Yeni Emperyalist Ülkelerin Ortaya Çıkışı Üzerine
Sorunun Teorik Ortaya Konuluşu
- Tekelleşme ve Emperyalizm
Tekel kapitalist üretim tarzına ait bir olgu ve kavramdır. Kapitalist üretim biçiminin toplumda egemen olmasıyla, önce serbest rekabetçi bir dönem yaşandı. Feodal toplumdan kapitalist topluma geçişte sermayenin temerküzü ve üretimin toplumsallaşması daha yeniydi. Her sürecin bir doyum süreci son kertesi olduğu gibi, kapitalist serbest rekabetçi döneminde bir son evresi olmak zorundaydı. Ürtemin giderek toplumsallaşması ve sermaye birikiminin belli ellerde yoğunlaşması ve birikmesi, geniş yığınların artan ölçüde mülksüzleştirilerek fabrikalara işçi olarak doldurulması ve işsiz olarak sefilleştirilmesi, kapitalizmin tekelleşme sürecini de beraberinde koşullamıştır ve bu, kapitalizmin emperyalist aşamaya varmasıdır.
Lenin, kapitalizmin bir üst aşaması olan tekelleşmenin tarihini şöyle anlatır:
“... tekellerin tarihinin belli başlı evreleri şu şekilde özetlenebilir: 1) 1860-1870 yılları: Serbest rekabetin gelişmesinin doruk noktası. Tekeller, yalnızca güçlükle farkedilebilir ebriyonlar halindedir. 2) 1873 bunalımdan sonra, kartellerin uzunca gelişme dönemi; bununla birlikte, karteller henüz istisnadır. Daha istikrar kazanmamışlardır. Henüz geçici bir fenomendirler. 3) 19. Yüzyılın son yıllarındaki atılım ve 1900-1903 bunalımı. Karteller, ekonomik yaşamın temellerinden biri haline gelmektedir. Kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür.”[1]
Kapitalizmin tekelleşerek emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte, emperyalist devletlerin ve tekellerin, sömürgelere ve yarı-sömürgelere, meta ihraçlarının yanında esas olarak sermaye ihraçları ön plana geçmiştir. Tekelleşme; sermayenin yoğunlaşması, merkezileşmesi ve çok az ellerde birikmesi, kaçınılmaz olarak diğer ülkelere sermaye ihracını öne çıkarmış ve o ülkeleri borçlanadırma yoluyla kendilerine bağlama ve oralardaki sermaye birikimlerini kendilerine dönmesini sağlama yolunu seçmişlerdir.
Kapitalizmin tefeciliği emperyalizm ile birlikte daha üst bir sınıra çıkmıştır. Tekelci burjuvazi, kapitalist gelişmenin daha geri olduğu ülkelere salt sermaye ihracı yapmıyor, oralarda doğrudan yatırım yaptıkları gibi meta ihracı da gerçekleştiriyorlar. Marx’ın “kapitalizm kendi süretinde bir dünya yaratır” teorik sentezi, kapitalizmin karekterini ortaya koyan amprik bir belirlemedir.
Tekeller sermaye ya da meta ihraç ederken, ihraç edilen ülkelerde kapitalizmin gelişmesine hizmet ederler. Oralarda kapitalizmin gelişmesine kaçınılmaz olarak katkıda bulunurlar. Daha büyük bir sömürü elde etmek için bunu yapmak durumundadırlar. Kapitalist sermaye, kapitalist sermaye ile ilişkiye girer ve onunla büyür. Feodal rantlar ile büyümesi pek olası değildir. İster istemez gittiği, girdiği yerde, varsa feodalizmin çözülmesine ve kapitalizmin gelişmesini hizmet eder. Bunu en azından amprik olarak yüzyılı aşkın bir süredir gözlemliyoruz ve görüyoruz.
Bir zamanlar yarı-feodal olan ülkeler, yüzyıl sonra karşımıza gelişmiş kapitalist bir ülke ya da emperyalist bir ülke olarak çıkabilmektedir. Bu ülkeler, gelinen süreçte yüzyıl öncesinin geri ülkeleri değil, hepsi emperyalist zincirin birer halkaları haline gelmiş kapitalist ya da emperyalist aşamaya ulaşmış ülkeleridir. Stalin yoldaş, bunu daha 1927 yıllarında söylüyordu. Kapitalist ekonominin birer zinciri haline gelen ülkelerin, kapitalist gelişmenin dışında kalamaz ve ona benzemek durumundadırlar. Bu durum, bazı ülkelede hızlı bazı ülkelerde ise yavaş bir gelişmeyle gerçekleşmiştir.
