Kimsenin kolay kolay cesaret edemediği bir hakikate dokunduğunda aslında zorlu bir o kadar da aydınlık bir yol açtığının fakında değildi. Onun açtığı yolda Lübnan kamplarında birlikte gerilla yoldaşlığı yaptığı Nubar Ozanyan yürümeye devam etti.

Nubar Ozanyan yoldaşla Serdar Can’ın devrimci yolculuğu Ermeni halkının yaptığı sayısız zorlu yolculuklar gibi geçti. Bekkaa Kampı’nda ilk kesişen yolları Hayastan’da daha sonra İstanbul’da devam etti. Onları ne tel örgülü, mayınlı hudutlar ne düşman karakolları durdurdu. İki kadim yoldaş vefa ve bağlılığın en anlamlı ve en değerli örneklerini yaşamları boyunca ve son nefeslerini verinceye dek gösterdiler.

Serdar Can yoldaş proletarya partisine yönelik iç saldırı sonrası hakikatin, devrimci değerlerin ve ideallerin yanında saf tuttu. Kadim yoldaşı olan Nubar Ozanyan’ın şahadet haberini duyunca heybetli duruşuyla “Komutan cephededir” diye haykırarak hem derin üzüntüsünü hem de nasıl durmamız gerektiğini herkese gösterdi ve öğretti. Kalbi kadim yoldaşının toprağa düşüşüne daha fazla dayanamadı. Son kez İstanbul’da karşılaştıklarında yılların hüznü ve yoldaşlığa bağlılığın en değerli anılarını birlikte yaşadılar.

Nubar Ozanyan yoldaş yönünü savaş alanına verirken Serdar Can halk ve devrim için çalışıp mücadele etme sözünü İstanbul’un yoksul semtlerine dönerek verdi. Her iki yoldaşın yaşam ve mücadele pratikleri, devrim ve halk için yaptıkları hepimize örnektir.

Serdarame, Caneme, Hevaleme geride okunacak eserler, anılacak devrimci pratikler bıraktı. Belinde düşürmediği on dörtlü, elinde eksik etmediği güllü G1 en çok ona yakıştı. Amed Zindanı’nda söylediği direniş şarkısı en çok da ona yakışıyordu. Devrim yapma duruşu, gerilla yürüyüşü en çok ona yakıştı. Biz geride kalanlara derin bir hüzün, keskin bıçak gibi devrimci öfke ve öndere bitmeyen derin bağlılık bırakan Can Serdar yoldaşa sonsuz minnet ve derin saygıyla.

(Bir yoldaşı)

Kadınların Irkçı Hareketlere Katılımı: Karmaşık ve Çok Boyutlu Bir Gerçeklik -2-

Son yıllarda, emperyalist savaş tehlikesinin zemininin güçlenmesine paralel, dünya genelinde ırkçı hareketlerin ve partilerin dikkat çekici boyutta güçlendiğine vurgu yapmış, bu yükselişin, sadece belirli demografik gruplarla sınırlı kalmadığını, kadınları da içine aldığını gördüğümüzü ifade etmiştik.

Peki, kadınlar neden bu tür hareketlere katılıyor? Bu sorunun yanıtı, birçok faktörün karmaşık bir birleşiminde yatıyor.

İlk olarak, geleneksel değerlerin korunması ve aile rolü üzerinde durmak gerekiyor. Irkçı partiler (en klasikleri olan Hitler ve Mussolini’nin kadınlara yönelik propagandalarında da görüldüğü üzere), politik platformlarını sıklıkla aile ve geleneksel değerler üzerine inşa ederler. Bu tür partiler, toplumsal düzenin korunması gerektiğini ve bu düzenin temelinin aile olduğunu savunur.

Zira, aile, toplumsal cinsiyet rollerinin en belirgin şekilde yaşandığı ve öğretildiği yerdir ve kadınlar (çoğunlukla), annelik ve ev içi rollerle özdeşleştirildikleri için, aile ve geleneksel değerlerin korunmasını kendileri ve toplumları için hayati görürler.

Toplumsal kurtuluş ve dolayısıyla kadınların özgürlük mücadelesinin “derin” ve “bilinmeyen” sularına dalmaktansa, statükoyu koruduğunu söyleyen ırkçı partilerin “güvenli” ve “bildik” limanları toplumsal cinsiyet rollerinin şekillendirdiği kadınlar için daha tercih edilebilir bir durum yaratır/yaratabilir.

Diğer yandan ırkçı partiler, yabancı düşmanlığı ve göç karşıtlığı üzerinden aile kurumunun tehdit altında olduğunu iddia ederken, göçmenler ve farklı kültürel grupların varlığı, bu partilerin retoriğinde aile yapısının bozulması ve geleneksel değerlerin erozyona uğraması olarak gösterilir.

Irkçı partilerin söylemleriyle büyütülen bu yapay tehdit algısı, “ailesinin ve özellikle de çocuklarının” korunmasını en önemli görevi olarak kabul eden/ettirilen kadınlar üzerinde güçlü bir etki oluşturabilmektedir.

Dikkat edilirse, ırkçı partilerin genellikle kadınların ekonomik ve sosyal statüsünü iyileştirecek politikalar önermediği rahatlıkla görülebilir. Çünkü, milyonlarca kadın ailelerini ve değerlerini koruma içgüdüsüyle, ekonomik vaatlerden ziyade ideolojik söylemlere odaklanmakta, bu da ırkçı partilerin kadınların tam anlamıyla boyun eğdirme, köleleştirme politikalarına desteği ortaya çıkarmaktadır.

Kadınlar ayrıca ekonomik krizin boyutlanarak uluslararası boyutlara ulaştığı ve bir savaşa yol açma ihtimalinin belirdiği koşullarda, yani belirsizlik dönemlerinde mevcut düzenin korunması için daha muhafazakar ve korumacı bir tutum sergileyebilir.

Diğer yandan, ırkçı-faşist parti ve gruplar, propagandalarını inşa ettikleri, alabildiğine basit ifadelerle ve sunduğu doğrudan çözüm yöntemleriyle geniş ve yoksul halk kitleleri içinde kolaylıkla kitleselleşebilmekte.

Pandemi döneminde oluşan belirsizlik, kaygı, gelecek endişesi vb. ortamda ırkçı-faşist partilerin özellikle Avrupa’da “aşı karşıtlığı” üzerinden geliştirdikleri hareketlilik bu duruma en iyi örneklerden biri olsa gerek. Hatırlanacağı gibi ırkçılar bunu yaparken kendisine “sol” diyen birçok kesim ise “zorunlu aşı”yı yani “devletin, insanların vücuduna zorla, yani iradesi dışında müdahalesini” savunuyordu!!!

Bir diğer nokta, kadınların erkeklere oranla televizyonla ilişkisinin daha yoğun olması, televizyon kanallarının prime time’larının özellikle kadınları ideolojik olarak şekillendirme ve sistemin ihtiyaçlarına göre rollerini-görevlerini kavratmada önemli bir işlev üstlendiğine de vurgu yapmalıyız.

Sosyal medya ama daha çok da televizyon gibi daha kolay ve dünyanın hemen her yerinden ulaşılabilir olan alanın ırkçı-faşist propaganda için etkili bir şekilde kullanılması da kadınların bu propagandaya maruz kalma ve etkilenme oranını yükselten bir başka faktör olarak sayılabilir.

Ataerkil yapının, sistemin ihtiyaçları doğrultusunda yaşama geçirdiği toplumsal cinsiyet rollerini doğru bir şekilde değerlendirmenin önemine burada bir vurgu yapmadan geçemeyiz.

Kadını tanımlayan, “fedakar, sadık, barışçıl, destekleyici, koruyucu, uyumlu” gibi olumluluk içerdiği yanılsamasını yaratan özelliklerini doğru bir şekilde tahlil etmeliyiz. Bu olumlu özelliklerin toplumsal kurtuluş ve kadın özgürlük mücadelesine etkin bir şekilde yansıtılmadığı koşullarda aynı zamanda faşizmin güçlü bir tabanını oluşturduğunu, oluşturabileceğini de bilmeliyiz.

Sadakatin bağımlılığı, koruyuculuğun muhafazakarlığı, uyumluluğun boyun eğmeyi vb. içerdiğini dikkate alarak meseleye yaklaşmalıyız.

Bu karmaşık ve çok boyutlu gerçekliği anlamak, kadınların ırkçı hareketlere katılımının nedenlerini daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır. (Bitti)

 

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/kadinlarin-birligi-kadinlarin-irkci-hareketlere-katilimi-karmasik-ve-cok-boyutlu-bir

Inger Nubar Can, Hewal Nubar, Nubar Yoldaş’a!

Halen pek çoğumuzun inanmak istemediği Nubar Ozanyan’ın ölümsüzleşmesinin 7. yılında, onu bir kez daha saygı ve sevgi ile anarken, şehadetinin yıldönümünde onu anlatmak da bizim için en zor yazılardan olacaktır.

Kaypakkaya geleneği ilk şehitlerinden olan Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar, Cemil Oka, M.Zeki Şeritler ile başlayan Ünal Küçükbayrak, Barbara Anna Kistler ile devam eden Rojava’da ölümsüzleşen enternasyonal devrimciler Lorenzo Orsetti, Nubar Ozanyanlar ile  yüzlerce ölümsüze ulaşan, Türkiye toplumunun komünist yüzünü oluşturan oluşturmuştur. Bu geleneğin Türkiye’nin toplumsal şekillenmesinden kaynaklı Türk, Kürt, Alevi, Sünni, işçi, köylü, zengin, fakir ve enternasyonal devrimcileri biraraya toplanması ile de ayrı bir yanı bulunmaktadır.

50 yıldan fazladır devam eden mücadele geleneğinde, 1915 Ermeni soykırımından, Kürt katliamlarından sonra İttihat ve Terakki’nin devamı olan Kemalist devlet yapılanmasına karşı, Paramazlardan, Manuşyanlardan, Seyit Rızalardan, Şeyh Saitlerden gelen mücadele geleneğini devralarak bugüne kadar sürülegelmiştir.

Geleneğimizin öncülerinden olan Armenak Bakırcıyan sayesinde Türkiye’nin dört bir yanından biraraya gelen “kılıç artıkları”nın buluştukları Ermeni yetimhanelerinde, Türkiye’de Ermeni soykırım gerçekliğini yazılarında ilk defa belirten İbrahim Kaypakkaya önderliğindeki çizgide buluşmaları tesadüfi değildir.

Manuel Demir, Nubar Yalımyan, Hayrabet Honca, Hrant Dink, Garbis Altınoğlu’ndan sonra Rojava’da Türkiye destekli IŞİD çetelerine karşı Rakka’nın özgürleştirilmesi hamlesinde şehit olan Nubar Ozanyan, Armenak Bakırcıyan’ın bize son emaneti idi. Nubar Ozanyan’ı anlatmak ne sayfalar dolusu kitaba ne romana ne de belgesele sığar. Birçoğumuz için Nubar Ozanyan’ın iradesi abartılı da gelebilir. O, Artsakh’ta Inger Nubar oldu. Rojava’da-Lübnan Bekaa Vadisinde Hewal Nubar oldu. Dersim-Kürdistan coğrafyasında yoldaş Nubar oldu.

O, hiçbir zaman nerede olursa olsun Ozanyan olmaktan vazgeçmedi. O, Ermeni Devrimci Geleneği, Fedai Geleneği’nin yaşayan ismi, yaşayan efsanesi oldu. Yeni nesillere örnek ve önder oldu. Çünkü o, Antranik Ozanyan gibi yaşadı. Onun gibi de arkasında unutulmaz izler bırakarak aramızdan ayrıldı. Şehitler kervanına katıldı.

Nubar Ozanyan’ın gittiği bütün coğrafyalarda bu kadar çok sevilmesinin arkasında O’nu ezen ile ezilen sınıf mücadelesinde her zaman mazlumların safında yer almış olması belirleyicidir. Filistin halkının haklı mücadelesinde Lübnan-Bekaa vadisinde Filistinli oldu. Artsakh’ta işgalci Türk faşizmine karşı Karabağlı oldu. Kürt halkının yeniden doğuşunda yine işgalci Türk Devleti ve çetelerine karşı Rojavalı oldu. Türkiye’de, Dersim’de Partizan oldu.

Tanışageldiğimiz ilk günden bu yana Türkiye Vücut Geliştirme şampiyonası’ndan kazandığı, o heybetli ve güçlü duruşu her zaman gözlerimizin önünde canlanırken, hiçbir zaman gücünü kötüye kullanmamış “karıncayı dahi incitmeyen” duruşundan taviz vermemiştir. Onun insani duruşu en belirgin özelliklerindendi. O, hiç kimsenin tahmin edemeyeceği, dış görünüşünden yanılacağı bilgi dolu yapısı ile sosyal hayatta herkesi yanıltmıştır. Boş zamanlarını değerlendirdi, plan ve programlar ile halka ve devrime daha nasıl faydalı olabilirim hesapları içerisinde oldu. Bilgi ve yeteneklerini, kişisel menfaat elde etmek için kullanmadı. Mal ve mülk sahibi olmak gibi bir derdi olmadı.

O yeteneklerini ve emeğini devrimci ve komünist hareketin gelişimine adadı. Örneğin Ermenice, Türkçe ve Fransızca bilmesini, bu dillerden Türkçe’ye çeviriler yapmak için kullandı. Daha fazla genç devrimcinin öğrenesi için “Kafkasların Lenin’i Stepan Şahumyan”, “G.K.Orjonokidze ve Ermenistan’da Sovyet İktidarının kuruluşu, Samvel Digrani Alihanyan”, “Hıristiyan Protestanlar ve Kızılbaş mezhebinin doğuşu; Nazaret Dağavaryan” “Tarihin Hükmü Öncesinde Jön Türkler, John Giragosyan I. Cilt” (Henüz yayınlanmadı) kitaplarını, Türkiye Devrimci Hareketi’ne sundu.

O; Ermeni, Kürt ve Filistin halkları ile omuz omuza savaştı!

1960’lardan bu yana Filistin halkı ile İsrail siyonistleri arasında süregelen savaşta bugün Gazze’de yaşanan işgalin adı Nakba-Soykırım’dır. Gazze’de soykırımın destekçisi ise ABD-AB ile İsrail siyonistlerinin işbirlikçisi Erdoğan’dır. Erdoğan, 22 yıl önce iktidara gelmesine yardımcı olan İsrail siyonistlerine vefa borcunu bugün lojistik-gıda ve askeri malzemeler sağlayarak ödemektedir. Yine İsrail’in kolay kolay kimseye vermeyeceği “Yahudi üstün cesaret madalyası” ile Erdoğan’ı ödüllendirdiği günleri henüz unutmadık.

Aynı şekilde İsrail siyonizmiyle “iki dost ve kardeş ülke” olan Azerbaycan da savaşın petrol ihtiyacını karşılamaktadır. Artsakh’ın işgalinde Azerbaycan’a sunduğu desteğin karşılığı olarak. Bu yüzden Erdoğan ile Aliyev soykırım suçlularıdır.

Dünyanın değişik ülkelerinden toplanarak Filistin halkının topraklarına işgal ederek yerleşen Siyonistler bugüne kadar dökülen kanın sorumlusudurlar. İsrail Devleti halen süren kanlı saldırılara ve savaşlara neden olmaktadır. Dünyanın değişik ülkelerinden devrimcilerinin haklı ve meşru olan Filistin halkının mücadelesine destek sunarlarken, Türkiye’den ise ’68 kuşağının devrimci önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’lar “Savra Hatha-Zafere Kadar Devrim” diyerek, Filistin mücadelesini kendi davaları olarak görmüşlerdir. Üç bine yakın Türkiyeli devrimci Filistin halkıyla dayanışmak için siyonizmle savaşmaya gitti. Bazı devrimciler ölümsüzleşti, bazıları İsrail hapishanelerinde işkencelere maruz kaldı, yıllarca hapis yattı. İsrail hapishanelerinde esir tutulanlar ile savaşta şehit olan ve halen mezar yerleri belli olmayan devrimciler unutulmadı.

Diğer tarafta devrimcileri polise ihbar eden “Filistin’de ne işleri var?” var diyen, dönemin İslami hareket liderlerinden olan, Erdoğan’ın da “biat ettiği” N.Fazıl Kısakürek, İsmail Kahraman gibi gerici odakların bütün amaçları Filistin Davası’nı rant haline getirmek olmuştur. İsrail’e giden bütün yardımların gizlice Türkiye’den gönderildiği bugün ispatlanmış, Erdoğan’ın gerçek yüzü ortaya çıkmıştır.

Ortadoğu’nun en kadim halklarından olan Ermeniler, 1915 Soykırımı ile Kürt halkı ise Lozan Anlaşması (1923) ile yurtlarından edildi. Filistin halkının yaşadığı topraklar Siyonistlerce işgal edildi. Bugün süren bütün savaşların ana sebebi işgal ve soykırıma uğrayan halkların haksızlığa olan başkaldırısıdır. Geleneğimizin de içinde olduğu Filistin ve Kürt halkı ile dayanışma kampanyalarına ilk önce katılanlardan biri Nubar Ozanyan oldu. Filistin’e gitti. “Zafere Kadar Devrim” şiarı ile Filistin halkı ile beraber oldu.

Diğer tarafta kendi kaderini tayin eden Artsakh halkının mücadelesinde halkını yalnız bırakmadı. Türk ordusu ve desteğindeki Azeri-MHP-Ülkü Ocaklarına karşı savaştı. Türk Cumhuriyetleri ile birlik oluşturmanın önünde engel olarak görülen ve yüz yıldır devam eden Ermenistan’ın ortadan kaldırılması hayallerine karşı mücadele etti. Monte Melkonyan-Leonid Azdgalyan’lar ile birlikte omuz omuza savaştı. Halkına karşı görevlerini yerine getirdi.

2012’de bu sefer Ortadoğu Suriye-Kobane’de tutuşturulan Kürt halkının özgürlük ateşine katılmak için Rojava’ya gitti. Türk devleti desteğindeki IŞİD çetelerine karşı savaşma önerisini kabul etti. Tek başına kalma pahasına da olsa, geçici yol arkadaşlarının “bizim orada ne işimiz var?” anlayışına karşı çıkarak, Kürt halkı ile omuz omuza savaştı. Geleneğimizin de içinde yer aldığı, Rojava’nın özgürleştirilmesi hamlesinde tarihi başarılara imza attı. IŞİD çetelerine hayatları boyunca unutamayacakları dersler verdi.

Ararat’tan Dersim’e, Filistin’den Rojava’ya… Bir devrim neferi!

Ortadoğu’nun en barbar ordularının başında gelen Türk Ordusu destekli IŞİD çetelerinin işgali altında ve başkent ilan ettikleri Rakka Operasyonu’nda kaybettiğimiz Nubar Ozanyan’ın yeri kolay kolay doldurulamayacak Partizanlarımızdan olmuştur. Kendini sadece savaş ustası olarak değil, aynı zamanda bugün inkar edilen “Ermeni Tarihi-Ermenistan Tarihi” konulu çalışmaları ile de başvurduğumuz bilge Partizan olmuştur. Birçokları gibi bilgilerini hiçbir zaman “şan ve şöhret” edinmek için kullanmadı. Maddi kazanç sağlamak için çalışmadı. Gösterişten uzak, çoğu zaman maddi sıkıntılar içerisinde yaşama tutundu. Ama hiçbir zaman yakınmadı.

Teknik ve askeri yeteneklerini yüzlerce Enternasyonal Devrimci’nin yetiştirilmesinde onlara öğretmenlik yaparak gösterdi. Bu yüzden yoldaşları onun yanını kendilerini her zaman güvende hissettikleri yer olarak görmüşlerdir. Rojava’ya ulaşmadan önce, çok zor koşullar altında Türk Ordusu’nun hezimete uğradığı ağır yenilgiler aldığı, Gare’de askeri eğitimini tamamladı. İlerlemiş yaşına rağmen verilen ve gösterilen görevleri her ne pahasına olursa olsun yerine getirme azmi ve kararlılığı içerisindeydi. Bir gurup yoldaşı ile partisinin talimatı doğrultusunda Rojava’ya geçti. Hiç kimseye “şunu yapın- bunu yapın, ben sonra gelirim” emir ve direktiflerde bulunmadı. En önde kendisi gitti. Örnek ve önder oldu.