Emperyalist ülkelerin ve emperyalist tekellerin birbirleriyle ölesiye rekabeti ve bu nedenle dünya savaşları çıkardığı süreçte, sermayenin boyunduruğu altına giren ülkelerin kapitalist gelişme dışında kalması kapitalizmin karakteriyle çelişir. Sermayenin girdiği ülkelerde kapitalizmi geliştirmesi ve feodalizmi çözmesi, kapitalizmin karakteristiğinin ilerici olmasından değil, gerici eğilimine rağmen, kendi çıkarları için bunu yapmak zorunda kalışıdır. Ayrıca, kapitalizmin gelişmes, emperyalizm ile birlikte “devrimci” süreci çoktan kapanmıştır. Özellikle 1917 Ekim Sosyalist Devrimiyle proleter devrimlerin başladığı bir süreçte kapitalizmin ilericiliğinden söz etmenin hiç bir anlamı olamaz. Çünkü kapitalizmden daha ileri bir toplumsal süreçler başlamıştır. Kapitalizm, eski “devrimciliğini” kaybederek, toplumsal gelişmelerin önünde engel olmaktadır. Kapitalizmin emperyalizm aşamasına varması bunun en somut kanıtıdır.
- Yeni Emperyalist Ülkelerin Ortaya Çıkması
Yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkması, kapitalizmin dengesiz gelişmesiyle doğrudan ilgisi olduğu gibi, sermayenin ve üretimin temerküzü ve her geçen gün büyümesiyle doğrudan ilgisi vardır. Kapitalist bir ülke, emperyalistler arası ilişkilerden, rekabetten ve dengesiz gelişmelerden ve de emperyalist ülkelerin kendi sermayelerini büyütmek için diğer ülkelere sermaye ve meta ihraçlarından kaynaklı olarak gelişme sağlayabilir ve emperyalist bir ülke haline gelebilir.
Lenin’in genel bir tanımlama olarak tanımladığı, “Emperyalizm kapitalizmin tekelci aşaması” ve “emperyalizm tekelci kapitalizmdir” belirlemesinden hareket edersek; her kapitalist tekelin emperyalist bir nitelik taşıdığını söylemekte yanlış olmayacaktır. Tek tek ülkedeki tekellerin varlığı ve bunların uluslararası ilişkileri ve faaliyetleri, onları diğer emperyalist tekellerden nitelik olarak aynı kılar. Aralarındaki fark, tekellerin sermaye büyüklüğü ve nüfuz alanlarıyla ilgilidir.
Emperyalizmin ilk şafağında emperyalistleşen ülkeler dışında başka ülkelerin emperyalist olmayacağını varsaymak ya da yeni kapitalist işletmelerin tekelleşmeyeceğini varsaymak, kapitalizmin dengesiz gelişme karakteristiği ile çelişen teorik bir yaklaşım olur. Eskiler ebedi olarak aynı yerini koruyamayacağı gibi, yenilerde hep küçük olarak oldukları yerde kalamazlar.
Bir zamanların en büyük emperyalist ülkesi İngiltere idi. “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak adlandırılıyordu. Ne var ki, ikinci paylaşım savaşından sonra onun yerini ABD aldı. ABD de ebedi olarak yerinde kalamayacaktır. Onun yerini de bir başkası (Çin emperyalizminin gelişimi buna aday gibi görülüyor) alacaktır. Elbette, proleter sosyalist devrimler kapitalist sitemin ömrünün uzamasına izin verirse...
Aynı şekilde, kapitalistleşme aşamasına sonradan giren ülkelerin tekelleri de emperyalist birer tekel haline gelebilir ve gelmektedir. Rusya ve Çin’de sosyalizmin yıkılışı ve kapitalizmin restorasyonu sonucu bu ülkeler hızla emperyalist aşamaya gelebilmişler ve eski emperyalist ülkeler ile hızlı ve keskin ve de ölümcül, pazarlara egemen olma savaşımı içine girebilmişlerdir. Bunda şaşılacak ya da kapitalizmin üretim ilişkileri karakteristiğine ters düşen bir şey olmadığı gibi, kapitalist gelişmenin diyalektiğine uygundur.
Emperyalizm döneminde kapitalist dengesiz gelişme yasasını, Troçkist-Zinovyevist muhalefeti eleştiriken Stalin şöyle açıklıyor:
“Kapitalist ülkelerin gelişme düzeyleri arasındaki farkın azalması ve bu ülkelerin gittikçe aynı seviyeye gelmesinin, emperyalizm koşullarında gelişmenin eşitsizliği yasasının etkinliğini zayıflattığı söylenebilir mi? Hayır, söylenemez. Gelişme düzeylerindeki bu fark azalır mı, çoğalır mı? Kuşkusuz azalır. Aynı seviyeye gelme ilerler mi, geriler mi? Kesinlikle ilerler. Bu aynı seviyeye gelmenin artması, emperyalizm döneminde gelişmenin eşitsizliğinin güçlenmesiyle çelişmez mi? Hayır, çelişmez. Tam tersine, aynı seviyeye gelme, emperyalizm koşullarında gelişmenin eşitsizliği, ancak bu zemin üzerinde artan bir şekilde etkinlik gösterebilir. Ancak bizim muhaliflerimiz gibi (troçkist-zinovyevist Y.K.) emperyalizmin ekonomik özünü kavramayan kişiler, aynı seviyeye gelmeyi, emperyalizm koşullarında gelişmenin eşitsizliği yasasının karşısına çıkabilirler. Tam da geri kalmış ülkeler, gelişmelerini hızlandırdıkları ve seviyelerini ileri ülkelerinkiyle eşitledikleri için –tam da bu yüzden, bir kısım ülkelerin diğerlerine yetişme ve onları geçme mücadelesi şiddetlenmekte, tam da bu yüzden, bazı ülkelerin diğerlerini geçme ve onları pazarlardan uzaklaştırma ve böylece savaşçı çatışmalar için, kapitalizmin dünya cephesinin zayıflaması için, bu cephenin çeşitli kapitalist ülkelerin proleterleri tarafından yarılması için önkoşulları yaratma imkanı doğmaktadır. Kim bu basit sorunu anlamadıysa, tekelci kapitalizmin ekonomik özünden hiçbir şey anlamamış demektir.”[2] (açY.K.)
Stalin’in bu görüşleri eskidi mi? Hayır. Her geçen gün ve ortaya yeni emperyalist ülkelerin çıkmasıyla doğrulanmaktadır. Eski emperyalist ülkelere rağmen yeni gelişen emperyalist ülkelerin olamayacağını, diğerlerin buna izin vermeyeceğini söylemek, Stalin yoldaşın söylemiyle, kapitalizmin ekonomik niteliğini kavramamaktır.
İnceledğimiz bu konuyla yakından ilgili olduğu için, Stalin’in bu konuşmasının devamını, uzun olmasına rağmen “iki şıkkı” buraya alalım:
“ Emperyalizm koşullarında gelişmenin eşit oranda olmaması yasasının temel unsurları nelerdir?
İlk olarak, dünyanın emperyalist gruplar arasında halihazırda paylaşılmış olması, dünyada artık, ‘özgür’, işgal edilmemiş alanların kalmaması ve yeni pazarlar ve hammadde kaynakları elde edebilmek ve yayılabilmek için başkalarının elinden bu alanları zor yoluyla almanın zorunlu olmasıdır.
İkinci olarak, tekniğin eşi görülmedik gelişmesi ve kapitalist ülkelerin gelişme düzeyinin giderek artan bir şekilde aynı seviyeye gelmesinin, bazı ülkelerin diğerleri tarafından sıçramalı olarak geçilmesi ve güçlü ülkelerin daha az güçlü ama daha hızlı gelişen ülkeler tarafından sıkıştırılmaları, imkanını yaratmış ve bu süreci kolaylaştırmış olmasıdır.”[3] (açY.K.)
Demek ki, emperyalizm koşullarında, bazı ülkelerin öne çıkması, gelişmesi ve yeni pazarlar için paylaşıma katılması, yeni gelişenlerin eski güçlü emperyalist ülkeleri sıkıştırmaları söz konusu olabiliyormuş. Bu olasılık dahilindeymiş. Bu salt teorik bir belirleme değil, partikte gerçekleşenlerin teorik olarak ortaya konmasıdır. Stalin’in belirttiği bu gelişmeler günümüzde daha sık yaşanmaktadır. Ülkelerin gelişmesi, bazılarının gerilemesi, bazılarının öne çıkması kaba bir gözlemle bile görülebilecek durumdadır. Öte yandan teknolojik gelişmeler, ekonomik verileri saklanmaz kılmıştır. Hangi ülkenin ve hatta tek tek şirketlerin ekonomik ve siyasal gücü bilgisayar ekranlarına tek bir tuşla gelebilmektedir.