Bugün Rojava’da Türk devletinin işgal ve tehditleri halen devam etmektedir. Türk ordusu ve çeteleri destekli saldırılar tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Terör gerekçe gösterilerek, Rojava bir kez daha işgal ile karşı karşıyadır. 2012’de başlayan özgürlük ateşi Rojava’da on beş bine yakın şehit verilerek savunulmuş, IŞİD çetelerine diz çöktürülmüştür. Erdoğan’ın en büyük isteği olan “Kobane düştü düşecek” hayali boşa çıkarılmıştır.

Rojava’da kaybettiğimiz enternasyonal devrimci Ulaş Bayraktaroğlu “…faşizme karşı, Türkiye’de, Kürdistan’da, Rojava’da omuz omuza mücadele ediyoruz ve savunuyoruz, alınterimiz ve kanımız birbirine karışıyor” derken, Rojava’nın özgürleştirilmesi hamlesinde kaybettiğimiz enternasyonal devrimciler, Amerikalı, İngiliz, İtalyan, Alman, Türk devrimcilerin kanları ile Rojava toprakları sulanmıştır. Aynı şekilde 14 Ağustos’ta Rakka’nın özgürleştirilmesinde Inger Nubar Can, Hewal Nubar, Nubar yoldaşı da kaybettik.

Nubar Ozanyan’ın şehit düşmesi haberi ile Yervan’dan Türkiye’ye, Başur’dan Filistin’e kadar birçok coğrafyada derin üzüntü ile karşılanmıştır. Naaşının Hayastan’a defnedilmesi talebi, Kürt halkı tarafından sahiplenilmesi ve naaşının Rojava’da kalması istenmesi nedeniyle yerine getirilmemiştir. Rojava topraklarında kalması istenmiştir. Derik şehrinde bulunan Xebat Şehitliği’nde istirahatine yoldaşları ile Kürt halkı karar verilmiştir. Derik halkı, Nubar Ozanyan’ı sahiplenerek bağrına basmıştır. Kürt halk geleneklerine göre, başka topraklarda şehit olan gerilla, bir aileye emanet edilmektedir. Nubar Ozanyan’ın şehitlik nasnamesi bir Kürt aileye verilmiştir.

Nubar Ozanyan yoldaş bütün yaşamı boyunca Kaypakkaya çizgisine sadık kaldı. Nasıl düşündüyse öyle yaşadı. Sadece yaşamadı aynı zamanda yaşamının her anında mücadele içinde oldu. Partisi Nubar Ozanyan ölümsüzleştikten sonra gerçekleştirdiği Birinci Kongresi’ni Nubar Ozanyan’a adadı ve kongre duyurusunda “1. Kongremiz ayrıca Kongre iradesi tarafından Partili kimliğin örnek bir temsilcisi olan, Partimizin bir üyesi olarak Rojava’da şehit düşen Nubar Ozanyan yoldaşa atfedilerek; İbrahim Kaypakkaya’dan Mehmet Demirdağ’a ve Nubar Ozanyan’a uzanan çizgide, Partimizin nasıl bir komünist kişilik ve kadro istediğinin altı çizilmiş ve bu zorlu sürecin ‘Ozanyanlaşarak’ aşılacağı vurgulanmıştır” ifadelerini kullandı.

Bugün ardılları onun bıraktığı yerden mücadelesini devralmışlar ve onu yaşatıyorlar…

Inger Nubar Can, ölmedi mücadelemizde yaşıyor!

(Bir mücadele yoldaşı)

KADINLARIN BİRLİĞİ | Kadınların Irkçı Hareketlere Katılımı: Karmaşık ve Çok Boyutlu Bir Gerçeklik -1-

Emperyalistler arası çelişkiler derinleştikçe, ekonomik kriz ağırlaştıkça vb. bu sistemin sarıldığı en temel dayanaklardan birinin ırkçılık-faşizm olduğunu biliyoruz. Zira bunun, sistemin alametifarikalarından biri olduğunu birçok -acı- deneyimiyle elbette biliyoruz. Şu anda yine tam da böyle zamanlardan geçtiğimizi söylüyoruz. Bu tehlikeye dair önlemler almaktan bahsediyoruz, özellikle Avrupa’da ırkçı partilerin yükselişini izlerken, Avrupa Parlamentosu’ndan çeşitli Avrupa ülkelerinin kendi seçimlerine odaklarımızı çeviriyoruz vs. Ancak bir izleyici olmaktan öteye geçerek meseleye daha yakından ve elbette (köşemizin formatına uygun olarak) kadınlar cephesinden bakmalıyız. Zira faşizmin, ırkçılığın, emperyalist bir savaşın vs. en çok da kadınlara ve LGBTİ+lara yönelik nasıl bir yıkım olduğu genel doğrusunu söylerken, yükselen ırkçı-faşist hareketlerin nasıl da yaygın bir şekilde kadınları içerdiğini, peşine takabildiğini görmezden gelebiliyoruz. Hatta kadınların ve LGBTİ+ların “doğası gereği” sanki ırkçılığa-faşizme karşı olması gerektiği gibi önyargılar dahi “sol” kesimde yaygın bir kanıdır. Kadınların bu hareketler içindeki etkinliğini görmezden gelen, tarihten öğrenmeyen, meseleye yüzeysel bakan (faşizm kadınlar için yıkımsa kadınlar faşizme karşı olmalıdır gibi anti-bilimsel yaklaşımlar gibi) anlayışlar zehirli bir yılan gibi faşizmin kadınlar içindeki yayılımını da görmezler elbette.

Tarihten öğrenmek derken, örneğin Adolf Hitler’in etrafındaki güçlü kadın figürlerinin, Nazi rejiminin ve Hitler’in ideolojik ve kişisel çevresinde önemli roller oynadığını unutmamak gerekir. Bu kadınlar, genellikle propagandada, ideolojinin yayılmasında veya kişisel ilişkilerde etkili olmuşlardı. Örneğin, Berlin’in düşmesinden bir gün önce, 29 Nisan 1945’te Hitler ile evlenen ve ertesi gün onunla birlikte intihar eden Eva Braun’u, savaşı kaybettiklerinde altı çocuğunu ve kendisini öldürerek Nazi ideolojisine olan bağlılığını gösteren Magda Göbbels’i, Hitler’in propaganda filmlerinin yönetmeni olarak ün kazanan Leni Riefenstahl’ı, Nazi rejiminin kültürel politikalarında önemli katkılarda bulunan Winifred Wagne’ı, Nazi partisi üyelerinin yüzde 40’ını oluşturan Nasyonal Sosyalist Kadınlar Birliği’ni, onun kurucusu-lideri Gertrud Scholtz-Klink’i, Mussolini’nin yakın çevresinde yer alan etkili bir kadın ve onun sanat danışmanı olan Margherita Sarfatti’yi, Angelica Balabanoff’u ve Hitler ve Mussolini’nin peşinden giden milyonlarca kadını görmezden gelerek ya da kandırılmış olduklarını düşünerek bir değerlendirme yapmak hem tarihe, hem bilime hem de kadınları özne gören bakış açısına son derece terstir.

Tarihi bir yana koysak dahi, bugün özellikle Avrupa’da ırkçı-faşist partilerin yönetim kademelerindeki kadınları da görmezden gelemeyiz, değil mi? O zaman daha derinlikli bir bakış açısına, kadınların neden bu partilerde yer aldığı sorusunu yanıtlayan bir perspektife ihtiyacımız mevcuttur.

Baştan belirtmek gerekir ki, bu sorunun yanıtı, birçok faktörün karmaşık bir birleşiminde yatıyor. Geleneksel “değerlerin” korunması ve ailenin rolünden, güvenlik ve düzen ihtiyacına, eğitim ve bilinç seviyesinden, kadına atfedilen sadakat, fedakarlık gibi toplumsal cinsiyete dayalı özelliklerin bu partiler tarafından yoğun bir şekilde kullanılmasına kadar bir dizi faktörden bahsedebiliriz. Diğer yandan ırkçı-faşist partilerin, halkın anlayabileceği basit sloganlarla (Büyük Almanya, Büyük İtalya, Güçlü, Büyük ve Yeni Osmanlı) duygulara hitap edebilmesi, dünya çapında devrimci, komünist mücadelenin geri çekilmiş olması, savaş ve ekonomik kriz nedeniyle yoğun bir göç-mülteci akınının yaşanması ve bunun ortaya çıkardığı ve ırkçı propagandayla beslenen “güvenlik” sorunu, ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte büyüyen geçim derdi vb. argümanlar, bu parti ve örgütlerin temel argümanlarını oluşturmakta ve bir karşılık da bulmakta.

Bu meselenin ayrıntısına bir sonraki bölümde devam edeceğiz…

(Devam edecek)

Fransa’da El Freni Çekildi! İşe Yarar Mı?

Avrupa Birliği üyesi 27 ülkede 720 sandalyeli Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri, 6-9 Haziran tarihleri arasında yapıldı. Almanya, İtalya ve Fransa’da aşırı sağ olarak tanımlanan faşist hareket ciddi anlamda sandalye sayısına ulaştı. Böylelikle merkez sağla birlikte faşist hareket AP’deki en büyük grup olarak yerini korudu.

Seçimlerin yankısı ve sonuçları ciddi anlamda tartışmaları doğurdu. AP’ye Almanya’dan sonra sağcılar adına en fazla vekil gönderen Fransa, tartışmaların girdabından çıkıp erken seçim hamlesi ile sarsıntıyı giderme yoluna gitti.

AP seçimlerinin hemen ertesinde Macron’un partisi, 15.2 ile faşist Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısı oranında oy alması ve ikinci sıraya düşmesi siyasi hamleleri de beraberinde getirdi. Macron, 9 Haziran yenilgisinin hemen ardından Fransa Parlamentosu’nun alt kanadı olan Ulusal Meclisi feshetmiş ve erken seçim kararı almıştı. 30 Haziran’da yapılan erken genel seçimlere belirgin olan üç siyasi parti damgasını vurdu. Siyasi partiler ittifaklar kurarak seçime girdi. Dört partiden oluşan Yeni Halk Cephesi NFP (Sol Blok), Le Pen ve Jordan Bardella liderliğinde Ulusal Birlik Partisi RN (faşist hareket), Macron’un partisi Merkezci Birlik (Ensemble) seçimlerde belirgin ana noktayı oluştururken merkez sağda Cumhuriyetçiler Partisi ve Yeniden Fetih Partisi cılız bir seviyede kaldılar.

30 Haziran’da birinci tur seçiminde faşist hareket RN, yüzde 34 ile birinci parti oldu. NFP, yüzde 28.1 ve Ensemble yüzde 20.7 ile üçüncü parti olarak çıktı. Cumhuriyetçiler Partisi ise yüzde 10 civarında kaldı. İlk tur seçimlerinde faşist hareket, 2022 yılındaki oy oranını katlayarak birinci oldu.  Bunun yanı sıra Sol İttifak’ın oylarının da önemli derecede yükseldiği göze battı.

7 Temmuz, ikinci tur seçimleri, aslında anahtar niteliğindeydi. Faşist hareketin aşırı yükselişi ve topluma yansıtılan kaygıların yanısıra Fransız halkının geleneğinde var olan sol toplumsal tepki, demokrasi ve emek mücadelesinin yanısıra anti-demokratik uygulama ve faşizme karşı hassasiyeti de eklenince son kırk üç yılın en yüksek seçimlere katılım oranı yaşandı. İkinci tur seçiminde Yeni Halk Cephesi (Sol İttifak) 182 millet vekili çıkararak birinci parti oldu. Macron’un partisi Ensembe, 168 millet vekili ile ikinci sırayı alırken, faşist Ulusal Birlik Partisi ise 143 millet vekili ile üçüncü konuma yerleşti. Merkez sağ Cumhuriyetçiler Partisi ise 60 vekil çıkararak mevcut parlamentodaki yerini almış oldu.

Toplamda 577 milletvekili ile temsil edilen Ulusal Meclis’te hükümet kurmak için gereken 289 sandalyelik mutlak çoğunluğu tek başına hiçbir parti sağlayamadı. Bu da yeni tartışma ve tıkanıklıkları getirmektedir. Seçimin hemen ardından Başbakan Gabriel Attal istifasını verdi ancak yeni iktidar oluşuncaya kadar Macron mevcut başbakanın görevde kalmasını istedi.

Yeni başbakanın seçimi için tartışma ve görüşmeler sürerken faşist harekete karşı alınan başarıyı halk sokaklarda kutladı. Önümüzdeki günlerde belirlenecek olan isimler üzerinden yeni başbakan ataması gerçekleşecektir. Fransa kanunlarına göre cumhurbaşkanı herhangi birini başbakan olarak belirleyip atayabilmektedir. Yeni tartışma ve tıkanıklıklara yol açmamak adına Macron, başbakanlık için önerilecek isimleri beklemektedir. Yeni Halk Cephesi liderlerinden Melenchon, başbakan olma konusunda “kendini yeterli hissettiğini” ifade etmiş, ardından 22 Haziran’da ise bu sorumluluğa hazır olduğunu açıkça belirtmişti. Ancak Sol İttifak’ın kendi içinde başbakan adayını belirleyememesi ve bu konuda net bir aday ismi ortaya çıkaramadığı için mevcut tıkanıklığı daha zora soktuğunu görüyoruz. Sol İttifak güçlerinin, Melenchon’un adaylığına sıcak bakmadığı da bilinen bir gerçek. SGT Sendikası, 18 Temmuz’da eylem çağrısı yaparak “sol bir başbakan” istediklerini duyurmuştur.

 Kaybeden Macron, kazanım elde eden sol ve sağ ittifak

Macron bu düşüşü durdurmak için faşist hareketin yükselişini tıpkı 2022 seçimlerinde olduğu gibi manivela olarak kullanmak istedi. İki önemli sac ayağı üzerinden hareket etti. Birincisi, “aşırı sağa karşı halk biraz da zorunlu ve alternatifsiz olarak bana oy verir” idi. İkincisi, “solcular birleşemez ve sol ittifak kurulamaz” düşüncesiydi. Bu iki stratejik yaklaşım, Macron’un erken seçim hamlesini yapmasına dayanak oldu. Üç hafta gibi kısa bir zamanda erken seçim kararı alması da bunun en somut göstergesiydi.

Oysa yanıldı. Yeni Halk Cephesi 10 Haziran 2024 tarihinde kuruluşunu ilan etti. Sosyalist Parti, Komünist Parti, Ekolojistler, Boyun Eğmeyen Fransa Hareketi olarak ittifak antlaşmasına vardıklarını duyurdular. Faşist harekete karşı anti-faşist ittifak olarak kendilerini deklare ettiler. 50 yıl öncesi gibi faşizme karşı bir araya gelen Halk Cephesi’ne atıfta bulunarak Yeni Halk Cephesi ismini aldılar. Böylece hem “solcular” birleşti hem ittifak oluştu hem de alternatif bir anti-faşist cephe sahadaki yerini almış oldu.

Sadece bu yönüyle de değil, asgari ücretlerin yükseltilmesi ve emeklilik yaşının düşürülmesi gibi toplumun ana sorunlarına vurgu yapmaları önemli bir güç olmalarını beraberinde getirdi. Kısacası Macron’un kendi partisini kurtarma hamlesi olarak ele aldığı erken seçim kararı, esasen düşüşünü kurtaramamış ve yenilgisini engelleyememiştir.

Seçimin iki galibi olmuştur. Sol ittifak ve faşist ittifak. Birinci tur seçiminde ilk sırada olmasına karşın ikinci turda üçüncü parti olması Macron ve Sol İttifak Partisi arasında yapılan anlaşmalar sonucunda geriletilmiştir.

Tüm tartışmalar sürerken Başbakan adayının “sol”dan bir isim olacağı varsayılıyor. İttifak içinde de Melenchon’a sıcak bakılmıyor. Muhtemelen başka bir aday üzerinde anlaşma sağlanacak gibi görünüyor.

Faşist ve ırkçı eğilimler bilinçli devlet politikalarıdır

Fransa ve Almanya örneği bize birçok veri sunmaktadır. Macron’un uyguladığı neo-liberal politikalar, Ukrayna ve savaş ekonomisi, yoksullaşmaya karşı zenginleri kayıran politikalar gibi bir dizi ana konu toplumun aşırı sağa ve faşist harekete kaymasındaki en önemli etkenleri oluşturmaktadır. Almanya’da savaş bütçesinde verilen açığın kapatılması için uygulanan ek zam ve politikalara karşı duyulan tepkileri unutmayalım. Sözde sosyal demokrat veya “sol” adına uygulanan neo-liberal politikaların toplumu ittiği konum maalesef ırkçı ve faşist partilerdir. Mevcut iktidarlara duyulan tepki ve gelecek korkusu toplumun sağ popüler söylemlere inanmasını getiriyor.

Bu ülkelerde faşist hareketin canlanması mevcut devlet politikasıdır. İç faşistleşme bilinçli bir siyasetin ürünüdür. Ukrayna savaşının en büyük destekçileri Fransa ve Almanya’dır. İngiltere’de de geçtiğimiz günlerde yapılan seçimleri İşçi Partisi kazandı. Fransa ve İngiltere sözde “sağı durdurdu”. Oysa İngiltere İşçi Partisi seçim döneminde açıktan İsrail yanlısı tutum takınarak, bunun propagandası üzerinden kampanya yürütüyordu. Dünyanın her karışını cehenneme çeviren emperyalist güçlerin yarattığı yıkım ve yağmanın nedenleri deşifre edilmeden, bilinçli bir şekilde bunun faturasını göçmenlere kesmek aslında hem sağın ve faşist hareketin hem de neo-liberal politikaları uygulayan sol etiketli iktidarların işine yaramaktadır.

Fransa’da Ulusal Birlik Partisi (RN) çeşitli ittifak ve taktik politikalar ile üçüncü parti konumuna geriletilmiş oldu. Bu geriletme esasen nicel bir gerilemedir. Bu partinin mevcut gücü ve kitle tabanı geriletilmemiştir. El freni çekilmiş, şimdilik olduğu yerde çakılı kalması sağlanmıştır. Asıl olan, sağın ve ırkçılığın esasen üzerinde yaygara koparıp popüler söylemlerle siyaset yaptığı sorunların (göçmenlik, ekonomik, siyasal) beslenme kanallarının kurutulmasıdır.

Bunun da bugün mevcut düzen partileri tarafından yapılmasının imkanı yoktur. Toplumun anti-faşist duruşunu sisteme entegre eden ve bu canlı dinamik üzerinden mevcut politikalarına yaşam olanakları açan bir gerçeklik ile karşı karşıyayız.

Macron’un dayandığı veya dayattığı model, sağın ve faşist hareketin gelişmesini sağlamıştır. Kendi nefes alanlarını daralttığı andan itibaren sözde bu tehlikeye karşı mücadele bayrağını çekmektedir. Evet, açık ve net olan toplum artık düzen partilerine olumlu ve güvenle bakmıyor. Farklı arayış içerisinde yolunu bulmaya çalışıyor. Bu anlamıyla daha radikal ve tutarlı anti-faşist mücadeleye ihtiyaç vardır.

Faşist ve ırkçı eğilimler bilinçli bir şekilde devlet politikası olarak geliştiriliyor. İçerdeki faşist ayakları harekete geçiriliyor. Tüm bunlar, savaş tehlikesi ve bozulan ekonomik şartların yaratabileceği sol ve toplumsal başkaldırının boğulmasına yöneliktir. Macron’un “nasıl olsa sol ittifak yapamaz, bir araya gelemez” özlemi kursağında kaldı ise aslında güçlü bir ittifaklar politikasına ihtiyacın olduğu da gün gibi ortada durmaktadır. Mevcut sistem ve faşist saldırganlığı ancak doğru ve asgari oranda duruş sergileyen anti-emperyalist, anti-faşist ittifak güçlerine ihtiyaç var. Gerisi sınıfsız bir dünya ideasında yürüyenlerin yol göstericiliğine kalmıştır.

Türk Faşizmi EURO 2024’te Sahaya İndi

İki yılda bir Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (UEFA) tarafından organize edilen Avrupa Futbol Şampiyonası, bu yıl EURO 2024 olarak Almanya’da düzenlendi.