Lenin, Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine makalesinde şunlaru söylüyor:
“Kapitalizmde tek tek ekonomilerin ve tek tek devletlerin ekonomik gelişiminde eşit büyüme imkansızdır. Kapitalimde bozulan dengenin geçici olarak yeniden kurulması için sanayide krizden, politikada savaştan başka araç yoktur”[4]
Son zamanlarda, emperyalistler arası kutuplaşmanın artması çelişmelerin keskinleşmesi ve bu gelişmelerin emperyalist savaş tehlikesini artırması, bilinen ve görülebilen bir gerçek halini almıştır. Bu aynı zamanda yeni emperyalist ülkelerin gelimesi ve paylaşılmış pazarlardan pay istemelerinin bir sonucu ortaya çıkmıştır ve de emperyalistler arası çelişmelerin keskinleşmesini körüklemiştir.
Yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkamayacağını ya da eskiden yarı-sömürge ve hatta sömürge olan bir ülkenin sonradan emperyalist aşamaya gelemeyeceğini ileri sürmek ve bunu da eski emperyalistlerin yeni emperyalist ülkelerin gelişmesine gözyummayacağını ve buna müsade etmeyeceğini ileri sürmek, Stalin’in söylemiyle, kapitalist üretim ilişkileri ve onun ortaya çıkardığı çelişmelerin niteliğini kavramamanın bir sonucu olabilir.
Böylesi bir akıl yürütmeden hareket edersek Çin ve Rusya’nın nasıl “süper” güçleri olduğunu açıklayamayız. Ya da en azından dünyanın en büyük tekelleri içinde önemli bir yere sahip Güney Kore’nin nasıl bu hale geldiğinin teorik açıklaması anlamsızlaşır. Ya da bir zamanlar “yarı-sömürge, yarı-feodal” bir ülkenin montajcısı Koç Holding’in, dünyanın ilk beşyüz büyük tekeli arasında nasıl yeralabildiğinin açıklaması yapılamaz.
Öbür yandan, emperyalizm tekelleşme ise –ki öyledir- , tekelci şirketlere sahip devletler hangi kategorinin içine sokulacak ya da bu tekelleşmeler “sanal” olarak mı değerlendirilecek! Elbetet somut bir gerçeklik sanal olarak değerlendirilemez ve bu gerçek kabul edilmek zorundadır. En azından kendine marksist diyenlerin, diyalektik materyalist yöntemi ve tarihsel materyalizmi kabul edenlerin bu somut gelişmeleri yok saymaları, marksist söylemleri ile çelişir. Bu saydıklarımızın dışında, yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkabileceği gerçeğinin ve tekelleşmenin emeryalizm olduğu Leninist kuramının reddidir.
- “Yeni Emperyalist Ülkeleri Oluşumu” Gerçekliği Eleştirileri
MLPD’nin eski genel başkanı ve Revolutionär Weg (Devrimci Yol) Teorik dergisinin sorumlusu olan Stefan Engel’in, “Yeni Emperyalist Ülkeler” broşürü oldukça ilgi çekti. Bu broşür, Ulşuslararası Komünist Hareket (UKH) içinde tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor. Stefan Engel’in adı geçen broşürü en az on dilde yayınlandı. El Yayınları tarafından, önsözünü benim yazdığım, Türkiye’de Türkçe olarak yayınlandı.
UKH içinde bu “yeni emperyalist ülkeler” tezi, daha doğrusu somut gerçekliği, bir çok KP’leri tarafından kabul edilmemekte direnilmeye devam ediyor. Örneğin, Hindistan, Brezilya, Türkiye ve diğer ülke Marksistleri, bu gerçekliği yanaşmamakta direniyorlar dense yeridir.
Hindistan’lı ML ve Maoist partilerin bir çoğu, Hindistan’ın “emperyalist olduğu” belirlemesine karşı çıkarak, Hindistan’ın hala “yarı-sömürge yarı-feodal” ya da “yarı-sömürge” olduğunu ileri sürüyorlar.[5]
Burada, kendi çapında daha derli toplu bir eleştiri olduğu için ve genelde ise diğer eleştirenlerle aynı içerikte olduğundan, Bolşevik Partizan’ın eleştirilerine kısaca ele alalım. Bir çok devrimci kesimde buna benzer anlayışlar taşıdığı için, eleştirilerin neler olduğuna bakmak yararlı olacaktır.