Dünyanın en büyük organizasyonları arasında görülen futbol şampiyonasını evlerinde 5 milyar kişi izliyor. Emperyalist devletler arasındaki bölgesel savaşlar, Gazze’de süren soykırım, işgal-yağma altında katliamlara maruz kalan halklar, savaş ile sömürüden kaçıp göç yollarında sığınacak bir kara parçası arayan mazlumlar ve her gün okyanuslarda bir liman arayışı içerisinde yok olan umutlar dünyasında diğer yandan futbol şampiyonası izliyoruz.

Futbolun insanların birlikte coşku ve heyecan yaşamasının aksine bir spor etkinliği olmaktan çıkartılarak kapitalizmin kâr hırsına havale edildiği biliniyor. Bu amaçla futbolun kapitalistler için hem çeşitli şampiyonalar ve ulusal ligler hem de futbol oyuncularının birer “meta” olarak yüksek miktarlarda transfer edilmesiyle kazançlı bir pazar olmasının yanısıra kitlelerin içinde yaşamak zorunda bırakıldıkları koşullara isyan etmemesi için bir araç olarak kullanıldığı da biliniyor.

Nitekim diğer benzer örgütlenmeler gibi UEFA da bu amaç için kurulmuş ve emperyalist-kapitalist sistemin politikalarına hizmet etmekle görevlendirilmiştir. Bu sistemin dışında kalanlar veya karşı çıkanlar şampiyonaya dahil edilmez. Avrupa şampiyonasına Rusya’nın dahil edilmemesi gibi. Futbol aynı zamanda egemenler açısından kitleler üzerinde ırkçılığın ve şovenizmin propaganda aracı olarak kullanılmıştır.

Futbol sahasındaki ırkçılık

Nitekim 2 Temmuz’da Türkiye ile Avusturya arasında oynanan maçta, Türkiye’nin 2-1 kazandığı maçta Merih Demiral’ın atmış olduğu golden sonra yapmış olduğu “bozkurt selamı” ve sonrasında yaşananlar bunun ispatlamaktadır.

Merih Demiral adlı futbolcunun gol attıktan sonra Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adındaki kontrgerilla örgütlenmesiyle özdeşleşen Türk faşizmini sembolize eden “bozkurt selamı” ile sevinç gösterisinde bulunması, Türk faşizmi altında Kafkaslar’dan Türkiye’ye, Ortadoğu’dan Kürdistan’a kadar halkları derinden yaralamış ve rencide etmiştir.

“Bozkurt selamı” denilen selam, MHP adlı ırkçı ve faşist partinin sembolü olarak kullanılsa da gerçekte kendine milliyetçiyim diyen, Türk ırkını dünyadaki en üstün ırk olarak gören, diğer ulus ve halkları hiçe sayan, onları kendisine köle olarak gören, kendinden olmayan halkları ezen ve yok eden ırkçı ve şoven bir anlayışı sembolize etmektedir.

Bu ırkçı ve şoven selamı Türk mitolojisindeki bozkurt varlığından hareketle Türk ulusunun “milli değeri” olarak ilan etmek Türk faşizminin sıradanlaşması ve normalleşmesine, TC faşizminin başta Türkiye’deki Türk (ve Sünni) olmayan halka ve coğrafyamızdaki diğer halklara karşı saldırganlığının meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir.

Bu selamın aynı zamanda uluslararası etkinliğin yapıldığı Almanya’da yapılmış olması da dikkat çekicidir.  Almanya’da 3 milyona varan Türkiyeli nüfusun içinden son seçimlerde MHP-AKP’ye oy verenlerin oranı azımsanmayacak kadar yüksek olduğu bilinmektedir.

Bilineceği üzere Türk istihbarat teşkilatı, konsolosluklar, camiler aracılığı ile oluşturduğu örgütlenme ağları ile Batı Avrupa’da Türkiyeli göçmenler içinde ülkücü-Osmanlı Ocakları adı altında örgütlenen dernek ve spor salonlarında kendisine doğrudan bağlı faşist örgütlenmeler örgütlemiştir. Bu örgütlenmeler; Türk faşizminin kitle tabanını oluşturan, Türk milliyetçiliği ile siyasal İslam zehri etrafında, Türkiyeli ilerici-yurtsever-devrimci-demokrat kesimlere, yurtdışında yaşamak zorunda kalan Ermeni-Kürt-Alevi halka karşı dolayısı ile insanlığa karşı örgütlenmişlerdir.

UEFA şampiyonasının başlangıcında Türkiye-Gürcistan maçından itibaren harekete geçirilen ve Türk faşizminin kitle tabanını oluşturan yurt dışında yaşayan ırkçı ve faşist güruhlar, maç öncesinde stat çevresinde ve maç esnasında ırkçı ve faşist sembolleri yoğun olarak kullanmışlardır.

Başta “bozkurt selamı” olmak üzere mehter marşlarından, “Ölürüm Türkiyem” ve “Ne mutlu Türk’üm diyene” gibi ırkçı ve faşist sloganları yoğun olarak kullanmışlardır.

Bu sembol ve marşların, Türkiye’de başta Kürt ulusu olmak üzere farklı azınlık milliyetlere ve yine Sünni İslam dışında başta Alevi inancı olmak üzere azınlık inançlara ve başta devrimciler olmak üzere her türden muhaliflere yönelik kitle katliamlarında, suikast, işkence ve baskı ve göç ettirmelerde kullanıldığı bilindiğinden, bu sembollerin Türkiye maçları öncesi ve sonrasında yoğun olarak kullanılmış olması, örgütlü ve planlı bir kampanyayla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Türk milli takımının maçları sırasında örgütlenen bu ırkçı ve şoven gösterilerin doğrudan TC devleti tarafından konsoloslukları aracılığıyla örgütlendiği anlaşılmaktadır.

Hitler, Franko, futbol…

Demiral adlı futbolcunun “bozkurt selamı” ve sonrasında UEFA’nın bu selama ceza vermesi, ırkçı ve milliyetçiliğin köpürtülmesi amacıyla kullanılmıştır.

Futbolun geniş kitleler üzerindeki etkisinden de faydalanılarak Türk televizyonları-sosyal medya aracılığı ile Türk milliyetçiliğinin körüklenmesi tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Bu dalga AKP-MHP faşizmi tarafından bizzat körüklenmiştir. EURO 24 Futbol turnuvası, Türkiye’de ekonomik ve sosyal çöküntünün unutturulması için fırsat olarak ele alınmış ve Türk milliyetçiliğinin gövde gösterisine dönüştürülmüştür.

Emeklisinden işçisine, memurundan köylüsüne kadar, artık idare edilemeyen ekonominin başına getirilen M.Şimşek gibi İngiliz-ABD vatandaşı danışmanlar da ekonomik krize çare olamamışlardır. İlan edilmemiş iflas ile ekonomik-sosyal çöküntü yaşayan Türkiye’de halk, futbol ile uyuşturulup zehirlenmektedir.

Bu vahim tablo II. Dünya Savaşı’nda A.Hitler’in müttefikleri İspanya-İtalya-Portekiz’de de yaşandı. Hitler’in de desteğini alan İspanya’da Franco faşizmi, iç savaş ve onca ekonomik yıkıma karşılık halkı nasıl kontrol altında tuttuğunu soranlara “Onları, yüz binlik beşiklerde uyutuyorum” demişti. Koyu bir Real Madrid taraftarı olan Franco, Real Madrid’e maddi ve manevi destekte bulunmayı ihmal etmemiştir.

Real Madrid bu yüzden kralın takımı olmuştur. İspanya’dan ayrılmayı, baskılara karşı hak ve özgürlükleri arayışı içerisinde olan Bask ve Katalan’ların takımı ise Barcelona olmuştur. Faşist Franco İspanyasının komşu ülkesi Portekiz’i 1932’den 1968’e kadar yöneten Salazar’da diktatörlüğünü 3F (Futbol-Fado-Fiesta) borçlu olduğunu ifade etmektedir. Kısacası futbol, kitleler üzerinde etki etmede, halkı meşgul etmede başarılı bir araç olarak kullanılmış, üstelik de bu “sihirli oyundan” para kazanılmıştır.

Futbolun bu kadar güçlü, toplumu bu kadar harekete geçiren bir araç olması, Türkiye’de faşist iktidarın işçi sınıfını ve halk kitlelerini sömürü, kültürel yozlaşma ve asosyalleşmenin bir aracı olarak kullanmasına neden olmuştur. Açlığın ve yoksulluğun kol gezdiği ülkemizde, çok büyük bedellerle inşa edilen statlar, kulüplerin vergiden muaf tutulması ve borçlarının silinmesi, futbolculara ödenen akıl almaz ücretler vb. yaşanan ekonomik çöküntünün gizlenmesi ve kitlelerin isyan etmemesi içindir.

Faşist M.Demiral’ın bozkurt işaretinden sonra, EURO 24 Avrupa şampiyonasında tehlikeli boyutlara ulaşan Türk milliyetçi taraftarların saldırgan davranışları, Alman Anayasası Koruma Teşkilatı BfV tarafından görülmüş “Avrupa’daki Türk aşırı sağı iç güvenlik açısından tehdit oluşturmaya başlamıştır” derken, Alman medyası, “Ülkücü şiddet tehdidi yasaklanmalı”, Alman İçişleri Bakanı N.Faeser ise “Türk aşırı sağcılarının işaretlerinin bizim stadyumlarda yeri yok” diyerek tehlikeyi işaret etmişlerdir.

Çünkü AKP-MHP iktidarının, Avrupa’da sosyal tabanını oluşturan, Türk istihbaratı tarafından desteklenen ve bir güç haline gelen ülkücü ve siyasal İslamcı paramiliter çeteler, Avusturya’da 2019’dan, Fransa’da 2020’den itibaren yasaklanmıştır.

Avusturya galibiyetinden sonra çeyrek finale yükselen, Türkiye’nin istisnasız “sol”cusundan-sağcısına kadar herkes estirilen Türk şovenizmi dalgasına ortak olmuşlardır. “Bozkurt selamı”nı eleştiren, karşı çıkan, muhalif olan her kim varsa, vatan haini, düşman olarak görülmüş, linç kampanyaları ile hedef haline getirilmişlerdir. Göçmenlere düşmanlığı ile bilinen CHP Bolu Belediye başkanı Tanju Özcan ise M.Demiral’ın “Bozkurt işareti yapan heykelini Bolu’ya dikeceğim” diyerek gerçek yüzünü bir kez daha göstermiştir.

Fırsatı görüp durumdan vazife çıkaran Erdoğan, Türkiye ile Hollanda arasında oynanacak maçı statta izlemeyi ihmal etmemiştir. Yurt dışında teşhir ve tecrit olmuş, hiçbir devletin kabul etmediği Erdoğan, “işini gücünü” bırakarak 300 kişilik koruma ordusu ile Berlin sokaklarında şov yapmıştır. Kariyerini, popülaritesi Erdoğan’a biat ettikten sonra sıfıra düşüren, hiçbir prestiji kalmayan Mesut Özil’i de arkasına takarak Almanya’ya getirmesi ise dikkatlerden kaçmamıştır.

Bozkurt selamı; Irkçı, tekçi faşizmin sembolüdür

TC faşizminin bir futbol turnuvasını ırkçı ve şoven bir kampanyaya dönüştürmesi dikkatlerden kaçmamıştır.

“Bozkurt selamı” üzerinden estirilen ırkçı ve faşist dalga, bu selamın Türk ulusunun “milli değeri” olduğu safsatasına kadar vardırılmıştır. Oysa ki, bu “bozkurt selamı” demek Fırat Kalkanı -2016-, Zeytin Dalı-2018-, Barış Pınarı – 2019-, Artsakh’ta-2020-, Kürt ve Ermeni halkının topraklarının işgal edilmesi için, TBMM’de onaylanan tezkereden sonra, TSK-Ülkü Ocakları ve ISİD çetelerinin katliamlarını selamlamak demektir.

Artsakh’ta, Rojava’da işgal ve katliamları, onaylamak ve desteklemek anlamına gelir.

“Bozkurt selamı”nı savunmak, Roboski katliamında bütün aile fertlerini ve 11 akrabasını, kardeşi Serhat Encü’yü kaybetmiş olan, eski HDP milletvekili Ferhat Encü’nün aleyhine oluşturulan linç kampanyasına destek olmak demektir.

“Bozkurt selamı” yapmak ve savunmak, Ermeni halkının en değerli kalemlerinden, Hrant Dink’in katillerini onaylamak, desteklemek anlamına gelir. Ülkücü eli kanlı katil Ogün Samast’ın, “Ya sev ya terk et” sloganı ile tehdit etmekten çekinmeyip, hapishaneden ödüllendirilerek salıverilen katili savunmak demektir.

“Bozkurt selamı” vermek ve savunmak, 1915 yılında Türkiye’de yaşayan Ermeni-Rum-Yahudi halkların “Ne mutlu Türk’üm diyene”, “Türkiye Türklerindir”, diyerek, tehcir ve göçü onaylamak demektir. Daha yeni 2024 Türkiye’sinde bile göçmenlere karşı aynı zamanda, Türkiye’nin birçok ilinde başlayan pogromlarda görevlendirilen ülkücü-paramiliter güçleri onaylamak demektir.

Sokaklara-okullara Talat Paşa isminin verilmesinden sonra birçok ilerici-yurtsever-devrimci demokratın katledilmelerinde rol alan Katolik dünyasının ruhani lideri Papa II. Jean Paul’e suikast düzenleyen Abdullah Çatlı-Mehmet Ali Ağca-Haluk Kırcı gibi ülkücü katilleri selamlamak demektir.

Uyuşturucu taciri ve tescilli bir faşist olan, başta Hollanda’da Nubar Yalımyan’ın katledilmesinde rol oynayan aynı zamanda Ankara Bahçelievler’de 7 TİP üyesini vahşice katleden, bugün Nevşehir’de caddeye ismi “onur”la verilen Abdullah Çatlı adlı faşist katilin onaylanması anlamına gelir.

“Bozkurt selamı”nı savunmak Sivas’ta Madımak otele sığınan 33 aydın-sanatçı-yazarı diri diri yakmaktan bir an olsun tereddüt etmeyen, ülkücü ve yobaz güruha destek vermek anlamına gelir.

“Bozkurt selamı” binlerce devrimcinin ve ilericinin katledilmesinde rol oynayan ırkçı faşist anlayışın kendini meşrulaştırılması ve olağanlaştırılması demektir. Faşizmle ve onun temsil ettiği anlayışlarla uzlaşmamak, dahası görüldüğü yerde ezmek devrimci ve insani bir görevdir.

Yağma ve Talan Cumhuriyeti (Analiz)

Geçtiğimiz haftalarda Kayseri’deki pogrom girişimiyle başlayan ırkçı ve mülteci düşmanı saldırılar Antalya, Antep, Urfa, Hatay, Bursa, İstanbul gibi şehirlerde de kendisini göstererek göçmenlere ait işyerlerinin ve malların yağmalanmasına, yakılmasına ve çok sayıda göçmenin yaralanmasına, hatta Antalya’da göçmen bir gencin öldürülmesine neden olmuştur.

Bir çeşit günah keçisine dönüştürülen göçmenlere karşı yükselen bu dalga görünen o ki daha çok olaya ve şiddete gebe bir yerdedir.

T.C’nin “Şam’da namaz kılacağız” diye giriştiği işgal planı, sonrasında da Rojava’nın imhasına yönelik politikası T.C.’yi bir bataklığa saplamış görünüyor. Bu durum Türk şovenizminde bir bulantı hali yaratmaktadır. Zira tüm bu savaş ve çatışma durumu ekonomiyi baskı altında tutmuş ve içerideki ekonomik krizle birlikte Kuzey Suriye ve Rojava’da savaş makinesi hareket edemez hale gelmiştir.

Son dönemde T.C, işgal altında tuttuğu bölgede bazı ödünler vermek ya da yarattığı statükoda değişiklikler yapmak istemektedir. Bununla birlikte T.C’nin bölgedeki varlığı paralı askerlerin ve çetelerin kurduğu nüfuzdan öteye gidememiştir. Bölgede açıkça bir işgal hukuku ve politikası sürdürülmektedir. Bölgenin tarımsal, endüstriyel ve nüfus gibi tüm ekonomik değerlerinin yağması ise doygunluğa erişmiş görünüyor.

Bölgede T.C.’nin ödenekleri ve silahlandırmasıyla palazlanmış grupların dışında hiçbir idari yönetim ve planlama gerçekleştirilmemiş, daha doğrusu gerçekleştirilememiştir.

Bu kırılgan ve sürdürülemeyecek vaziyet ortada olduğu gibi R.T.Erdoğan, Şam yönetimi ile masaya oturma noktasına gelmiştir. Ancak bu temaslar bölgedeki gruplarda huzursuzluk yaratmaktadır. Kayseri’de yaşanan olayların ardından Suriye’deki gruplar ile TSK arasında çeşitli gerilim ve çatışmalar yaşanmıştır.

Tam da bu noktada, T.C.’nin yarattığı işgal politikasının kendisine dönen olumsuz sonuçları sebebiyle şovenist refleksler harekete geçmektedir. Türk bayrağının indirilmesi, Türk askerinin mağdur edilmesi gibi yüz yıllık gerekçeler toplumda Suriyelilere yönelik bir nefreti tırmandırmaktadır. Ancak buradaki çıkmaz, T.C’nin uyguladığı işgal hukuku ve bölgede temsiliyet atfettiği gruplarca ortaya çıkmaktadır.

Burada başından sonuna sorumlu olan şey, T.C.’nin işgalci hezeyanlarından başka bir şey değildir. Suriye’de ve Rojava’da iç savaşın başından beri ne kadar çatışma ortamı ve ihtimali varsa sürdürmeye çalışan T.C, milyonlarca insanın yerinden edilmesinin sorumlularının başında gelmektedir. Aynı şekilde milyonlarca insanı sınırları içerisinde rehin tutarak, kapitalist pazarda ucuz iş gücü haline getirmiş ve toplumda yoksulluk katmanlarını derinleştirmiştir.

Öte yandan rehin tuttuğu ölçüde emperyalist merkezden devasa bütçeler elde etmiş ve bunların çok az kısmını göçmenlerin refahı ve organizasyonu için kullanmıştır.

Özel Savaş

Bununla birlikte T.C’nin Özgür Suriye Ordusu (Şimdi Suriye Milli Ordusu) ekseninde yaratmaya çalıştığı cihatçı-çeteci kimliğin içerideki göçmen kitlelere atfediliyor oluşu, her ne kadar Türk faşizminin formasyonuna benzese de, resmi ideolojinin tanımladığı Türk şovenist tanımlamasına tamamen uymamaktadır.

Yani Türk şovenizmi, kendisine içkin ırkçı tutumlar ve anlatılar sebebiyle “mücahit, doğulu, Arap” vb. kalıpları ve kimliği AKP-MHP kliği dışında henüz içselleştirememiştir.

Burada resmi ideolojinin sürdürmek istediği şey başta Kürtlerin ve Kürdistan’ın iradesinin karşısına koymaya çalıştığı özel savaş yöntemleridir. Bu sayede hem Rojava’da somutlaşan Kürdistan’ın varlığının ve Rojava’nın temsil ettiği demokratik ilkelerin Türkiye Kürdistan’ındaki yansımalarının önüne set çekmek, hem de Türkiye’deki şovenizmi ve faşizmi AKP-MHP eliyle yeniden biçimlendirmek istemektedir.

Öte yandan milyonlarca göçmene atfedilen bu kimlik ve tartışma kabul edilmemelidir. Göçmen kitleler içerisinde devlet eliyle örgütlenen ve önü açılan cihatçı ideolojiler söz konusudur. Ancak hiçbir topluluğun homojen bir yapıda olamayacağı gibi Suriyelilerin de tümüyle cihatçı olması bir çeşit ırkçılığın ya da şovenist bakış açısının ürünüdür.

AKP-MHP iktidarı savaş söz konusuyken devletin bekası, Rojava’nın varlığı gibi şeyleri işaret ederken, göçmenlerden bahsederken ise ümmetçi, insan ve mazlum dostu masallar anlatmaktadır. Toplumda, daha doğrusu Türk şovenist zihniyetinde, bu çelişkili anlatı bir bulantıya neden olmaktadır. İmha ve işgal rüyaları şovenizmi harekete geçirirken, mazlum dostu maskesiyle rehin tutulan milyonlarca göçmen Türk şovenizminin kafasını karıştırmaktadır.

Oysa bu kafa karışıklığının içerisinde egemen sınıflar, göçmenleri ucuz işgücü rezervi olarak kullanıp, güvencesiz koşullarda çalıştırmaktadır.

Bu durum Türk şovenizminde ayrıca bir ırkçı reflekse ve göçmen nefretine neden olmaktadır. Aslında dünyanın bir çok yerinde tekrar eden “işimizi çalıyorlar”, “onlara biz bakıyoruz”, “bedava yaşıyorlar” gibi ırkçı ve kör söylemler, toplumumuzda da kendisini göstermektedir.

Yaşanan ekonomik krizle beraber bu yaklaşımlar krizin yükünü göçmenlere yüklemektedir. Bu yaklaşım AKP-MHP iktidarının neoliberal saldırganlığını, işçi emekçi düşmanlığını, işgalci politikalarını görünmez kılmak için önünü açtığı bir kılıftır.

Faşizm, işgal ve derdest ettiği topraklar bir yana, içeride göçmenleri hem insanca koşullardan uzak bir şekilde üretim ilişkilerine sokuyor, hem de harekete geçirdiği faşist kitlelerin önüne terk ediyor.

T.C, kelimenin tam anlamıyla işgal ettiği yerlerin ve göçmenlerin kanını son damlasına kadar emmeye çalışan bir vampirden başka bir şey değildir. Yani kısaca AKP-MHP iktidarı, resmi ideolojinin tüm hezeyanlarını sürdürerek kendi egemen sınıflarını palazlandırıyor ve Ege denizinden, Başur Kürdistan’a tüm halkları insanca bir yaşamın dışına itmek için elinden geleni yapmaya devam ediyor: “Sermaye, vampir misali, canlı emeği emerek ve ancak daha da fazla emerek hayatta kalan ölü emektir.” – Karl Marx, Kapital

Başka Bir Dünya Mümkün!

Sermaye özgürlük değil, her zaman kendi egemenliğini ister. Tüm bu savaşlar ve çatışma bölgeleri burjuvazinin halklara layık gördüğü ve dayattığı dünya tahayyülünden başka bir şey değildir.

Kapitalizm-Emperyalizm ve dolayısıyla onun bölgemizdeki uygulayıcısı Türk faşizmi, sınırları tanımayan, işgal rüyaları peşinde koşan, ülkesindeki halkların özgürlüğünü ve komşu halkların egemenliğini hiçe sayan bir olgudur. Bizler tüm bu emperyalist saldırganlığın karşısında bölgedeki halkların kurtuluşunun ve demokratik taleplerinin bayrağını yükseklere taşımalıyız.

Göçmen olan ve göçmen olmayan işçiler arasında eşit hak ve koşulların savunulması ve egemen sınıfların göçmen emeğini daha düşük bir değere indirgemesini engellenmesi konusunda netliğimizi enternasyonalist ideolojimizden almalıyız ve bu görevi kuşanmalıyız: Emperyalist savaşlara hayır! Göçmenler düşmanımız değildir!

İkinci Enternasyonal’in Yedinci Kongresi’nde Vladimir Lenin ve Rosa Luxemburg tarafından desteklenen karar bize ışık tutmaktadır:

“Kapitalist devletler arasındaki savaşlar, kural olarak, dünya pazarındaki rekabetin sonucudur, çünkü her devlet sadece mevcut pazarlarını güvence altına almak değil, aynı zamanda yenilerini de fethetmek istemektedir. Bunda yabancı halkların ve ülkelerin boyunduruk altına alınması önemli bir rol oynamaktadır. Bu savaşlar ayrıca, burjuva sınıf egemenliğinin ve işçi sınıfının ekonomik ve siyasi boyunduruk altına alınmasının başlıca araçlarından biri olan militarizmin durmak bilmeyen silahlanma yarışından da kaynaklanmaktadır.

Savaşlar, proleter kitleleri kendi sınıfsal görevlerinden olduğu kadar uluslararası dayanışma görevlerinden de uzaklaştırmak amacıyla egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda halklar arasında sistematik olarak beslenen ulusal önyargılar tarafından desteklenmektedir.”

Lenin’in Ölümünün 100. Yılı Anısına: Lenin’de Kararlılık ve İki Çizgi Mücadelesi SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi*

Rusya’da Marksist gruplar ortaya çıkamadan önce “devrimci” çalışmayı Narodikler yürütüyordu. Narodniklerin Çar’a karşı verdikleri mücadelede temel aldıkları sınıf köylülerdi. Rusya’da kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da gelişip büyümesine rağmen Narodnikler işçi sınıfını değil köylülüğün temel alınmasını savunuyor ve ancak köylülüğün Çar’ı ve toprak ağalarını devirebileceğini savunuyorlardı. Narodnikler bireysel “terörü” savunuyor ve bunun geniş halk yığınları üzerinde büyük etkiler yaratacağını düşünüyorlardı. İşçi sınıfının partisinin kurulmasına karşı çıkıyorlardı.

Narodniklere karşı esaslı mücadeleyi Plehanov yürüttü. Marksizm’in Rusya’ya yayılmasına Plehanov öncülük etti. Marks ve Engels’in birçok eserinin Rusçaya kazanılmasında Plehanov’un emeği büyüktür. “Emeğin Kurtuluşu” grubu, Rusya’da henüz sosyal-demokrat hareket olmadığı bir sırada kuruldu ve Rusya’ya Marksizm’i yaydı.

Narodniklerin savunduğu; 1- Kapitalizmin Rusya’da tesadüfen doğduğunu, gelişme imkânı olmadığı ve dolasıyla işçi sınıfının da gelişemeyeceği; 2- İşçi sınıfının gelişme şansının olmadığından hareketle, işçi sınıfının dikkate alınmaması; 3- Onlara göre tarihi yaratanın sınıflar ve sınıf mücadelesi olmadığı, tarihi yaratanın tek tek kahramanlar olduğu vb. görüşlerin tümünü çürüten Plehanov, Marksist görüşleri geliştirdi ve somut olarak ortaya koydu. Ancak Emeğin Kurtuluşu grubu süreç içinde yanlış görüşleri ileri sürdü ve bir anlamda Narodniklerin etkisinden kurtulmadı.

Bu dönem Rusya’da sosyal demokrat hareketin yavaş yavaş ortaya çıktığı dönemdi. 1884-1894 arasında sosyal demokrat hareket hala işçi sınıfı ve geniş halk kesimleriyle ilişki kurmamıştı. Lenin’in deyimiyle sosyal demokratlar daha “ana rahminde oluşum sürecini” geçiriyordu. Lenin, Emeğin Kurtuluşu için işçi sınıfı hareketine ilk adımı attı diyordu. Rusya’da sosyal demokrat hareketi işçi sınıfıyla buluşturma ve Emeğin Kurtuluşu grubunun hatalarını düzetme işini Lenin yerine getirdi.

Lenin, 1895 yılında Peterburg’ta sayısı yirmiyi aşkın işçi derneğini İşçi Sınıfının Kurtuluşu Uğrunda Savaşım Birliği’nde bir çatı altında birleştirerek, devrimci bir partinin kurulması için ilk ciddi adımı atmış oldu. 1898 yılının mart ayında Misk şehrinde ilk kongresini yapan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin kuruluşuna kadar Lenin, hem bu oluşum içinde yer alanlarla hem de dışındaki gruplarla yoğun bir iki çizgi mücadelesi yaşadı. Lenin, Narodniklere karşı verdiği savaşımın yanı sıra, Legal Marksistlere karşı verdiği savaşımda büyük bir yer tutuyordu. Legal Marksistler de Narodniklere karşı mücadele diyor ancak proleter devrimi bir kenara atıyorlardı.

Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin birinci kongresinde Lenin bulunamadı. Sürgünde olan Lenin, buna rağmen iki çizgi mücadelesini elden bırakmıyor ve anti-Marksist akımlara karşı mücadeleyi sürdürüyordu. Bu dönemde öne çıkan Ekonomistler idi. Ekonomistler, işçi sınıfının sadece ekonomik savaşımla uğraşması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Lenin “Ekonomistlerin bu yoldaki propagandalarını, Marksizm’den ayrılma, işçi sınıfı için bağımsız bir politik örgütün gereğini yadsıma ve işçi sınıfını burjuvazinin politik bir uydusu durumuna getirme çabası olarak anlıyordu.’’(55)

1898 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin kurulması ve birinci kongresini yapmasıyla parti tam olarak kurulmuş sayılmazdı. Her şeyden önce partinin tüzüğü ve programı yoktu. RSDİP’nin kuruluşundan sonra MK’nin tümünün yakalanması sonrası parti içinde büyük bir kargaşa meydana geldi. Bu dönemde öne çıkan iki çizgi mücadelesi, merkezileşmiş bir partinin gerekliliği ve buna karşı bunun gereksizliği üzerine yapılan tartışmalardı. Ekonomistler, bu işin en uçtaki temsilcileriydi.

RSDİP’in 2. Kongresi, 30 Temmuz 1903 tarihinde toplandı. Belçika’da toplanan kongre, polisin müdahale etmesi nedeniyle Londra’ya taşındı. 2. Kongresinin en önemli gündemi, parti programının tartışılıp kabul edilmesiydi. Yoğun bir iki çizgi mücadelesi yaşandı. Ekonomistler, Bundcular ve Marksistler arasındaki en önemli tartışma konusu, proletarya diktatörlüğü başlığıydı. Oportünistler, birçok sosyal demokrat partinin programında proletarya diktatörlüğü maddesinin olmadığından hareketle Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin programına proletarya diktatörlüğü maddesinin konmasına karşı çıkıyorlardı. Oportünistler, köylü sorununa ilişkin istemlerin parti programına alınmasına karşı çıkıyorlardı.

Bundcular ise ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına karşı çıkıyorlardı. Lenin, işçi sınıfının milli baskılara karşı savaşım yürütmesinin zorunlu olduğunu, parti programında bu maddenin yer almamasının proleter enternasyonalizmini bir yana bırakmak olduğunu söyleyerek bu görüşe karşı yoğun mücadele verdi. Kongre, Lenin önderliğinde hazırlanan parti programını kabul etti. Parti programı, biri azami, biri asgari olmak üzere iki kısımdan oluşuyordu. Azami program, işçi sınıfının iktidarı ele geçirdikten sonra sosyalist rejimi kurup proletarya diktatörlüğüne geçişi; asgari program ise önce Çar’ın devrilmesi, demokratik bir cumhuriyet ve 8 saatlik iş gününün kabul edilmesi, köylülüğün toprağa kavuşmasını hedefliyordu. Kongre, parti programını kabul ettikten sonra diğer bir konuya yani parti üyeliği sorununu tartışmaya geçti.

Bu konu yoğun bir iki çizgi mücadelesine sahne oldu. Lenin, parti üyeliği formülü olarak “partinin programını kabul eden, partiyi maddi bakımdan destekleyen ve parti örgütlerinden birinde üye olan herkesin parti üyesi olabileceğini” ileri sürerken Martov ise parti programının kabul edilmesi ve partiyi maddi olarak desteklemeyi kabul etmekle birlikte herhangi bir parti organında yer alınmasına karşı çıkıyordu. Lenin, üyelerin kendilerinin partiye kayıtlarını yapmalarını değil parti örgütlerinden biri tarafından kabul edilmesini disiplin açısından zorunlu görüyordu. Ancak dengeler birdenbire Bolşevikler aleyhine döndü ve parti üyeliği Martov’un önerdiği biçimde kabul edildi. Bolşevikler, mücadeleyi elden bırakmadılar. Kongre merkez komitesi seçimine gitmeden birkaç olay oldu. Bunlardan biri şuydu; Bund, parti içinde Rusya’da Yahudi işçilerin tek temsilcisi olarak kendilerinin kabul edilmesini istiyordu.

Kongre, Bundcuların bu isteğini reddetti. Bunun üzerine Bundcular kongreyi terk etti. Kongre, Ekonomistlerin ülke dışındaki birliğini partinin dış ülkelerdeki temsilcisi olarak kabul etmeyince Ekonomistler de kongreyi terk ettiler. Bu durumda Kongreyi terk eden delege sayısı toplam 7 oldu. Bu delegelerin Kongreyi terk etmeleriyle durum Leninistlerin lehine değişti. Ve kararlar Lenincilerin istediği gibi çıktı. 2. Kongrede kabul edilen program, SBKP’nin 8. Kongresinde kabul edilen yeni programa kadar RSDİP’in ana çizgisini belirledi.

  1. Kongreden sonra RSDİP içindeki yoğun bir çatışma yaşandı. Menşevikler hem MK içinde hem de Iskra yazı kurulunda Bolşeviklerle eşit düzeyde temsil edilmeyi önderdiler. RSDİP, bu öneriyi kabul etmedi. Böylece Menşevikler, Martov ve Troçki’yle ittifaka geçerek Bolşeviklere karşı bir blok oluşturdular. Plehanov, 2. Kongrede Lenin’le birlikte hareket etmesine rağmen Kongre sonrası Menşeviklerle birlikte hareket etti. Menşevikler, yeni Iskra’da parti üyeliği konusunda görüşlerini yenilemeye ve azınlığın çoğunluğa uymasını istemenin mekanik olacağı şeklindeki görüşlerini yaymaya başladılar. Lenin, iki çizgi arasındaki bu mücadeleye “Bir Adım İleri, İki Adım Geri’’ adlı yapıtıyla cevap verdi.

Rusya’da işçi sınıfının yükselen mücadelesi, askerlerin örgütlülüğü, köylülerin Çar’a karşı mücadelesi karşısında RSDİP’in yeni taktikler saptaması gerekiyordu. Menşeviklerin parti içindeki yıkıcı tavırları netliğe kavuşturulması gerekiyordu. Ancak Menşevikler 3. Kongrenin adını bile duymak istemiyorlardı. 3. Kongreye katılmaları için tüm Bolşevik ve Menşevik parti örgütleri kongreye çağrıldı. Ancak Menşevikler, katılmayı reddettiler ve ayrı bir kongre topladılar. Sayıca az oldukları için kongre yerine konferans adını verdiler.

RSDİP 3. Kongresi, 1905 Nisan’ında Londra’da toplandı. Kongre, Menşevikleri partiden kopmuş kesim olarak ilan etti. Kongre ile aynı zamanda Cenevre’de de Menşeviklerin Konferansı yapıldı. Lenin bu durumu “iki kongre, iki parti demektir” sözleriyle sapladı. “Kongre de, konferans da aslında aynı taktik sorunları görüşme konusu yaptılar; ama, bu sorunlarla ilgili olarak alınan kararların niteliği birbirine taban taban aykırıydı. Kongrede ve konferansta kabul edilen kararlardan her biri, üçüncü Parti Kongresi’yle Menşeviklerin konferansı, Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki taktik anlaşmazlıkları tüm derinliğiyle açığa vurdu.’’(56)

Anlaşmazlığın temel konusu taktik konulardaydı. “Üçüncü Parti Kongresinin taktik çizgisi; İlerlemekte olan devrimin burjuva-demokratik niteliğine ve bu devrimin, içinde yaşanılan şu anda kapitalizmin çerçevesi içinde mümkün olanın ötesine geçemeyeceğine karşın kongre, devrimin tam zaferinden en başta proletaryanın çıkarları olduğu, çünkü bu devrimin zafere ulaşmasının proletaryaya, kendisini örgütlemeye, politik bakımdan yükselmeye, emekçi halk yığınlarına öncülük etmede deyimce zenginleştirmeye ve burjuva devriminden sosyalist devrime  geçmeye olanak vereceği düşüncesindeydi.’’(57)

Menşevikler, Bolşeviklerin bu taktiğinin burjuva sınıfları devrimden ürküp sırt çevireceğini ve bu yüzdende devrimin hedefini daraltacağından hareketle devrimde köylülüğe rol vermeye karşı çıkıyor ve devrime burjuvazinin önderlik etmelerini savunuyorlardı. Menşevik konferans buna karşın şu taktiği benimsedi;

Devrim, madem ki, burjuva devrimdi, o halde devrimin öncüsü ancak liberal burjuvazi olabilirdi. Proletarya, köylüyle değil, liberal burjuvaziyle bağlaşma kurmalıydı. Önemli olan, liberal burjuvaziyi devrimcilikle ürkütmemek ve devrime sırt çevirmemesi için ona bahane vermemekti. Çünkü liberal burjuvazi devrime sırt çevirirse, devrim zayıf düşerdi.’’(58) Lenin Menşeviklerin bu tezini Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği adlı yapıtıyla sonradan yerle bir etti. RSDİP’nin 3. Kongresinde benimsediği ve Lenin’in geliştirdiği “Bu, Marksist partinin burjuva-demokratik devrimdeki taktik sorunları konusunda yeni ve Marksizmin silah deposunda o zamana dek bulunan taktik tezlerden temelden farklı bir tezdi. O zamana dek, örneğin Batı’da, burjuva devrimlerde öncülük rolü burjuvazideydi. Proletarya ister istemez burjuvazinin yardımcısı rolünü oynardı, köylü de burjuvazinin yedek gücü görevini görürdü. Marksistler böyle bir bileşimi, proletaryanın elden geldiğince kendisinin en acil sınıf isteklerini savunması ve kendi politik partisine sahip olması koşuluyla, aşağı yukarı kaçınılmaz bir şey sayarlardı. Lenin’e göre, yeni tarihsel koşullarda, artık durum değişmiştir; proletarya burjuva devrimin öncü gücüdür, burjuvaziyi devrimin yönetiminden uzaklaştırılmış ve köylü proletaryanın yedek gücü durumuna gelmiştir.’’

Devamla “Lenin, çarlığı devirmek ve demokratik cumhuriyeti kurmak için en önemli araç olarak, halkın zafere giden silahlı ayaklanmasını kabul ediyordu. Menşeviklerin tersine Lenin, ‘genel demokratik devrimci hareketin artık silahlı ayaklanmayı zorunlulaştırıldığı’ ve ‘partinin en önemli başlıca ve zorunlu görevlerinden biri olarak proletaryayı ayaklanmaya hazırlama işinin artık ‘gündeme girmiş olduğu’ ve ‘proletaryayı silahlandırma ve ayaklanmayı doğrudan yönetme olanağını sağlamak için en enerjik önlemleri almak’ gerektiği düşüncesindeydi.’’(59)

1905 devrimi Bolşeviklerin ön gördüğü şekilde gelişti. Köylüler büyük toprak ağalarının topraklarını işgal ederken ordu içindeki devrimci askerler Kronştad’daki Karadeniz filosunda ayaklanma yapıyor, işçiler ise Moskova ve diğer birçok şehirde silahlı ayaklanmalar yaparak barikatlarda savaşıyorlardı. Ayaklanma ülke çapında Çar birlikleri tarafından bastırıldı. Ve Rusya’da “gericilik yılları” olarak adlandırılan geçici bir geri çekilme söz konusu oldu. Ayaklanmadan sonra Bolşevikler ve Menşevikler arasında taktik konusunda farklı iki çizgi ortaya çıktı. Silahlı ayaklanmadan sonra Plehanov “silaha sarılmamalıydılar” diyerek RDSİP’e ciddi eleştiriler getirdi. Menşevikler, ayaklanmanın gereksiz olduğunu, sınıfa zarar verdiğini, ayaklanmaya girişmeden de mücadelenin yürütülebileceğini, barışçıl yoldan da başarıya ulaşılabileceğini savundular. Bolşevikler ise Menşeviklerin bu yaklaşımını tam bir ihanet olarak değerlendirdiler. Bu silahlı ayaklanmadan kazanılan deneyim, işçi sınıfının başarılı bir silahlı savaşım vereceğini gösterdi. Ve Lenin, Plehanov’un “silaha sarılmamalıydılar” değerlendirmesine karşın şunları dile getirdi; “Tam tersine, silaha daha kararlı, daha enerjik ve daha keskin bir saldırı atılımıyla sarılmalıydık; yığınlara öyle yalnız kavgasız barışçı yoldan grevlerle yetinilemeyeceğini ve amansız silahlı savaşımların kaçınılmaz olduğunu anlatmalıydık.’’(60)

1905 devrimi yenilgiyle sonuçlanınca Bolşevikler yeni taktik politikalar geliştirdiler. Duma seçimlerinde izlenecek taktik üzerine Tammerfors’ta yapılan parti konferansında Bolşevikler, Birinci Devlet Dumasını boykot kararı aldılar. Ve partinin birliğini yeniden sağlamak için Menşeviklere öneri de bulundular. Partinin birleşmesi aynı zamanda işçilerin de istemiydi. Lenin birleşmeden yanaydı. Ancak sorunların üzerini örten bir birlikten yana da değildi.