Bolşevik Partizan (BP), MLPD (Almanya Marksist-Leninist Partisi)’nin çıkardığı “Yeni Emperyalist Ülkelerin Oluşumu”[6] adlı teorik broşürü eleştirmiştir.
BP, yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkmasını hem olanaklı hem de olanaksız görüyor. Bir taraftan “olabilir”, ama öbür yandan “olamaz” diyor. BP’nin yayınladığı “2018’de Dünyadaki Gelişmeleri Belirleyen Ne?”[7] adlı Broşürden alıntılar akataracağım. Bu nedenele sadece sayfa numarası vereceğim.
“... bir zamanlar emperyalizme bağımlı olan bir kapitalist ülkenin emperyalist bir güce dönüşmesine götürecek ölçüde gelişebilir. Bu ama zordur. Zordur, çünkü emperyalist güçler kendilerine rakip olarak ortaya çıkacak yeni emperyalist gücün oluşmasını istemez ve bunu ellerindeki tüm imkanlarla engellemeye çalışır” (BP, sf.15)
Burada, kapitalizmin gelişmesi, emperyalistler arası ilişkiler ve kapitalizmin uluslararası bir hal almasını bir emperyalist gücün iradesine indirgiyor. Yani, kapitalistler istemediği için yeni emperyalist ülkeler olmaz demek istiyorlar. Oysa, sorun kapitalizmin gelişmesini ve emperyalizmin ortaya çıkmasını ya da yeni kapitalist tekellerin oluşmasını belirleyen tek tek kapitalistlerin iradesi değil, kapitalist ekonomik işleyiştir. Bu yaklaşık dogmatiktir. Ayrıca bu dogmatik ve mekanik anlayış yukarıda alıntıladığımız Stalin’in anlayışına da ters düşmektedir. Stalin, yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkmasını emperyalistler arası çelişme ve kapitalist ekonominin dengesiz gelişmesine bağlar. BP, bu anlayışı reddettiği gibi, Stalin’in Troçkist-Zinovyevist anlayışı eleştirdiğinden ise hiç söz etmiyor. Stalin’i görmezden gelmeyi yeğliyor.
“Kapitalizm, en hızlı sömürgelerde ve denizaşırı ülkelerde büyümektedir. Bizzat bu ülkelerde yeni emperyalist güçler (Japonya) doğmaktadır.” (Lenin)
Lenin’den aktardığı bu alıntının arkasından BP, şöyle diyor:
“Fakat diğer yandan eğer bu ülkelere sermaye ihracı çok kapsamlı ise, ülkenin ekonomik potansiyeli yüksek ise, bağımsızlaşma isteğine sahip ise ve bu yönde hareket eden bir milli burjuvazi varsa bu mümkündür” (BP, sf. 15)
BP’nın bu yorumuna; Lenin’in gözünün içine baka baka sorunun özünü çarpıtmak denir. “Yeni emperyalist ülkeler tezine karşı çıkan bir çok yaklaşım da aynı BP’nin ki gibi. Yani, BP, dogmatik yaklaşımda tek değil.
Aşağıya Stefan Engel’den bir alıntı alalım:
“Uluslararası üretimin yeni-sömürge ve bağımlı ülkelerde yeniden örgütlenmesinin özü özelleştirmelerde ve kamu iktisadi teşebbüslerin uluslararası tekellere satılmasında ortaya çıkmaktadır. Bu toptan satışların boyutu, kendini doğrudan yabancı yatırımların muazzam rakamlarla artışında gösteriyor. Uluslararası tekellerin bu ülkelere yaptığı yatırımlar, 1980’de 115 milyar ABD Dolar düzeyindeyken, 2000 yılına kadar 1206 milyar Dolara, yani on katından fazlasına ulaşmıştır.”[8]
Burada da görüldüğü gibi, emperyalist-kapitalist ülkelerin sermaye aktarımları muzzam bir boyuta ulaşmıştır. Bu sermaye akışı bugün daha büyük (2015 yılında 1.920, 2016 yılında 1.870, 2017 yılında ise 1.430[9] milyar ABD dolar)[10] meblalara ulaşmıştır. Emperyalistler, istesede istemesede sermayelerini dış ülkelere aktarmak zorundadır. Lenin, de belirttiği gibi, bu bir “niyet” sorunu değil, kapitalist ekonominin karakteri gereğidir.
Lenin, emperyalizm kitabında yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkabileceğini söyler ve geç gelişen Almanya ve Japonya örneklerini verir. Bunu kapitalizmin dengesiz gelişmesine bağlar. “Bağımsızlaşma isteğine sahip milli burjuvazi”nin varlığına bağlamaz.
Bir ülkenin emperyalist olmasını “milli burjuvazi”ye bağlamak, kapitalizmin karakteristiğini de anlamamak demektir. Kapitalizmin özünde rekabet vardır. Mal üretimin paylaşımı kapitalistin iradesi sonucu değil, kapitalist sistemin işleyişin doğası gereğidir. Bu da onu, yeni pazarlar bulma ve egemenlik alanlarını genişletme yoluna sokar. Bunun için savaşta çıkarır.
Emperyalistleşmenin burjuvazinin milli ya da bağımsızlığı savunmasıyla da hiç bir ilgisi yoktur. En küçük kapitalist şirket sahibi bile büyümek ve dünyaya tek başına egemen olma isteği ile yanıp tutuşur. Sermayesinin oranı kadarda bunu yapar. Bugün, yarı-sömürge ya da bağımlı ülke burjuvazisi de büyümek, diğer emperyalist tekeller ile aynı seviyeye ve hatta onları geçme arzusu ile hareket eder ve de bu eğilimi güçlü bir şekilde taşır. Bu istek, kapitalizmin karakteri ile ilgilidir. Bütün sermaye sahipleri, hiç kimseye bağımlı olmadan, ama diğerlerini kendine bağlama eğilimi ile hareket eder.
“Kapitalistler dünyayı belirli bir kötü niyetten ötürü değil, ulaşılmış bulunan temerküz derecesi, onları kar sağlamak için bu yola girmek zorunda bıraktığından paylaşmaktadırlar. Ve dünyayı ‘sermayeleri ile orantılı olarak’, ‘herbirinin gücüne göre’ paylaşmaktadırlar, çünkü mal üretimi ve kapitalizm düzeninde başka paylaşma yöntemi olamaz.”[11]
Koç Holding, Ford Otomobil tekeli ile ilişkiye geçtiğinde ve onun ajentalığını yaptığında, bu onun için –sermayesini büyütma anlamında- büyük bir başarıydı. Bu aynı zamanda Koç’un sermaye olarak bağımsızlaşma hareketidir. Ve bu tür sermaye sahiplerin bağımsızlığı, sermayelerinden bağımsız olamaz. Sermayeleri oranında bağımsızdırlar. Buradaki “bağımsızlık”, sermayelerin birbiriyle ilişkisizliği anlaşılmamalı. Tersine birbiriyle sıkı ilşkileri olmak zorundadır.
Koç sermayesi büydükçe salt Ford’a bağlı kalmak istemedi ve sermayesinin gücü oranında ilişkilerini geliştirdi ve başka tekellerle de ilişkiye geçerek kendisi büyük bir tekel haline geldi. Ford tekeli gibi kendisi de dış ülkelerde fabrika açtı ve sermaye yatırımında bulundu. BP’nin anlayışından hareket edersek, Ford Koç’u büyütmemesi gerekiyordu. Ya da ABD gibi dünyanın en büyük emperyalist ülkesi, Çin tekellerini büyütmemek için yılda Çin’den 436[12] milyar ABD dolarını aşan ithalatı önlemesi gerekiyordu, ki, ihracatı çeşitli zorlamalarla azaltmaya, çalışmasına –ticaret savaşları adı verilen vergilendirmeler vb. gibi.- karşın başaramamaktadır. Ya da ABD’nın Latin Amerika ile bağlarını kuran güney sınır komşusu, -BP’nin “uyduruk emperyalist ülke” dediği- Meksika’dan[13] da ihracatı durdurması gerekiyordu. Kapitalistlerin sermayeden bağımsız hareket etme özgürlüğü olabilseydi belki BP’nin dediği olurdu. Ancak, sermaye niyet-miyet takmaz, kendi ekonomi-politikasını egemen kılar. Yoluna çıkanı ezer, savaş çıkarır. Onun karşısına ancak ondan büyük bir güçle çıkıldığında durdurulur ya da egemenliğine ebediyen son verilir.