Kongrede, devrim sorunlarının tüm yönleriyle tartışıldığı ve bunun işçiler tarafından da bilinmesini istiyordu. RSDİP’in “birlik kongresi” olarak da bilinen 4. Parti Kongresi Nisan 1906’da İsveç’te toplandı. 1905 yenilgisinden sonra Bolşevikler birçok parti örgütünü kaybetmişti. Menşevikler ise Marksizm’le ilgisi olamayan birçok unsuru saflarına almışlardı. Kongrede Menşevikler çoğunluktaydı. Kongrede kıyasıya bir iki çizgi mücadelesi yaşandı. Tartışmalar; toprak sorunu, içinden geçilen sürecin değerlendirilmesi ve işçi sınıfının görevlerinin belirlenmesi, Devlet Duma’sına karşı tavır sorunu idi. Lenin, Çar’ın devrilmesinden sonra toprağın millileştirilmesini savundu. Menşevikler ise bir belediye programıyla geldiler ve toprağın belediyelerin emrine verilmesini savundular. Kongrede, Menşeviklerin programı oy çoğunluğuyla kabul edildi. Kongreden sonra Menşeviklerle Bolşevikler arasındaki iki çizgi mücadelesi daha da yoğunlaştı.

İkinci Devlet Duması konusunda Bolşevikler yeni bir taktikle Duma’ya katılmaya karar verdiler. Buna karşın Menşevikler ise Duma’ya Çarlık hükümetini yola getirme gözüyle bakıyor ve Anayasacı Demokratlarla bir anlaşmaya varılarak Duma’da onların desteklenmesini istiyorlardı. Bolşevik parti örgütleri buna karşı çıkıyor ve partinin bir an önce kongreye gitmesini savunuyorlardı. Mayıs 1907’de Londra’da RSDİP’nin 5. Kongresi toplandı. Kongreye toplam 336 delege katıldı. Kongrenin başlıca konusu; burjuva partilerine karşı izlenecek tutumdu. Kongre, Bolşeviklerin çizgisini onayladı. “Rus Halkının Birliği, Monarşistler, Birleşmiş Soylular Kurulu gibi bütün aşırı gerici partilere karşı, gerek 17 Ekim Birliği’ne (Oktobrisler), Ticaret ve Sanayi Partisi’ne Barışçı Yenilik Partisi’ne karşı amansız bir savaşım yürütülmesine karar verdi. Bütün bu partiler açıktan açığa karşı-devrimciydiler.’’(61)

1905 devriminin yenilgiye uğramasından sonra RSDİP içinde Menşevikler yeni bir devrim yükselişine inanmıyorlardı. Panik içinde geri çekiliyorlardı. RSDİP’in programının emrettiği gibi hareket etmiyor, partinin devrimci sloganlarından vazgeçiyorlardı. RSDİP’in dağıtılmasını istiyorlardı. Bu aynı zamanda Menşeviklerin yeni bir çizgide demirlemesini de getirdi. Menşevikler bu görüşlerinden dolayı parti içinde “Likidatörler” olarak anılmaya başlandı. Bu karşın Bolşevikler, birkaç yıl içinde yeni bir devrimci yükselişin olacağına inanıyorlardı. Partinin bu yükselişe önderlik etmesini ve kitleleri örgütlemeyle karşı karşıya olduklarını savunuyorlardı.

Lenin, Likidatörlüğün henüz yeni yeni filizlendiği ilk günden başlayarak bu akıma karşı mücadeleyi elden bırakmadı. Onları RSDİP içinde liberal burjuvazinin ajanları olarak görüyordu. Aralık 1908’de RSDİP’nin Tüm Rusya Konferansı, Paris’te toplandı. Lenin’in önerisi üzerine konferans, Likidatörlüğü bir kısım partili aydının, Menşeviklerin “RSDİP’nin mevcut örgütünü dağıtıp ortadan kaldırma ve yerine parti programından, taktiklerinden ve geleneklerinden açıkça vazgeçme pahasına, onu ve ne olduğu belirsiz legal çalışan bir dernek haline getirme” girişimiyle suçladı.

Konferans, tüm partiyi bu yeni çizgiye çarşı savaşmaya çağırdı. Menşevikler konferansın bu kararına uymadılar. Onlar Çar’dan legal bir parti için söz almak istiyorlardı. Ve aynı zamanda 8 saatlik iş günü ve toprak ağalarının topraklarına el koymaktan vazgeçiyorlardı. Bolşevikler sadece Menşeviklere karşı değil aynı zamanda oportünizmlerini “sol” lafazanlıkla maskeleyen Otzovistlere karşı da uzlaşmaz bir savaşım veriyorlardı.

Otzovistler, eski bir kısım Bolşeviklerden oluyordu. Bunlar her türlü legal mücadeleye karşı çıkıyor ve işçi temsilcilerinin Devlet Duma’sından geri alınmalarını savunuyorlardı. 1909 yılında Otzovistlerin durumunu görüşen Bolşevikler, bunları tüm parti örgütlerinden atarak hiçbir ilişkilerinin kalmadığını açıkladı.

RSDİP iki cepheden likidatörler ve otzovistlere karşı savaşım yürütürken Troçki Menşevikleri destekliyordu. O, 1912 yılında sonraları RSDİP içinde Ağustos Bloğu olarak tabir edilen bloğun kurucusu oldu. RSDİP içinde tüm parti aleyhtarı grupları biraraya getiren Troçki, tüm temel meselelerde Menşevikler gibi düşünüyordu. Troçkisler, RSDİP içinde orta yolcu bir politik çizginin temsilcisi durumundaydılar. Stalin “orta yolculuk politik bir kavramdır. Orta yolculuğun ideolojisi uzlaştırıcı bir ideolojidir; ortak bir parti çerçevesi içinde proletaryanın çıkarlarını, küçük-burjuvazinin çıkarlarına bağımlılaştıran bir ideolojidir. Bu ideoloji Leninizm’e yabancı ve temelden aykırıdır(62) diyordu.

Likidatörlere ve Otzovistlere karşı RSDİP içinde yürütülen mücadele, Bolşevikleri nihayet bir parti çatısı altında sıkı sıkıya kenetlenmiş bir partide birleştirme fikrini doğurdu. Bu sadece parti içinde oportünizme karşı değil, aynı zamanda işçi sınıfı güçlerini biraraya toplama için de zorunluydu. Bunun için oportünist çizgileri partiden temizlemek gerekiyordu. Bolşevikler, Menşeviklerle artık aynı parti içinde kalmak istemiyorlardı. Ancak sorun sadece Menşeviklerden arınma değil aynı zamanda onlardan ayrıldıktan sonra yeni tipte bir parti kurmaktı. Oportünizmden arınmış bu yeni tipte parti, Batı Avrupa’daki sosyal demokrat partilerden de farklı bir parti olmak zorundaydı.

Bolşevikler, gerçek devrimci ve Marksist bir partiye sahip olmak amacı taşıyanların hepsi için örnek olabilecek yeni bir partiyi, bolşevik partisini yaratmak istiyorlardı. Bolşevikler, ta eski Iskra gazetesi günlerinden bu yana böyle bir parti hazırlıyorlardı. Bu hazırlık çalışmalarında Lenin’in Ne Yapmalı?, İki Taktik vb. gibi yapıtları belirleyici bir rol oynadı. Lenin, böyle bir partiyi, ideolojik bakımdan Ne Yapmalı? adlı yapıtında, örgütsel bakımdan Bir Adım İleri, İki Adım Geri adlı yapında hazırladı. Politik bakımdan Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği adlı yapıtında ve böyle bir partinin teorik bakımdan silahlanmasını da, Materyalizm ve Ampirio-kriztisizm adlı yapıtında sağladı.”(63)

  1. Parti Konferansı, Menşevikleri partiden atıp, yeni tipte partiyi kurma görevini yerine getirmek için Ocak 1912’de Prag’ta toplandı. Konferans, parti mekanizmalarının yenilendiğini ve ortaya çıktığından bu yana RSDİP için en zor yılların gericilik yılları olduğunu açıkladı. Konferans bildirisinde şöyle deniliyordu; “Rusya Sosyal Demokrat Partisi’nin yalnız bayrağı değil programı ve devrimci geleneği de ayakta kaldı; proletarya partisi takibat ve baskılarla zayıflatılmasına karşın; hiçbir zaman parçalanmaya uğratılamadı, onun yaşamasına engel olunamadı.’’(64) Prag Konferansı, oportünizme karşı yürüttüğü mücadelenin bütünlüklü bir muhasebesini yaptı ve Menşevikleri partiden atmayı kararlaştırdı. Konferans, partinin acil politik sloganı olarak 8 saatlik iş günü ve toprak ağalarının topraklarına el koyma sloganını ileri sürdü.

1912 yılından, I. Emperyalist Savaşın öngününe kadar Rusya’da işçi sınıfının mücadelesi giderek büyümeye başladı. 1914 başında işçi sınıfının grevleri durmak bilmiyordu. Bolşevikler her alanda gelişirken, Menşevikler ise sürekli olarak kan kaybediyorlardı. I. Emperyalist Savaşın kaçınılmaz bir hal aldığı bir dönemde Bolşeviklerin çıkacak emperyalist savaşa karşı tutumları açıktı. Çarlık, 14 Temmuz 1914’te genel seferberlik ilan etti.

1 Ağustos’ta ise Almanya Rusya’ya savaş ilan etti. Savaşın patlak vermesinden sonra Bolşeviklerle diğer küçük burjuva partileri arasında savaş konusunda iki çizgi mücadelesi yoğun ve açık bir şekilde sürdü. Liberal burjuvazinin partisi (Anayasacı Demokrat Parti) muhalefet partisi gibi hareket etmesine rağmen Çarlık hükümetinin dış politikasını olduğu gibi destekliyordu. Sosyalist-Devrimciler ve Menşevikler, sosyalizm bayrağını yüzlerine bir maske olarak takıp savaşın emperyalist yağmacı bir savaş olduğunu halktan gizliyorlardı. Sadece Bolşevikler doğru Marksist tavır koydular. Bolşevikler, savaşın başından beri yağmacı ve yabancı toprakları ele geçirme savaşı olduğunu savunarak, savaşa karşı tutum geliştirdiler. Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme Bolşeviklerin sloganı idi.

Çar, tüm cephelerde yenilgiye uğruyordu. Rusya’da açlık başgösterdi. Halk artık savaşmak istemiyordu. Bolşevikler, Rusya’da savaşa karşı geliştirdikleri Marksist tutumla, işçi sınıfı, köylülük ve askerler içinde örgütlendiler. Çar, bütün alanlarda yenilgiye uğradı ve Şubat 1917’de Rusya’da İşçi ve Asker Sovyetleri kuruldu ve ardından geçici hükümet kuruldu. Bu, ikili iktidardı. Bolşevikler, Nisan’dan itibaren ikili iktidara son vermeyi ve sosyalist devrime geçmeyi savundu.

Bolşeviklerin 6. Kongresi, Petrograt’da toplandı. Bolşevikler ikili iktidardan çekildiler. İkili iktidar sona ermiş ve tüm iktidar geçici olarak hükümetin eline geçti. 6. Kongre toplandığında burjuva basın, tüm Bolşeviklerin tutuklanmasını istiyordu. Lenin arandığı için 6. Kongreye katılamadı. Kongre iki çizgi mücadelesi iktidarın alınması ya da burjuvaziyle birlikte bu işe devam etmesi üzerine yapılan tartışmalarla geçti. Kongre, Troçki’nin partiye alınmasını kabul etti. Troçki, kongrede iktidarı ele geçirme kararına ancak Batı’da proleter devrim olursa Rusya’nın sosyalizme geçmesi gerektiğini savundu. Buharin ise köylülüğün savaş yanlısı bir ruh hali taşıdığı ve burjuvaziyle uzlaştığı için proletaryanın arkasından gelmeyeceğini savundu. Kongre tüm bu çizgileri reddetti ve Bolşeviklerin ekonomik programını görüşüp onayladı. Kongre, sosyalist devrimde işçi sınıfı ve köylülüğün bağlaşması konusunda Lenin’in tezini onayladı. Sendikaların tarafsız olması gerektiği şeklindeki Menşevik tezi reddetti. Kongrede Troçki, Kamenev, Rikov başta olmak üzere Lenin’in karşı devrimcilerin mahkemesine çıkmasını ve yargılanmasını önerdiler. Kongre bu öneriyi reddetti ve Lenin’in mahkemeye gitmemesini kararlaştırdı.

Ekim Devrimi’ni takip eden aylarda halk, büyük bir yoksulluk içinde Bolşeviklerden açlığa son verilmesini ve savaşın sona erdirilmesini istiyordu. Bolşevikler için bir soluklanma dönemi şarttı. Emperyalist güçlerle savaşı devam ettirmek o şartlara pek uygun değildi. Bundan dolayı Bolşevikler, adil bir barış çağrısında bulundular. Fransa ve İngiltere bu çağrıya olumsuz cevap verdi. Bunun üzerine Bolşevikler, Almanya ve Avusturya’yla görüşmeye karar verdi. Görüşmeler, 3 Aralık’ta Brest-Litovsk’ta başladı ve 5 Aralık’ta da bir ateşkes anlaşması imzalandı. Barış anlaşması konusunda RSDİP partisi içinde ve dışında iki çizgi ortaya kondu. Menşevikler ve Sosyalist devrimciler tüm güçleriyle barış anlaşmasına karşı yoğun bir propaganda başlattılar.

İçte de başta Troçki, Radek ve Piatokov’la birlikte kendilerine “Sol Komünistler” adını veren Buharin barış görüşmelerine karşı çıkıyor ve parti içinde Lenin’i hedef gösteriyorlardı. 10 Şubat günü barış görüşmeleri kesildi. Buna neden olan Troçki idi. Sovyetler adına Brest-Litovsk’ta bulunan ve barış görüşmeleriyle görevlendirilen Troçki, Almanlarla anlaşmayı reddedince savaş yeniden başladı. Troçki’nin ihaneti Sovyetler’e pahalıya mal oldu ve daha ağır şartları Sovyetler, 23 Şubat 1918’de kabul etmek zorunda kaldı. Barış konusunu karara bağlamak için 7. Parti Kongresi 6 Mart 1918’de toplandı. Bu kongre, iktidarın ele geçirilmesinden sonra yapılan ilk parti kongresiydi. Kongrede Lenin, Brest-Litovsk barışı konusunda yaptığı konuşmada, “parti içinde bir ‘sol’ muhalefetin ortaya çıkması yüzünden partinin geçirmekte olduğu ağır buhran, Rus devriminin karşı karşıya olduğu en büyük buhranlardan biridir’’ değerlendirmesinde bulundu. Kongre, Lenin’in barış konusundaki politik tutumunu onayladı. Barış konusu genç Sovyetler’e zaman kazandırdı. Sovyetler’in zaman kazanması ve güçlenmesini sağladı. Barış Anlaşması sonrasında Almanlar yenilince tüm anlaşmalar da kendiliğinden sona erdi.

Bolşevik partisinin 8. Kongresi Mart 1919’da topladı. Sovyetler birçok cepheden kuşatılmış, İtilaf Devletleri Sovyet Rusya’ya karşı gerici blok daha da güçlenmiş ve içteki karşı devrimci ayaklanmalar Sovyet Rusya’yı zor durumda bırakırken 8. Parti Kongresi toplandı. 8. Kongre yeni bir programı kabul etti. Bu programın sosyalizmin ihtiyaçlarına göre şekillenmesi büyük bir önemdeydi. Kongre, emperyalizm geniş bir şekilde yeniden açıklıyor ve iki sistemin, sosyalizm ve burjuva sisteminin bir karşılaştırmasını yapıyor ve partinin sosyalizm uğrundaki savaşımın somut görevlerini belirliyordu.

Bu görevler şöyle açıklandı; Burjuvaziyi mülksüzleştirmenin tamamlanması, ülke ekonomisinin tek bir sosyalist plana göre yöneltilmesi, sendikaların ulusal ekonominin örgütlenmesine katılması, burjuva uzmanlardan yararlanma, köylülüğün adım adım sosyalist kuruluş çalışmalarına katılması. Kongrede ekonomik program ve diğer birçok konuda iki çizgi mücadelesi içinde şekillendi. Buharin bu işin başını çekenlerden biriydi, Buharin, Lenin’in “ekonomik sistemimizin karmaşıklığının göz önünde bulundurmasını, ülkede orta köylülerin temsil ettiği küçük emtia üretimi de içinde olmak üzere, farklı ekonomik biçimlenmelerin varlığını programda belirtmeyi zorunlu” sayıyordu. Bunun için Lenin, program görüşülürken kapitalizmle, küçük emtia üretimiyle, orta köylü ekonomisiyle ilgili noktaların programdan çıkartılmasını öneren Buharin’in Bolşevizm aleyhtarı görüşlerine şiddetle karşı koydu. Buhari’nin görüşleri, Sovyet devletinde orta köylülerin rolünün Menşevikçe, Troşkistçe bir yadsıması demekti. Buharin, aynı zamanda köylülerin küçük meta üretiminden kulakların üreyip geliştiği gerçeğini de görmezlikten geliyordu.’’(65)

Kongre ulusal sorunda da Bolşeviklerin çizgisini kabul ederken, Buharin ve Piattakov’un ulusal sorundaki yaklaşımlarını çürüttü. Onlar programda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının yer almasını istemiyorlardı. 8. Kongre köylülüğün sorununu da bir çözüm getirdi. Buna göre yoksul köylüye güvenme, orta köylülükle bağlaşma ve kulaklara kaşı savaşım yürütülmesi kararlaştırıldı. Kongrede askeri sorunda da iki çizgi mücadelesi yaşandı. Ortaya “askeri muhalefet” diye bir grup çıktı. Bu muhalefet eski “sol komünistler” ve ordu içindeki partililerden oluşuyordu. Bu muhalefet düzenli orduya karşı çıkıyor, orduda disipline karşı çıkıyor ve askeri uzmanlardan yararlanılmasını savunuyorlardı

  1. Parti Kongresi, iç savaş yıllarında karşı devrimci ayaklanmalara önderlik eden Denikin ve Kolçak’ın yenilgiye uğratılmasından sonra Mart 1920 tarihinde toplandı. Kongre ulaşım, akaryakıt, demir-çelik sanayinin kalkındırılması ve ülkenin elektriklendirilmesini hedef alan tek bir sosyalist ekonomik planın uygulanmasını içeriyordu. Kongrede tüm bu konularda yoğun bir iki çizgi mücadelesi yaşandı. Kongre, sanayinin tek elden yönetmesi ve yöneticilerin kişisel sorumluluğuna karşı çıkarak sanayinin yönetiminde sınırsız bir grup yönetimini ve kişisel sorumluluğu savunan ve kendisine “demokratik merkeziyetçilik” adını veren grubu yenilgiye uğrattı. Bu muhalefetin başını Sapronov, Osinski, V.Smirnov çekiyor, Rikov ve Tomski de kongrede bunları destekliyordu.
  2. Parti Kongresinden sonra parti içinde yaşanan iki çizgi mücadelesi birçok konuda devam etmekle kalmadı. Bu tartışmalarda Sovyetler’i zayıflatmak için birçok grup birleşerek Bolşeviklere karşı saldırıya geçti. İki çizgi esas olarak savaş sonrası ekonomik kalkınma konularında sürüyordu. Parti, savaşın devam ettiği yıllarda uyguladığı savaş komünizminin artık kaldırılması gerektiğini ve fazla ürünlerin bir aynı vergi sistemi getirilerek fazla ürünlerin köylüler tarafından istendiği gibi kullanılması dönemine geçilmesi ve böylece sanayinin canlanmasını savunuyor ve bunun için sendikaların desteğinin alınmasını savunurken, parti içindeki muhalefet böyle düşünmüyor, Troçkistler, işçilerin muhalefeti, sol komünistler, demokratik merkeziyetçiler barış içinde sanayinin kalkındırılmasına karşı çıkıyor, bunların bir kısmı savaş komünizmine devamı savunurken, bir kısmı ise ekonominin kalkınmasında partinin geri çekilmesini ve her şeyin sendikalara bırakılmasını savunuyorlardı.
  3. Parti Kongresi Rusya’da yaşanan bu tartışmaların içinde 8 Mart 1921’de toplandı. Kongre, sendikalar sorununda geniş bir değerlendirme yaptı ve Lenin önerisini kabul etti. Kongre, parti içindeki bütün kliklerin dağıtılmasını kararlaştırdı. Kongre, kararlara uymayan, merkez komitesi içinde klikçi çalışmalara göz yuman bunların merkez komitesinden çıkartılmasını karar altına aldı. Bütün bu kararlar, Lenin’in önerdiği ve kongrenin kabul ettiği “parti birliği üzerine” kararında somutlaştırıldı. Ve Kongre (NEP) yeni ekonomik politikayı onayladı.

NEP’in doğru bir politik karar olduğu, daha ilk yılında verimi verdi. NEP, işçi ve köylüler arasında yeni bir ittifak geliştirdi. Proletarya diktatörlüğünün gücü gelişti. Kulakların vurgunculuğuna son verildi. Sovyet hükümeti, NEP döneminde de tüm ekonomi üzerinde denetimini sağlamlaştırdı. 11. Parti Kongresi bu şartlar içinde toplandı. Ve Lenin kongrede “Bir yıldan buyana geri çekiliyoruz. Parti adına artık bunu durdurmalıyız. Geri çekilmekte güdülen amaç elde edilmiştir. Bu dönem artık sona ermek üzeredir ya da sona ermiş bulunmaktadır. Şimdi amacımız farlıdır-güçlerimizi yeniden bir araya getirmektir.”(66) 11. Parti Kongresinden sonra ekonomik atılımlar yeni hamlelerle devam ettirildi. Ekim 1922’de Sovyetler büyük bir zaferi kutladı. İşgalcilerin elinde kalan son Sovyet toprağı Vladisvokstok Japonların elinden kurtarıldı. Aralık 1922 yılında, Sovyetler’in 1. Kongresi toplandı. Lenin ve Stalin’in öneriyle Sovyet milliyetlerinin geçici bir devlet birliği, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) kuruldu.

  1. Parti Kongresi, Nisan 1923’te toplandı. Sovyetler’in kurulmasından sonra Lenin’in katılmadığı ilk kongreydi. Kongre, Lenin’in son mektuplarında dile getirdiği tüm hususları göz önünde bulundurdu. Kongre, Yeni Ekonomik Politika’yı, sosyalizmden vazgeçmeyi ve kapitalizme teslim olma olarak anlayanların teorik görüşlerini çürüttü. Kongrede Troçki ve onu destekleyen Radek ve Krasin, Sovyetler için can alıcı sanayi kollarının ayrıcalıklarını yabancı tekellere verilmesini istiyorlardı. Bununla da kalmayıp Çar’ın dış devletlere olan borçlarının üslenilmesini istiyorlardı. Kongre tüm bu önerileri reddetti. Buharin ve Sokonikov daha kongre öncesi, dış ticaret üzerindeki devlet tekelinin kaldırılmasını istiyorlardı. Bu önerinin temelinde de yeni ekonomik politikanın kapitalizme teslim olunması olarak görülmesinden ileri geliyordu. Kongrede iki çizgi mücadelesinin yoğun olarak yaşandığı bir diğer konuda ulusal sorundu. Stalin’in hazırlayıp sunduğu raporda “ulusal sorundaki politikamızın uluslararası önemini açıkladı. Sovyetler Birliği, ulusal sorunu çözüme bağlamakta ve ulusal baskıyı ortadan kaldırmakta, Doğu’nun ve Batı’nın ezilen halkaları için bir örnekti. Stalin, Sovyetler Birliği milliyetleri arasındaki ekonomik ve kültürel eşitsizliği ortadan kaldırmak için enerjik önlemler almanın zorunlu olduğunu belirtti. Ulusal sorundaki saptamalara karşı, Büyük–Rus şovenizmine ve sorundaki saptamalara karşı, Büyük–Rus şovenizmine ve yerel burjuva milliyetçiliğine karşı, partiyi kararlı bir savaşıma çağırdı.

Kongrede, milliyetçi saptamacılar ve bunların ulusal azınlıklara karşı egemen-ulus politikası açığa çıkartıldı. O sıralarda, Gürcü milliyetçi sapmacı Mdivani ve ötekiler partiye karşı çıkıyorlardı. Bunlar, Trankafkasya federasyonunun kurulmasına ve Transkafkasya milliyetleri arasında dostluğun güçlendirilmesine karşıydılar. Bu sapmacılar, Gürcistan’daki öteki milliyetlerden haklara karşı tam bir egemen-ulus şovenizmi gibi davranıyorlardı. Gürcü olmayanları, özellikle Ermenileri Tiflis’ten yığınlar halinde sürüyorlardı; öyle bir yasa kabul etmişlerdi ki, bu yasa Gürcü olmayanlarla evlenen Gürcü kadınlarının Gürcistan yurttaşlığından çıkartılması hükmünü taşıyordu. Gürcü milliyetçi sapmacılar Troçki, Radek, Buharin Skripnik ve Rakovski destekliyordu.’’(67)

Kongre sonrası ekonomik alanda istenilen düzeyde başarılar elde edilemedi. Sanayi hala savaş öncesi düzeyin altında bulunuyordu. Sanayi ülkenin artan gereksinimi altında bulunuyordu. 1923 yılının sonlarında ülkede hala bir milyon işsiz vardı. Köylülerin hububat satışlarından elde ettikleri paranın değeri hızla düşmüştü. Troçki o dönem Ulusal Ekonomi Yüksek Konseyi’nde bulunuyordu. Troçki, Pyatakov’la birlikte güya sanayiyi geliştirmek için bütün yöneticilere mamul maddelerin satışından daha fazla kâr elde etmek için talimatlar verdiler. Bu durum köylüleri oldukça zor duruma soktu ve köylüler mamul madde almaktan vazgeçtiler.

Troçkistler Lenin’in hastalığını da fırsat bilerek parti içinde yeni bir atağa geçtiler. Troşki, ekonomik alanda yeni bir çizgi geliştirmek için, parti içindeki, tüm anti-Leninist unsurları bir araya getirerek yeni bir muhalefet programı oluşturdu. Bunlara “Muhalif Kırkaltılar” denildi. Demokratik Merkeziyetçiler, Sol Komünistler ve İşçilerin Muhalefeti gruplarının biraraya gelerek oluşturdukları program, ağır bir ekonomik buhranın olacağını ve bununda Sovyetler’i mahvedeceği, bunun atlatılması içinde parti içinde kliklere ve gruplara izin verilmesi isteniyordu. Troçkistler hazırladıkları dokümanları tüm parti örgütlerine yolladılar ve partiyi bu konularda tartışmaya çağırdılar. Parti içinde açılan tartışmalarda Troçkistler yenilgiye uğradılar.

Kasım 1924 yılında 13. Parti Konferansı toplandı. Konferans yapılan tartışmaların bir değerlendirmesini yaptı ve Troçkist muhalefeti, Marksizm’den bir küçük burjuva sapma olarak mahkum etti. Troçkistler kendi çizgilerini daha da ileri düzeyde savunmaya devam ettiler. Troçki 1924 güzünde “Ekim Dersleri” adıyla yayımladığı bir yazıda Leninizm yerine Troçkizm’i koyarak Leninizm’e saldırdı. Buna karşı Stalin Troçki’nin bu çizgisine karşı Leninizm ilkeleri adlı eseriyle Troçkizm’i mahkum etti. 21 Ocak 1924’te Lenin hayata veda etti. Lenin’in ölümü Bolşevik Parti içinde bir kenetlenmeyi birlikte getirdi.

  1. Parti Kongresi, Mayıs 1924 tarihinde toplandı. Kongre 14. Parti Konferansında kararlaştırılan Troçkizm’in küçük burjuva bir sapma olduğu kararını onayladı. Kongre, kentle köy arasındaki bağı güçlendirmek için hafif sanayinin daha da geliştirilmesinin zorunlu olduğunu belirtti. Kongre, İç Ticaret Halk Komiserliği’nin kurulmasını kararlaştırdı ve ticaretle uğraşan bütün kurumların önüne pazarı denetleme görevi koydu ve özel sermeyenin ticaret alanından kovulması görevini benimsedi. Kongre, köylülere devlet kredilerinin azamiye çıkartılmasını ve böylece tefecilerin bu alandan silinmesi kararı aldı. Kongre ayrıca kooperatif hareketinin geliştirilmesi kararı aldı.

Ekonomik ilerleme işçilerin ve köylülerin yaşam seviyelerini yükseltmiş, 1924-1925 yılında Sovyetler köylülere yardım için 290 milyon ruple ayırdı. “Ulusal ekonomiyi yeniden-kurma çalışmaları tamamlanmak üzereydi. Ama, Sovyetler Birliği için, sosyalist kuruluş halindeki bir ülke için, yalnızca ekonominin yeniden –kuruluşu, yalnızca savaş öncesindeki düzeye ulaşmış olması yeterli olamazdı. Savaş öncesi düzey, geri bir ülkenin düzeyiydi. Daha ileriye gitmek gerekiyordu. Sovyet devletinin elde ettiği uzun soluk alma dönemi böyle bir gelişme için olanaklar taşıyordu.

Ama bu, tüm ivediliğiyle bir sorunu da yanında getiriyordu; Gelişmemizin ve kuruluşumuzun izleyeceği çizgi ve niteliği ne olacaktı, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi nasıl bir gelecek bekliyordu? Ekonomik gelişme sosyalizm yönünde mi olacaktı, yoksa başka bir çizgi mi izleyecekti? Sosyalist bir ekonomi sistemi kurmalı mıydık ya da kurabilir miydik; yoksa biz başka bir ekonomi sistemini, kapitalist ekonomi sistemini doğuracak koşulları mı hazırlıyorduk? Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nde sosyalist bir ekonomi sistemi kurmak olanaklı mıydı; olanaklıysa bunun kapitalist ülkelerde devrimin gecikmesi koşullarında, kapitalizmin istikrara kavuştuğu koşullarda gerçekleştirmesinin olanakları var mıydı?

Ülkede sosyalizmin güçlerini her bakımdan güçlendirmekle ve artırmakla birlikte gene de belli bir ölçüde kapitalizmin gelişmesi olanağını veren Yeni Ekonomik Politika yoluyla bir sosyalist ekonomi sistemi kurabilir miydik? Bir sosyalist ekonomi sistemi nasıl kurulacaktı, bu kuruluşa nerden başlanacaktı. Bütün bu sorunlar, yeniden-kuruluş döneminin sorunlarına doğru, partinin karşısına, artık teorik sorunlar olarak değil, pratik sorunlar, ekonomik kuruluşun güncel sorunları olarak dikildi. (…) Evet dedi parti, ülkemizde sosyalist ekonomi kurulabilir, kurulmalıdır; çünkü sosyalist bir ekonomi sistemini kurmak ve tam bir sosyalist toplum kurmak için zorunlu olan her şeye sahibiz. 1917 Ekim’inde işçi sınıfı kendi politik diktatörlüğünü kurarak kapitalizmi politik bakımdan yenmişti. O zamandan buyana, Sovyet Hükümeti, Kapitalizmin ekonomik gücünü çökertme ve bir sosyalist ekonomi sistemi kurma uğrunda gerekli koşulları yaratmak için her türlü önlemi almıştı.’’(68)

SBKP’nin bu çizgisine karşı Torçkistler Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin zafere ulaşmasına inanmıyorlardı. Partinin çizisine karşı Troçkistler, “Sürekli Devrim Teorisi”ni ileri sürdüler. Buharinciler açıktan bir çizgi ileri sürmeseler de, diğer taraftan “burjuvazinin sosyalizme barış içinde ilerlemesini öngören kendi ‘teorilerini’ öne sürdüler”. Ve bunu yeni bir sloganla “zenginleşin” sloganıyla ileri sürdüler. Zinovyev ve Kamenev, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin teknik olarak geri olmasından dolayı sosyalizmin zaferinin mümkün olmadığını ileri sürdüler.

  1. Parti Kongresi, parti içinde sosyalizmin zaferi konusunun mümkün olup olmadığı konusunda yaşanan iki çizgi mücadelesinin yoğun tartışmaları içinde Aralık 1925 tarihinde toplandı. Parti tarihinde Leningrad gibi parti merkezinin tüm delegelerinin MK’ya karşı toptan tavır almaya hazırlandığını gösteren bir durum hiç yaşanmamıştı. MK adına raporu Stalin sundu. Stalin, Sovyetler Birliği’nin politik ve ekonomik alandaki yükselişini dile getirdi ve gelinen noktada durmamak gerektiğini vurguladı. Stalin, Sovyetler’in kapitalist ülkelere bağımlılıktan kurtulan bir ülke seviyesine gelmeyle karşı karşıya olması gerektiğini vurguladı. Zinovyevciler, partinin genel çizgisine karşı harekeye geçtiler.
  2. Onlar partinin sosyalist sanayileşme politikasına karşı çıkarak, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin esas olarak hammadde ve tarım alanında üretim yapan ve ihraç eden bir ülke olarak kalmasını savunuyorlardı. Kongre, Zinovyecilerin ekonomik “plan” olarak ileri sürdüğü bu programı reddetti. Devlet sanayinin sosyalist olmadığı, yolundaki tezler ve aynı şekilde köylülüğün işçi sınıfının bir bağlaşığı olmadığı savı da kongrede mahkum edildi. Ekonomik alandaki sorunlar üzerindeki tartışmaları gözden geçiren kongre şu ünlü kararı aldı. “Kongre, ekonomik gelişme alanında, proletarya diktatörlüğünün ülkesi olan ülkemizde, ‘tam bir sosyalist toplum kurmak için zorunlu bütün önkoşulların’ (Lenin) varolduğu görüşündedir. Kongre, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde sosyalist kuruluşun zaferi uğrundaki savaşımın partimizin başlıca görevi olduğunu kabul eder. 14. Kongre, partinin yeni tüzüğünü onayladı. Ve 14. Parti Kongresi’nden itibaren partimiz, Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevikler) SBKP(B) adını taşımaya başladı.’’(69)

Zinovyevciler, kongrede yenilgiye uğramalarına rağmen, kongre sonrası parti kararlarına uymadılar ve kendi çizgilerinin propagandasını yaymaya devam ettiler. Zinovyevciler, kongreden sonra Komünist Gençler Birliği Leningrad Komitesi’ni bir toplantıya çağırdı. Bu komitenin yönetici grubu Zinovyev, Zalutski, Bakayev’den destekleniyordu. Leningrad il komitesi ve Komünist Gençler Birliği aldıkları bir kararla 14. Parti Kongresinin kararlarını tanımama kararı aldılar.

  1. Kongreden sonra parti, ülkenin sosyalist sanayileşmesi uğruna çetin bir savaşım içine girdi. Yeniden kuruluş döneminde görev önce tarımı canlandırmak, mevcut atelye ve fabrikaları yeniden işletmeye açmak hedeflendi. Ancak yeniden-kuruluş döneminde üç eksiklik vardı; Birincisi; imalathane ve fabrikalar eksikti. Geri teknik ve aşınmış makineler, İkincisi; Sanayi dar bir temel üzerindeydi. Ülke için makine üreten fabrikalar yoktu. Üçüncüsü; Bu dönemde ağır sanayiden çok hafif sanayi ağırlıktaydı. Milyonlarca küçük işletmelerden, büyük köylü işletmelerine geçişi sağlamak için traktör fabrikalarına ihtiyaç vardı.

Emperyalist ülkeler, Sovyetler Birliği’nin büyüyüp gelişmesini kendileri açısından tehlikeli görüyorlardı. Bu yüzden emperyalistler Sovyetler’de bir belirsizlik ve güvensizlik yaratmak için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Sovyetler’de kargaşalık yaratmak için b ir dizi sabotaj ve saldırı gerçekleştirdiler. İngiliz muhafazakarları Arkos’a karşı bir saldırı gerçekleşti ve İngiliz hükümeti Sovyetler’le olan diplomatik ve ticari ilişkisini kestiğini açıkladı. 7 Temmuz 1927’de Vorşova’da Sovyet büyükelçisi Polonya uğruna girmiş bir beyaz Rus tarafından öldürüldü. İngilizler Leningrad’da bir parti kulübüne bomba atıla ve 30 kişiyi yaraladılar. Tüm bunlar Sovyet hükümetinin üstesinden gelen diğer zorluklardı. Sovyetler, baskılara boyun eğmedi ve tüm saldırıların üstesinden gelmeyi başardı.

SBKP içinde Troçkistler yıkıcı eylemlerine devam ettiler. 1926 yılında Troçkistler ve Zinovyevciler, SBKP’ye karşı bir blok içinde birleştiler. Parti tüzüğünü ve 14. Kongre kararlarını açıktan çiğnediler. 15. Konferansına yakın bir dönemde bu blok SBKP içinde yeni bir tartışma açmak istiyorlardı. Tartışma, Troçkist programın yeniden tartışmaya açılmasından öteye gitmiyordu. Bunun üzerine MK bu parti aleyhtarı bloğa karşı daha fazla göz yumamayacağını açıkladı. Bunun üzerine Muhalefet MK bir mektup sunarak kendi klikçi faaliyetlerine son vereceklerini açıkladılar. Kasım 1926 yılında toplanan 15. Parti Konferansı, Troçkistlerin bu yönelimini değerlendirerek Troçkistleri bölücülükle suçladı. Ama onlar hiçbir şekilde durmadılar.

İki çizgi adına, partinin demokratik merkeziyetçiliğini tanımıyor, fırsat buldukça disiplini tanımıyor ve kararlara uymuyorlardı. 1927 yılında bu sefer de “Seksen Üçler Programı’’ adı altında yeni bir programla ortaya çıktılar. Troçkistler bu sefer bilinen tarzlarından farklı olarak yeni programlarında; parti birliğinden yana olduklarını, bölünmeden yana olmadıklarını, parti programına hiçbir itirazlarının olmadığını, tümüyle sanayileşmeden yana olduklarını hatta MK’sını sanayileşmeye yeterince hız verdiği konusunda suçluyorlardı. Ancak programlarında aynı zamanda, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde sosyalizmin zaferine ilişkin karara karşı alaycı bir dil kullanıyor ve fabrikaların işletme haklarının yabancılara verilmesini savunuyorlardı. Troçkistler programlarında kolektif çiftlik hareketinden yana olduklarını ve MK’nın kolektifleştirme hareketine yeterince hız vermediği konusunda suçladırlar.

Ancak diğer taraftan da, işçi sınıfı ve köylüler arasında “çözümü olanaksız çatışmaların” kaçınılmaz olduğunu ileri sürerek bütün umutlarını kulaklara bağlıyorlardı. MK, parti tüzüğüne göre hareket ederek tartışmaların kongreye ancak iki ay kala açılabileceğini söyleyerek tartışmaları başlatmayı reddetti. SBKP parti tüzüğüne uyarak 15. Parti Konferansına iki ay kala tartışmaları başlattı. 15. Konferansta Troçkist muhalefet yenilgiye uğradı. Onlar kendi görüşlerini hakim kılma hedefinden çıkarak Sovyetler’i yıkma hedefine giriştiler. 15. Parti Konferansının tartışmaları son buldan Leningrad ve Moskova’da sokak gösterileri yapmayı kararlaştırdılar. Bunun içinde 7 Kasım günü umdukları kitleyi sokağa sökemeyince hezimete uğradılar. Troçkiçtlerin ve Zinovyecilerin Sovyet aleyhtarı olduklarına artık kuşku yoktu. Bunun üzerine 14 Kasım 1927’de Merkez Komitesi ile Denetim Komitesi yaptıkları ortak toplantıda Troçki ve Zinovyev’i partiden atmayı kararlaştırdı.