Bir emperyalist ülke kendine rakip çıkarmak istemiyorsa, başta ABD bunu yapmazdı. II. Emperyalist paylaşım savaşı sonrası, başta Almanya ve Japonya olmak üzere bir çok ülkeyi, yeniden dirilmeleri için yoğun bir sermaye akıttı. Ve bugün o ülkeler ABD’nin karşısına -büyük rakip birer güçler olarak- dikilmiş durumdadır. ABD bu sermaye aktarımını, insani yardım amaçlı değil, kendi sermayesini güçlendirmek, egemenlik alanlarını genişletmek, derinleştirmek ve sermaye birikimini büyütmek için yaptı ve yapmaktadır. O süreçte yapılan “Marshall yardımı”ının amacı da ABD sermayesinin egemenliğini artırmak amaçlıydı.
Kısacası, “rakip yaratmaz” anlayışına hangi yönden bakılırsa bakılsın, emperyalist gelişme yasalarını inkar eden bir yaklaşımdır. Emperyalistler, emperyalist pazarı geliştirmek ve genişletmek için sermaye sürümüne devam etmek zorundadır.
BP’nın, bu anlayışını yıllardır, “emperyalizm feodalizmi tasfiye etmez ve kapitalizmi geliştirmez” diyenlerin anlayışıyla çakışıyor. Ama, emperyalist ülkeler daha geri ülkelere sermaye ihracı ederek orada kapitalizmin gelişmesine hizmet ettikleri gibi, varsa feodalizmin çözülmesine ve de tasfiyesine de hizmet ediyorlar.
“İhraç edilmiş sermaye –der Lenin-, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun, bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına olduğunu unutmamalı.”[14]
Bir çok küçük burjuva oportünizmi, Lenin’in bu alıntısını, içeriği dışında kullanmayı bir marifet saymaktadırlar. Oysa, Lenin’in buradaki anlatımı nettir. İhraç edilmiş sermayenin bütün ülkelerdeki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına yapıldığının altını özellikle çizer.
“Milli burjuvazi varsa” anlayışı, emperyalizmin karakteristiğini de “bağımsız”lığa bağlayan oportünist bir yaklaşımdır. Lenin’in söylemiyle; küçük burjuvazinin emperyalizme bakış açısı ve milli burjuvazi ile özdeşleştirme “emperyalist ideolojisi”dir. BP, “yeni emperyalist ülkeler” tezine karşı çıkma adına, dogmatizmde kararlı bir şekilde direnmekten vazgeçmemiş. Somut olgulardan hareket etmek yerine, onu dogmatik “ilkeler”in içine sokarak teori oluşturmaya çalışınca, oportünizmin teorik bataklığına düşmek küçük burjuva teroisyenleri için bir “kader” olup çıkıyor.
Günye Kore, 1950’lerin başından beri ABD emperyalistlerinin himayesi altındadır. Bu ülke bugün bir çok uluslararası emperyalist tekele sahiptir. “Bağımsız” ya da “ G. Kore milli burjuvazisi mi” G. Kore’yi ülkeyi bu hale getirdi? Elbette değil. Elbete G. Kore tekelleri dünyaya egemen olmak istiyor. Ve G. Kore’nin Samsung (Samsung Group bağlı) tekeli ABD’nin Apple tekeli ile uluslararası alanda kapışıyor. ABD kendi egemenliği altında olan G. Kore’de kendine karşı bir tekel yaratmaması gerekiyordu, BP’nin mantığına göre. Ama Samsung Electronics tekeli bugün var. Kapitalist sistem kişilerin iradesine göre yürüseydi BP haklı olurdu. Ama, kapitalistin iradesi sermayenin elinde. Bu nedenle, bu eleştiri emperyalizm gerçekliğiyle uyuşmuyor. Ayrıca, Apple ait bir çok elektronik parçalar Samsung tarafından üretiliyor.[15]
Ama, BP, öbür yandan Maoistleri de taş atmaktan geri durmamış. Yukarıdaki “mümkündür” ile biten alıntının hemen devamında;
“Bu yüzden kimi maoist grubun, emperyalizme bağımlı bir ülkenin hiç bir zaman emperyalist bir güce dönüşemeyeceği iddiası yanlıştır.” (BP, sf. 15)
Böyle söyleyen kim olursa olsun elbette somut gerçeklerle uyuşmamaktadır. Lakin, BP’nin de “maoist grup”lar dediği gruplardan farklı düşündüğü ne? Eleştirdiği gruplarla aynı düşünceyi paylaşmasına karşılık, “farklı” düşünyormuş izlenimi vermeyi denemesi neden ki?