  1. Parti Kongresi, 2 Aralık 1927’de yapıldı. Kongre esas olarak Sovyetler’deki Sosyalist sanayileşme ve köylülük sorununu üzerine tartışmalar yaptı. Stalin Kongreye sunduğu raporda sosyalist sanayileşmenin hızla geliştiği yönleri vurguladı ve partinin önüne şu görevi koydu: “Kentteki ve köylük bölgelerdeki bütün ekonomi dallarında sosyalist kilit noktalarını yaymak ve sağlamlaştırmak ve ulusal ekonomiden kapitalist öğeleri silmek.’’(70)

O zaman kadar Sovyetler’de köylülüğün istenilen düzeyde gelişmediğini saptayan parti, “çıkar yol nedir?” sorusuna Stalin şu cevabı verdi: “Çıkar yol torağın işlenmesi temeli üzerinde, küçük ve dağınık köylü işletmelerini, geniş birleşik çiftliklere dönüştürmek yeni ve daha ileri bir teknikle kolektif bir biçimde işlenmesini sağlamaktır. Çıkar yol, küçük ve cüce köylü işletmelerini kerte kerte, ama inandırma yoluyla, toprağın kooperatif ve kolektif bir biçimde işlenmesi temeline dayanan ve kolektif tarım araçlarının, traktörlerin ve verimliliği artırıcı çiftlikler içerisinde birleştirmektir. Başka çıkar yol yoktur.’’(71) Kongre bu değerlendirmeler ışığında tarımın kolektifleştirilmesi için bir karar aldı. Kongre ayrıca köylük bölgelerde kapitalist çiftliklerin önüne geçmek için Kulakların adım adım temizlenmesi kararı aldı.

  1. Kongre, sosyalist kuruluş sorunlarını çözüme bağladıktan sonra Troçkist ve Zinovyeci bloğun partiden atılması sorununu da karara bağladı. Kongre, MK ve Denetim Kurulu’nun aldığı kararı onayladı. Ve ayrıca Radek, Preobrajenski,Rakovski, Piatakov Serebriakov, İ.Smirnov, Kamenev, Safarov, Lifşits, Mdivani, Similga gibi Troçkist unsurlarında partiyle ilişkilerinin kesilmesine karar verdi.
  2. Parti Kongresinin kararı doğrultusunda Kulaklara yöneldi. Bu yaparken parti, yoksul köylülere dayanma, orta köylülükle bağlaşmayı güçlendirme sloganıyla gerçekleştirdi. Kulaklar direnişe geçtiler. Hükümetin belirlediği fiyatları kabul etmeyerek ellerindeki hububatı satmayı reddettiler. Ancak Kulakların direnişi kısa sürede yıkıldı. Kolektifleştirme hareketi adım adım örülmeye başlandı. Kulaklara karşı başlatılan saldırı sırasında parti içinde, öteden beri kulaklara sıcak bakan Buharin’ci çizgi sahipleri, partinin kulaklara karşı izlediği politikaya karşı çıkmaya başladılar. Bu çizgi sahipleri alınan önlemlerin bir an önce kaldırılmasını yoksa tarımın çökeceğini ileri sürüyorlardı. Ve çizgilerini “sınıf savaşımının yatışması teorisi”ne dayandırıyorlardı. Bu teoriye göre; “Sosyalizmin kapitalist öğelere karşı sağladığı her zaferle sınıf savaşımının kısa sürede tümden ortadan kalkacağını ve sınıf düşmanının savaşmaksızın bütün mevzilerini terk edeceğini, bundan dolayı da kulaklara karşı saldırının gerekli olmadığını ileri sürüyorlardı. Böylece kulakların barışçıl yoldan sosyalizmle kaynaşacağını öne süren eski burjuva teorilerini canlandırmaya çalışıyorlar ve Leninizm’in ünlü sosyalizm gelişmesini sınıf düşmanlarının direnişinin de o derecede keskin biçimlere bürüneceğini ve sınıf savaşımının ancak sınıf düşmanının ortadan kaldırılmasından sonra ‘söneceğini’ belirten tezini ayaklar altına alıyorlardı.’’(72)

Nisan 1929 yılında 16. Parti Konferansı Birinci-Beş Yıllık Plan’ı görüşmek üzere toplandı. 16. SBKP Parti Konferansı sağ teslimiyetçilerin beş yıllık dar planını reddetti ve planın geniş şeklini onayladı. Beşinci Beş Yıllık Planın hedefi şunlardan ibaretti: “Beş-Yıllık Plan’ın başlıca hedefi ülkemizde yalnızca sanayiyi değil, ulaştırmayı ve tarımı da -sosyalizm temeli üzerinde- yeniden donatabilecek ve yeniden örgütleyebilecek güçte bir sanayi yaratmaktır hedefi ortaya kondu.”

1929 büyük emperyalist buhran dünyada büyük bir alt üst oluşu birlikte getirdi. 1929’daki dünya ekonomik buhranı, emperyalistlerin savaştan galip çıkan ile yenilgi alan ülkeler arasındaki, emperyalist devletlerle, sömürgeler arasındaki, işçilerle kapitalistler arasındaki, köylülerle toprak ağaları arasındaki çelişkileri daha da kızıştırdı. 16. Parti Kongresine MK adına sunduğu politik raporda Stalin; “Burjuvazinin ekonomik buhrandan bir kurtuluş yolu bulmak için, bir yandan kapitalizmin en gerici, en şoven, en emperyalist öğelerinin diktatörlüğü olan faşist diktatörlüğü kurmak suretiyle işçi sınıfına sömürgelerin ve nüfus bölgelerinin yeniden bölüşülmesi uğrunda savaş kışkırtıcılığı yapacağını belirtti.  Ve olaylar böyle gelişti.’’(73) Ve 1932 yılında Japonya savaş tehdidinde bulundu. 1933’te Almanya’da faşist Hitler başa geldi. Fransa, İngiltere ve ABD Uzakdoğu’da yeni tedbirler alırken Japonya silahlanmaya hız verdi.

  1. Parti Kongresi 26 Haziran 1930’da toplandı. SBKP 16. Parti Kongresi “sosyalizmin bütün cephelerde yürüttüğü geniş saldırısını, kulakların sınıf olarak oradan kaldırılmasını ve tam kolektifleştirmenin gerçekleştirilmesini partinin tarihine geçiren kongre olarak bilinir.”
  2. Kongrede Stalin, Sovyetler’in bir tarım ülkesi olmaktan çıkıp hızla bir sanayi ülkesi olma yolunda ilerlediğini belitti. Ve SBKP 16. Parti Kongresi partinin önüne “Sosyalist kuruluşta canlı Bolşevik adımlarının sürdürülmesini ve Beş Yıllık Plan’ın Dört Yılda tamamlaması” görevi koydu. 1933 yılının başlarında yapılan bir değerlendirme, ortaya konan Beş Yıllık Planın dört yılda tamamlandığı belirtildi.

SBKP 17. Parti Kongresi Ocak 1943’te toplandı. Kongreye bir milyon 874 bin 488 parti üyesini ve 935 bin 298 üye adayını temsil eden, oy hakkına sahip 1.225 delegeyle yalnızca söz hakkına sahip 736 delege katıldı. 17. Kongre, 16. Kongreden bu yana alınan kararları ve uygulamaları değerlendirdi. Ekonomi ve kültür alanında elde edilen başarılarla, partinin genel çizgisinin bütün alanlarda uygulandığı vurgulandı. 17. Parti Kongresi “zafer” kongresi olarak ilan edildi. 17. Kongre, İkinci Beş Yıllık Plan üzerinde karar aldı. Bu plana birinci plandan daha kapsamlıydı. Bu plana göre 1937’de sanayi üretimi, savaş öncesi dönemin sekiz katına çıkartılması, tarımın esas olarak makineleştirilmesi, traktör gücünün altı kat daha artırılması, ulaştırma ve haberleşme araçlarının teknik olarak yenilenmesi, işçilerin köylülerin ekonomik ve kültürel olarak ilerletilmesi için dev bir plan hazırlandı.

  1. Kongre, yeni bir parti tüzüğü kabul etti. Bu tüzüğün diğerlerinden ayrı olan özelliği, bir giriş bölümünün eklenmesi idi. Bu giriş bölümünde partinin kısa bir tanı yapılıyor ve partinin proletaryanın savaşımındaki önemi ve proletarya diktatörlüğü aygıtındaki yeri belirtiliyordu. 17. Kongrenin bir diğer özelliği de, o güne kadar farklı çizgiyi savunan ve bu çizgilerinde direten Buharin, Rikov ve Tomski’nin SBKP’ye verdikleri özeleştiridir. Kongrede sadece bunlar değil Zinovyev ve Kamenev’de özeleştiri yaparak SBKP’yi öven konuşmalar yaptılar. Kongre sonrası Sovyetler’de çok önemli gelişmeler oldu. 1 Aralık 1934’te Leningrad’da Kirov bir suikast sonucu öldürüldü. Rikov’un öldürülmesiyle geniş bir soruşturma başlatıldı. Soruşturma sonucunda “1933-1934 yıllarında Leningrad’da gizli bir karşı devrimci terörist grubun kurulduğu, Zinovyev muhalefetinin eski üyelerinin bu gruba katıldıkları ve başlarında mahut Leningrad Merkezi’nin bulunduğu öğrenildi. (…) Çok geçmeden ‘Moskova Merkezi’ adında gizli bir karşı-devrimci örgütün varlığı ortaya çıkartıldı. Yapılan ilk soruşturma ve yargılama sırasında Zinovyev’le Kamenev’in ve Yevdokimov’un ve bu örgütün öteki liderlerinin, yandaşlarına terörist düşünceyi aşılamada, Parti Merkez Komitesi ve Sovyet Hükümeti üyelerini öldürme tertiplerinde alçakça rol oynadıkları açığa çıktı.’’(74)

 

Kaynaklar

55- Bolşevik Parti Tarihi, s. 33

56- age, s. 83

57- age, s. 83

58- age, s. 84

59- age, s. 90-91

60- age, s. 107

61- age, s. 115

62- age, s. 170

63- age, s. 172

64- age, s. 176

65- age, s. 289

66- age, s. 316

67- age, s. 323

68- age, s. 227-228

69- age, s. 338-339

70- age, s. 345

71- age, s. 355

72- age, s. 358

73- age, s. 359

74- age, s. 360-361

* Bu yazı Partizan dergisinin 66. sayısında yayınlanan Tarihi Dersler Işığında Komünist Partilerde İki Çizgi Mücadelesi yazısının SBKP’de İki Çizgi Mücadelesi bölümünden alınmıştır. Güncel olması bakımından bu bölümü Lenin anısına yeniden yayınlıyoruz.

 

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

2019 yılı verileri baz alındığında Türkiye’de toplam 1.351 belediye bulunuyor. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde belediyelerin 742’sini AKP, 240’ını CHP, 229’unu MHP, 57’sini HDP (bu belediyelerin 51 tanesi AKP iktidarı tarafından gasp edildi) 24’ünü İYİP, 21’ini Saadet Partisi, 10’unu BBP, 8’ini Demokrat Parti, 6’sını DSP, 1’ini SMF, 13’ünü bağımsız adaylar kazandı.

31 Mart 2024 yerel seçimlerine TİP, TKP, Sol Parti ve EMEP vb. gibi partilerin de kendi adaylarıyla girmeyi tartıştıkları yerel seçimlerde TİP dışında diğer partilerin belediye kazanma şansları pek görülmese de ittifaklarla bazı ilçe ve belde belediyeleri kazanma şansları var.

Türkiye’de 750.000 üzerinde nüfusu olan yerler büyük şehirler olarak kabul ediliyor. Mevcut haliyle 30 büyük şehir bulunmaktadır. Türkiye genelinde 81 tane il ve bu illere bağlı toplam 919 adet ilçe ve 397 belde var.

Bu kadar yoğun seçim bölgelerinin il, ilçe ve beldenin bulunduğu ülkemizde bunların birkaçında dahi devrimcilerin (Kürt illerini saymazsak) elinde belediye olmaması ciddi bir eksiklik olarak karşımızda durmaktadır. Bu durum sadece baskı, yasaklama ve AKP’nin hakimiyetiyle açıklanamaz. Bu tablo, devrimci hareketin işçi sınıfından ve halktan uzaklığına dair bir veridir. Bu durum aşılamadığı sürece, toplum içinde etkin olamama hali de devam edecektir.

31 Mart yerel seçimlerine burjuva partiler de kendileriyle özdeşleşmiş iller dışında bir ittifak arayışında. Öyle ki seçimi kaybetme riski bulunmayan illerde bile her parti ittifakla elindeki belediyeleri garantiye almak istiyor. İttifaklar tam olarak netleşmiş görünmüyorsa da şekillenen bazı ittifaklardan söz edebiliriz.

Burjuva iktidarın durumu

AKP, yanına aldığı ortağı MHP ile yerel seçimlere birlikte girme kararı almış bulunuyor.

AKP’yi BBP, HÜDA-PAR, DSP’nin de destekleyeceği netleşmiş durumda. AKP, bu partilerin kendilerini büyük şehirlerde destekleyeceğini ve özellikle bu ittifakla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni almayı planlıyor. Bunu Ankara ve diğer büyük şehirler için de düşünüyor. Yeniden Refah Partisi (YRP), AKP ile pazarlıkta daha anlaşamadığı için seçime tek başına girme eğiliminde. Ancak bu parti bir “pazarlık partisi” olduğu için her an eğilimini değiştirebilir.

AKP’yi destekleyen MHP dışındaki partilerin seçimde fazla oy potansiyelleri olmamakla birlikte, seçmen üzerinde yaratacağı etkiyle AKP, seçime avantajlı bir şekilde girmek istiyor.  AKP’yi destekleyen partiler, iktidarın avantajlarından yararlanarak kendilerini daha fazla görünür kılarak toplumda meşrutiyetlerini böylece sağlamış oluyorlar. Mayıs 2023 seçim öncesi HÜDA-PAR sadece Batman ve Amed çevresinde faaliyet yürüten bir parti olarak fazla tanınmıyordu. Devrimci çevreler ve Kürtler, HÜDA-PAR’ı hizbul-kontranın devamı bir parti olarak biliyor ancak toplumun geneli bu bilgiye fazla sahip değildi. HÜDA-PAR, cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimlerinde AKP desteklemesiyle hem parlamentoya iki milletvekiliyle girdi hem de tüm Türkiye’de tanınan bir parti haline geldi. HÜDA-PAR, 2023 Mayıs öncesi yürüyüş ve mitingler yapmazken, şimdilerde at sırtında” Hilafet isteriz” sloganları eşliğinde yürüyüş ve mitingler yapabilmektedir. Bunlar iktidarın nimetlerinden faydalanmadır. Bunun yanında HÜDA-PAR’ın ideolojik olarak da AKP’ye yakın olması desteğin önemli nedenleri arasındadır.

Keza DSP, BBP ve YRP vb. gibi tüm partiler AKP’yi destekledikleri ölçüde toplumda daha görünür olabilmektedirler. AKP de bunu biliyor ancak kendi iktidarlarını ve elindeki belediyeleri korumak, İstanbul başta olmak üzere büyük şehirleri kazanmak için, bu partileri yanına almakta bir beis görmüyor. DSP’yi (en azından tabanının bir bölümünü dikkate alarak) saymazsak, BBP, MHP ve YRP de politik olarak AKP’ye yakın duran partilerdir.

Burjuva muhalefetin durumu

CHP, dağılan Millet İttifakı’nın diğer partileriyle anlaşamadığı için Kürtlere göz kırpmaktadır.

CHP belki de en büyük darbeyi İYİP’ten aldı. İYİP, Türkiye’de en ırkçı partilerden biridir. 17 bin faali belli cinayetin sorumlularından olan M. Akşener’in her fırsatta Kürtlere ve devrimcilere ağzı salyalı bir şekilde nasıl saldırdığına her gün tanık oluyoruz. CHP’nin ise elindeki büyükşehir belediyelerini kaybetmemek için Kürt oylarına ihtiyacı var. Özellikle de İstanbul’un yerel seçimlerin merkezi haline geldiği düşünüldüğünde Kürt oylarının İstanbul’da belirleyici bir yerde durduğunu CHP de inkâr etmiyor.

CHP’nin, “açıklık politikası” adı altında DEM ile yürüttüğü ittifak görüşmelerinde bunun nasıl bir içerik alacağı tam olarak netleşmiş değil. DEM’in başta İstanbul olmak üzere kritik bazı illerde CHP’yi desteklemesi isabetli olmayacaktır. İstanbul ya da diğer büyük şehirlerin AKP’nin elinde ya da CHP’nin elinde olması sadece nicel bir durumdur.

AKP’nin İstanbul başta olmak üzere kaybettiği büyük şehirleri geri alması kendi iktidarının daha da sağlamlaştırması bakımından AKP’ye moral kazandırsa da sadece bunun tersine çevrilmesi adına CHP’nin desteklenmesi doğru bir politika değildir. 2019 yerel seçimlerini değerlendirdiğimiz yazımızda şu gerçeklere dikkat çekmişiz; “Seçim meselesinde önemli bir noktada şu ki, İstanbul Büyükşehir Belediye seçimini kazanan bir kez daha HDP olmuştur. 31 Mart yerel seçimlerinde Ankara, İzmir ve İstanbul’da belirleyici olan Kürt seçmen 23 Haziran İstanbul seçiminde de bir kez daha seçime damgasını vurmuştur. Ekrem İmamoğlu’nun açık farkla oylarını 800 bin artırarak seçimi kazanmasında Kürtler belirleyici olmuştur.

Seçimleri kazanan Ekrem İmamoğlu’na dair bir-iki kelam etmek gerekirse… İmamoğlu’nun İstanbul için ortaya koyduğu projelerin bu düzen içinde çözülmesi, İstanbul’un istenilen düzeyde yaşanır bir şehir olması, işsizliğe son verilmesi, rant düzenin son bulması, yeşil alanların çoğaltılmasının bu düzen içinde olması mümkün değildir.” (Özgür Gelecek, 25 Haziran 2019)

Bu öngörümüz fazlasıyla gerçekleşmiştir ve gelişmeler bizi doğrulamıştır.

CHP’nin, TC devletinin kurucu partisi olarak Kürtlere ve mücadelesine hiçbir zaman sıcak bakmadığı bir sır değildir. Kürtleri yok sayan ve bunu resmi devlet politikası haline getiren CHP, her kritik eşikte AKP’yi destekledi. Sınır ötesi operasyonların yapılması için yasal tezkerelerin (bazı istisnalar hariç) meclisten geçmesi için her defasında” evet” dedi. Kürt illerinde AKP tarafından kazanılmış 51 belediyeye kayyım atanırken sesini çıkartmadı. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilk CHP ellerini kaldırdı. Hapishanelerde yüzlerce devrimci tutsak ölümle pençeleşirken bunu bir defa bile olsa meclise taşımadı. Kürtler linç edilirken sessiz kaldı. Tüm bu gerçekler ortadayken, CHP’yi desteklemek için konjonktürel bir neden dahi bulunmamaktadır.

Demokrat-devrimci muhalefetin durumu

31 Mart yerel seçimleri yaklaşırken devrimci hareketin parçalı duruşu devam ediyor. Kazanma olasılığının olduğu il, ilçe ve beldelerde ortak adaylar etrafında birleşmek, bir seçim ittifakı kurma olanağı her zamankinden daha fazla varken, bu durum hala bir netliğe kavuşmuş değil.

Kürt düşmanlığının dorukta olduğu, ırkçılığın gündemden düşmediği, Kürtlere karşı her gün yeni bir operasyonun yapıldığı, kumpas davalarının devam ettiği koşullarda Kürt halkının mücadelesinin yanında olmak devrimci bir görevdir. Bu, aynı zamanda şovenizme karşı bir duruşu ifade etmesi bakımından da oldukça önemlidir.

DEM Parti’ye eleştirilerimizi dostça yapmalıyız. Eksiklerini göstermeli, devrimcilerden ziyade reformistlere kapı aralama siyasetini eleştirilmeliyiz. Şu eleştirimiz hala güncelliğini korumaktadır; Milletvekili seçimlerinde HDP, seçim ittifakında anlaşılır olmayan politikalar üzerinden geliştirdiği ittifaklarla devrimci güçleri dikkate almadı. Reformist kesimler, TİP vb. çevreler tercih edildi ve bu kesimlerin tavır ve tutumları ise bu tercihin yanlışlığını defalarca kez ortaya koydu.

2024 yerel seçimleri de Türkiye Kürdistanı şehirlerinde belediye seçimleri DEM ile AKP arasında geçecektir. Diğer partiler aday gösterseler de bu tali bir yarış olacaktır. AKP, elindeki devlet olanaklarını kullanarak DEM’in yerel seçimlerde başarısız olması için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Seçim öncesi R.T.Erdoğan’ın ”Kazansalar da belediyeleri yine ellerinden alacağız” açıklamasıyla, Kürt halkı üzerinde baskı uygulayarak, AKP’ye oy vermeseler de “kazansak da belediyeler elimizden alınacak, oy vermeye değmez” ruh hali yaratılmak istenmektedir.

Basına yansıyan onlarca haberden de görüldüğü gibi, AKP daha şimdiden hayali seçmen listeleri hazırlayarak, dışarıdan getirilecek kendi taraftarlarına oy kullandırarak seçimin sonuçlarını değiştirmek istiyor. Buna karşı yoğun bir teşhir faaliyeti sürdürerek, AKP teşhir edilmelidir. Bu sadece DEM’in işi değil seçime katılan diğer partilerin de gündeminde olması gerekirken, sorun Kürtler olunca bu konuda da üç maymun oynanmaktadır.

Bu anlamda DEM’i zorlu bir seçim süreci beklemektedir.

DEM’in, yerel seçimlerde öncelikle ağırlığı Kürt illerine vermesi anlaşılır bir yerde durmakla birlikte parlamento seçimlerinde nasıl diğer illerde de adaylar gösterildiyse, belediye başkanlığı seçimlerinde de kazanma ihtimalinin olduğu yerlerde de devrimci, ilerici güçlerle ortaklaşarak aday gösterilmeli ve birleşik temelde bir mücadele adına bütünlüklü bir politika geliştirilmelidir.

2024 yerel seçimlerinde eleştiri başlıklarımızdan biri de devrimci kurumlardan biri olan Sosyalist Meclisler Federasyonu’nadır. Bilineceği üzere bu dost devrimci kurum, kamuoyunda bilinen ismiyle “Komünist Başkan” Mehmet Fatih Maçoğlu’nu İstanbul’un Kadıköy ilçesinden aday göstermiştir. M.F.Maçoğlu’nun Kadıköy’den aday yapılması kararı yoğun olarak tartışılmıştır. Bu karar SMF’nin kendi takdiridir. Yerel seçimlere dair söz söyleyen, bir program ortaya koyan her anlayışın istediği yerden aday gösterme hakkı vardır ve buna saygı duyulmalıdır.

Asıl üzerinde durulması gereken -ki bizim de önemsediğimiz ve eleştirildiğimiz husus- SMF’nin Maçoğlu’nun Kadıköy adaylığını ittifak ilişkisi içinde sosyal şoven bir parti olan TKP’den göstermesindeki ısrarıdır. Israrıdır diyoruz çünkü SMF’nin devrimci politika adına böyle bir mecburiyeti ve zorunluluğu yoktur. Yerel seçimlerde mevzi kazanmak hedefiyle sosyal şovenizme kan taşımak, üstelik de TKP gibi bir partinin hiç de hak etmediği bir şekilde propaganda yapmasına zemin sunmak SMF gibi devrimci bir kurum açısından izaha muhtaçtır.

Açıktır çünkü SMF alternatifi olduğu halde bu ittifak politikasında ısrar etmekte, sosyal şovenist TKP ile yürümekte bir sakınca görmemektedir. Bu taktik politikanın devrime hizmet etmediği açıktır. TKP’nin son süreçteki tavrı ve açıklamaları ortadadır. Şeyh Said’e yönelik tutumdan, son olarak faşist rejimin paralı askerlerinin Kürt gerillaları karşısında yaşadığı kayıplar karşısında, “devletin bekası’ndan dem vuran, üstelikte ezilen ulusun mücadelesini “Kürtçülük” olarak tanımlayıp faşizmin yanında saf tutan bir partiden bahsettiğimiz bilinmektedir.

Proleter hareket gerek yerel seçimlere gerekse de genel seçimlere bir taktik olarak bakmaktadır.  1977 yılından 2023 yılı arasındaki dönemde hem yerel hem de parlamento seçimlerini boykot ettiğimiz ya da katıldığı ve aday çıkarttığı seçimler olmuştur. 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde tavır “Kayyum ve Rant Düzeninin Temsilcilerine Oy Yok! Demokratik, Halkçı Yerel Yönetimler İçin Mücadeleye!” şeklinde kamuoyu ile paylaşılmıştır.

Yaklaşımımız, devrimci, demokrat ve yurtsever adaylarla birlikte yürüme, birleşik mücadele zemini temelinde tüm ilerici ve yurtsever güçlerin birlikte hareket etmesini zorlama, olanakların olduğu yerde aday gösterme, ittifak içinde olduğumuz yerlerde meclis adayları gösterme şeklindedir.

Kitle çalışmamızda devrimin propagandası esas olandır. Sorunların birlikte çözümünün Demokratik Halk Devrimi’nde olduğu ise propagandamızın esasını oluşturacaktır.

15 Şubat 2024 M

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

Alman emperyalizminin bu savaşta esas amacı Avrupa kıtasını ele geçirmek, dünyanın ilk ve tek sosyalist ülkesi Sovyetler Birliğini işgal ederek teslim almaktı. İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franco gibi faşist iktidarlarda Hitler Almanya’sıyla ittifak kurdular.

Böylelikle faşizm insanlık için ciddi bir tehlike olarak ortaya çıktı.

Almanya ilkin Polonya’dan başlayarak bütün Avrupa kıtasını işgal ederek teslim aldı. Danimarka, Norveç, Belçika, Hollanda, Lüxemburg, Yugoslavya, Yunanistan’ı işgal etti. Bütün bu ülkelerde kendisine bağlı işbirlikçi iktidarlar kurarak hakimiyetini sağlamlaştırdı. 1940 yılında Fransa’yı işgal ettiler ve bir hafta içerisinde ise Paris’i teslim aldılar.

Teslim olmuş, işbirlikçi Vichy Hükümeti, Fransız vatandaşı Yahudilerden, Komünistlere kadar bütün muhalif kesimlerin isimlerini ve adreslerini faşistlere teslim etti. 70 000 Yahudi tutuklanarak ölüm kamplarına gönderildi. Yeni cumhuriyetçiler bu durumu “…Fransa’nın tarihinde sonsuza dek bir leke olarak duracaktır…” diye anmaktadırlar

Fransa’nın Nazi’ler tarafından işgali karşısında, başta komünistler olmak üzere, yurtseverler ve devrimciler direniş örgütlediler. Faşizme karşı insanlığı, karanlığa karşı geleceği savundular. Komünistler, devrimciler, antifaşistler kısaca kendine insanım diyenler faşizme karşı silahlı mücadele, sabotaj, cezalandırma gibi eylemlerle insanlığın kutsal değerleri, “özgürlük-eşitlik ve kardeşlik” adına savaştılar.

Öldüler, işkencelere maruz kaldılar, hapiste tutuldular, kurşuna dizildiler. Sonuçta Nazi’lere unutamayacakları darbeler vurarak tarihe önemli not düştüler. Yaşadığı topraklara ihanet etmeyip “işgal ve postal” arasındaki bir yaşama müsaade etmediler. İşbirlikçi-Teslimiyetçi Vichy hükümetine karşı da savaştılar. Bu direniş içinde Adıyamanlı Misak Manuşyan ve yoldaşları da vardı.

Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, M.Mauşyan’ın ölümsüzleşmesinden 80 yıl sonra, Misak Manuşyan ve eşi Meline Manuşyan’ın naaşlarını “Fransa’nın evrensel değerlerini temsil ediyor” diyerek Pantheon’da ağırlanacaklarını resmi bir kararname ile açıkladı.

Misak Manuşyan, Fransız halkının ulusal kahramanları, sembol isimleri arasında yer aldı. Hemen hemen Fransa’nın birçok şehrinde ve Ermeni halkının yaşadığı bölgelerde “Misak Manuşyan” adı okullara, sokaklara, bulvarlara verildi.

Misak Manuşyan, komünist-şair ve yazar kimliği ile ilk defa Pantheon’da eşi Meline ile ağırlanacaktır. Pantheon’da Jean Jaures, Voltaire, Emile Zola, Pierre Curie, Alexandre Dumas ve Simon Veil’ler ile, ebedi istirahatgahında unutulmayacaklardır.

Adıyaman’dan, Paris’e Bir Devrim Neferi

Paris’te dünyanın en tanınmış yazar ve entelektüelleri arasında Pantheon’da ebedi istirahatgahına kabul edilen Misak ile Meline Manuşyan’lar Fransız değildirler.

Yabancı – göçmendirler. Misak geçimini Citroen fabrikasında işçi olarak çalışarak idame etmeye çalışan bir emekçidir. Geldiği topraklar ise bir zamanlar Ermeni atalarının yaşadığı Adıyaman – Besni köyündendir. 1915 Ermeni soykırımı yıllarında 9 yaşında iken, önce babasını sonra annesini Tehcir yollarında, ölüm yürüyüşünde kaybetti.

Kardeşleri ile çaresiz ve yetim kaldı. Bir Kürt ailesinin yardımı ile hayata tutundular. Kilisenin yardımı ile soykırımdan kurtulan yetim ve kimsesiz çocukların barındığı, Suriye-Cunyu’ya yerleştirildi.

Meline Asaduryan’ın (1913 – 1989) hayatı da aynı Misak gibi zorluklarla geçti. 1913 yılında İstanbul’da doğdu. Babasını ve ailesini erken yaşta kaybedince, Adapazarı’nda bir Amerikan okuluna kaydoldu. Aslında burası bir yetimhanedir. 18 yaşına kadar burada kaldı. Sonra İzmir’e yerleştiler.

Katliam-tehcir ve baskı yıllarında, korkudan İzmir’i terk etmek zorunda kaldı. İzmir’de çoğunluğu oluşturan Rum ve Ermeni toplulukları, Kuvay-i Milliye çeteleri halkı kaos, panik ve yıldırma politikaları ile göç ettirmek için bütün yolları denediler. Meline’nin okuduğu okulun nöbetçisi öldürüldü. İzmir ateşe verildi. Rum ve Ermeniler yine göç yollarına düşmek zorunda kaldı. Meline ve ablası Yunanistan’a kaçarak canlarını zor kurtardılar.

1920 yılında ilan edilen Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti’nin yardım talepleri bütün dünyada yankı bulduğu gibi Fransa’da da ilgiyle karşılandı. Birçok ilde Yardım Komiteleri için örgütlenmeler oluşturuldu.

M.Manuşyan bu süreçte eşi, yoldaşı, sevgilisi, hayat arkadaşı ve her şeyi olan Meline ile tanıştı. Evlendiler. İki dergi çıkarmayı başardılar. Çank (Çaba) ile Mışaguyt (Kültür) dergilerinde, Fransızcadan ve dünya klasiklerinden çeviriler yaptılar. Ermeni sanat ve kültür yazıları üzerine yoğunlaştılar.

Diğer taraftan Sorbonne Üniversitesi’ne dışarıdan kaydoldu. Edebiyat, felsefe ve siyaset bilimler dersleri aldı. Ailesinden kendisine kalan tek mirası olan kardeşini bir an olsun yalnız bırakmadı. Paris’e gelmelerinden bir süre sonra kardeşi Garabet hastalandı. Yatağa düştü. Kardeşinin tıbbi ihtiyaçlarını karşılamak için, Citroen fabrikasında işe başladı. Ama kardeşini kurtaramadı. Ekonomik krizin etkisiyle işten çıkarıldı.

Misak – Meline Manuşyanların hayatı 1939 yılında radikal anlamda değişmeye başladı. Alman faşizminin yükselişi ve insanlığı tehdit etmesi karşısında M.Manuşyan örgütlenmesi gerektiğinin kararını verdi. FKP (Fransız Komünist Partisi) üyesi oldu.

Faşizm işgaliyle Fransa’da her şey değişirken; Komünist Partisi lağvedilmiş, ilericiler, komünistlerin tutuklanması için cadı avı başlamıştı. Anti komünist tutuklanmalar sırasında göz altına alınan Manuşyan Paris Sante Hapishanesi’nde tutuklu kaldı. Hapishane de bir an olsun boş durmadı. Dışarı nasıl çıkacağının hesaplarını yaptı.

Hapishane müdür ile konuşarak, faşizme karşı savaşmak istediğini söyledi. Müdür bu talebi kabul ederek, Manuşyan’ın serbest kalmasını sağladı.

Soykırımdan Nazi Faşizmine Karşı Mücadeleye!

M.Manuşyan’ın kişisel tarihi aynı zamanda Ermeni halkının tarihtir. Onun kişisel tarihi, tehcir, soykırım, göçmenlik ve direniştir. Onun yaşamı Ermeni halkının modern tarihinin kısa bir özetedir. M.Manuşyan tehciri iliklerinde hissetti.

Ailesinin bütün üyelerini kaybetti. I. Emperyalist paylaşım savaşının yıkıntılarını, Büyük Buhranı, Hitler faşizmi ile II. Emperyalist paylaşım savaşının ayak izlerini bizzat yaşamaya başladı. Hayatta tek yoldaşı Meline kalmıştı. Faşizme karşı İspanya’da oluşturulan Enternasyonal Tugaylarda savaşmak için yazıldı. FKP’ne başvurdu. Fakat Fransa’da kadro boşluğu gerekçesiyle önerisi reddedildi.

Teslim olmuş işbirlikçi Vichy hükümeti Nazilerin bütün isteklerine şartsız ve koşulsuz boyun eğdi. SS subaylarına tutuklanmaları için binlerce FKP üyesi komünistin isim ve adresleri verildi. Herkes her an tutuklanabilirdi.

Direnişçilerin, faşizme karşı mücadele etmekten, direniş saflarında örgütlenmekten başka alternatifi yoktu. Direniş guruplarını örgütleyen Manuşyan Paris’te ilk eylemini bizzat kendisi yaptı. Bir SS kışlasını hedef aldı. Her sabah içtima yapan, marşlar söyleyen, oradan görev bölgelerine dağılan askerlere attığı el bombası ile onlarca asker öldü.

Birçoğu yaralandı. Paris’te yankı uyandıran bu eylem sonucunda Nazi’ler daha da saldırganlaştı. Manuşyan bu eylemden sonra Paris Askeri sorumluluğuna getirildi.

En büyük eylemi ise Paris’te SS subayının cezalandırılmasıdır. Bu insanlık düşmanı SS subayı, halk tarafından teşhir olmuş, herkesin nefret ettiği, her infazda imzası bulunan Van Schaumber’dir. Bu eylem de Manuşyan Grubu’na verildi.

Bombalama ve taramadan sonra katil hak ettiği cezayı buldu. Bu sefer Julius Ritter, 600 000 Fransız işçisinin çalışması için, Almanya’ya gönderilmesini örgütleyen SS subayını halk adına ölüm ile cezalandırdı. Berlin’de yankı bulan bu eylem sonucunda Adolf Hitler çok üzüldü. Almanya’da 1 günlük yas ilan edildi.

Artık Paris’te SS subayları resmi üniformaları ile dolaşamaz hale geldiler.

Yoldaşı Meline, Misak’ı bir an olsun yalnız bırakmadı. M.Manuşyan ikin kez tutuklandığında ziyaretine gitti. Meline, bir keresinde askerler tarafından açılan kurşunlardan tesadüfen kurtuldu. Misak yine Gestapo’nun elinde tutsak düşmüştü.

Ama hakkında yeterli bilgi ile delil olmadığı için serbest kaldı. Eline ise geçmişte çok iyi daktilo kullanabilen, gazete ve dergi işlerinde çalışmış bilgi birikimine sahip usta bir Partizandır. FKP’nin bildirilerini faşizmin en koyu olduğu şartlarda, ustaca halka ulaştırılmasında önemli katkıları oldu. Ama, Gestapo’nun yoğun operasyonlarında Partizanlar da etkilendi.

Binlerce insan tutuklandı. Bazıları anında infaz edildi. Manuşyan da bir operasyon sırasında 16 Kasım 1943 yılında tutuklandı. Bugün de halen var olan, baskı ve zulümleri ile meşhur, en sıkı korunaklı, Fresnes Hapishanesi’nde hücrelerde tutuldu. En barbar işkencelere maruz kaldı.

Enternasyonal Devrimciler ve Kızıl Afiş

Naziler tutuklanan Misak Manuşyan ile 23’ler aleyhine Fransız halkına, haklarında kötü propaganda yapmaktan geri kalmadılar. Propaganda amacıyla onları “cani, Yahudi, Bolşevik” olarak tanımlayan binlerce Kızıl Afiş hazırlayarak, Paris ile banliyölerine dağıtıldı.

Aksine halktan direniş saflarına katılanların sayısı çoğaldı. Misak Manuşyan’ı “Ermeni çete başı, 56 suikast, 150 ölü, 600 yaralı” tanıttılar. Dünyaca tanınmış şair ve yazar Louis Aragon “Kızıl Afiş” hakkında şiir yazdı ve “Fransa için öldüler” ifadesini kullandı.

Hitler Faşizminin mahkemelerinde yargılandılar. İtalyan, İspanyol, Bulgar, Romanya, Polonya, Macar, Ermenilerden oluşan 23’ler her türlü işkence ve baskılara karşın mahkeme salonunda, pişman olmadıklarını hep birlikte dile getirdiler.

Naziler bir gün bile ara vermeden Paris’te bulunan Mont Valerien kalesinde, Partizanları kurşuna dizdiler. İşbirlikçi Fransız basını ise “23 komünist ölüm cezasına çarptırıldı” diye manşet attı. İçlerinde sadece Olga Banciç (Romanya) Fransız yasalarına göre kadının kurşuna dizilmesi yasaklandığı için, Almaya’ya götürülerek, giyotine vurularak öldürüldü.

Meline Manuşyan ise öğretmenlik yapmak için Ermenistan’a yerleşti. 17 yıl sonra tekrar Fransa’ya döndü. Dönemin cumhurbaşkanı F.Mitterand tarafından, Meline Manuşyan l’egion d’honneur ile ödüllendirildi. Misak ölüme giderken gönderdiği vasiyetinde eşine “evlen” demesine rağmen, Meline hiçbir zaman evlenmedi.

1989 yılında hayata gözlerini yumduğunda, Paris Ivry’de bulunan eşi Misak Manuşyan’ın yanın defnedildi.

Günümüz dünyasında III. Emperyalist Paylaşım savaşı tehlikesi her geçen gün daha da ivme kazanmaktadır. ABD-AB emperyalistleri Rusya ve müttefik emperyalistleri arasında süregelen pazar çekişmeleri endişe verici boyutlara ulaşmıştır. Artık bir dünya savaşı tehlikesi açıkça konuşulmakta, her devlet hazırlığını ona göre yapmaktadır.

Afrika’dan Kafkaslara, Ortadoğu’ya Avrupa’ya kadar halklar ekonomik ve sosyal kriz içerisinde yönünü aramaktadır. Avrupa kıtasında ırkçı, milliyetçi, neo Naziler her geçen gün güçlenirken sosyal bunalımlar her geçen gün daha da artmaktadır.

1.Emperyalist paylaşım savaşında görüldüğü üzere bütün ülkelerde istisnasız burjuva iktidarları, faşizme karşı teslimiyet bayrağını çekerlerken, halklar ile bütün ülkelerdeki komünistler insanlığın kutsal değerlerinin ayaklar altına alınmasına, kanları ve canları pahasına mücadele ederek karşı koymuşlardır.

Bugün Avrupa burjuvazisi bu gerçekliği inkar ederek, komünistlerin halkın mücadele tarihlerini sahiplenmektedirler. Aynı şekilde dünya halklarının başına bela olan IŞİD çetelerine karşı kazanılan zafer de Kürt halkı ile Enternasyonal Devrimcilerin kazanmış olduğu zaferdir. Avrupa burjuvazisi sözde savunduğu evrensel değerlere bile sahip çıkamamıştır.

Bugün sürdürülmesi gereken devrimci ruh, M.Manuşyan ve 23’lerin bizlere emanet ettiği ulusal değil enternasyonal devrimci direniş ve mücadele ruhudur! M.Manuşyan bir komünist olarak “Fransa için mücadele” etmedi. O savunduğu değerler için ölümsüzleşti. Tıpkı emperyalistler ve Türk faşizmi destekli IŞİD faşizmine karşı mücadele ederken ölümsüzleşen Nubar Ozanyan gibi…

Sayfalar