“Çin’i, Meksika, Endonezya, Güney Kore, Güney Afrika, Birleşik Arap Emirlikleri vs. gibi devletlerle uyduruk ‘yeni emperyalist devletler‘ kategorisi içinde birlikte anmak, Çin’in gerçek gelişmesinden bi haber olmak anlamına gelir.” (BP, sf. 5)
Her ülkenin emperyalist aşamaya gelmesi elbete farklılıklar içerir. İngiltere ve Almanya’nın farklı süreçler izlediği ya da Japonya ile ABD’nin aynı olmadığı gibi. Diğer emperyalist ülkelerinde o aşamaya gelmesinde benzer yanlar olduğu gibi farklılıklarda içerir. Ve hiç kimse de Çin ile bir Birleşik Arap Emirlikleri’ni sermaye ve egemenlik anlamında aynı kefeye koymaz. Nasıl ki ABD ile bir İsviçre’nin (en asgarisinden, askeri ve sermaye büyüklüğü bakımından) aynı kefeye konamayacağı gibi... Ama bunların karakteri ortak. Tekelci burjuvazinin yönetimi altındaki Emperyalist ülkelerdir. BP, burada demogojiye kaçmış. Eleştirdiği broşürde böyle bir yaklaşım olmadığı gibi dünyanın en büyük ve en saldırgan emperyalist ülkesi olarak ABD[16] görülür. İkinci Çin gelir vs..
Buraya, BP’nin “uyduruk emperyalist” listesi içine soktuğu G. Kore’nin ithalat ve ihracatını buraya alalım. Birinci rakam G. Kore’nin (2017 yılı için) ihracatını, ikinci rakam ise aynı yıl için ithalatını ABD doları cinsinden gösteriyor: Çin (149 – 98,1 milyar), ABD (69,4 – 48,7 milyar), Japonya (26,9 – 54,2 milyar)[17]...
Emperyalist ülkelere emperyalist demek, küçük emperyalist ülkeleri öne çıkarıp büyüklerin üstünü küllemeyi içermez. İsviçre’nin tekeli NESTLE’nin Afrika’da yaptıklarını teşhir etmek, dünya devi WALMART’ın üstünü küllemeyi getirmediği gibi. Açık bir demogoji yapıldığı açık. Küçük burjuva demogojik yaklaşımlarla doğru analiz yapılabilseydi, kapitalizm çoktan yıkılırdı.
“MLPD toptancı bir biçimde BRICS ve MIST ülkeleri yanında İran, Arjantin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’ı ‘yeniemperyalist ülkeler’ olarak adlandırıyor. Biz, bu ülkeleri tek tek derinlemesine analiz etmedik, bu aslında söz konusu ülkelerin marksist leninist güçlerinin işi.” (BP, sf. 15)
İddia sahiplerinin eğer bir analizleri yoksa, analiz ve sentez yapmak için kendilerini ehil görmüyorlarsa ve değerlendirmeleri her ülkenin marksist-leninistlerine bırakıyorlarsa, bu eleştiriler niye? Kendi söyledikleriniyle tutarlı olmak için BP teroisyenlerine bu durumda susmak düşerdi. Bilmiyorsanız susacaksınız ve bilenleri ise eleştirme hakkınız yoktur. Tutarlılık budur.
Oysa, herkes analizler yapabilir, çözümlemelerde bulunabilir. Aynı Lenin’in Almanya ve Japonya için bulunduğu gibi. Lenin, Japon ve Alman Marksistlerin kendi ülkeleri için belirlemelerine bakmadan ve hatta Kautsky’de eleştirerek analiz ve yorumlar yapma yetkisini kendinde bulmuş. Bu yanlış değil, olması gereken bir şey. Alçak gönüllü gözükmeye çaba harcamış olan BP, yüksek perdeden S. Engel'in teorisine “uyduruk” demeyi kendinde hak bulmuş.
BP, aynı broşüründe ülkelerin farklı “niteliklerinin unutulduğunu” da yazıyor. (BP, sf.4). Farklı nitelik dediği ne acaba? Ekonomik ve askeri güçleri mi? Bu nitelik değil, görecelidir. Nitelik fark, birisinin emperyalist olmaması diğerinin de emperyalist olması olabilir. Emperyalist ülkeler arasında nitel değil, ama göreceli farklar vardır. İsviçre ile ABD arasında nitel değil ekonomik-askeri ve pazarlara egemen olma arasında ya da paylaşımdan pay alma arasında fark vardır. Elbette ikiside emperyalist ülkelerdir. Nasıl ki, kapitalist ülkeler arasında nitel değil göreceli farklar olduğu gibi, emperyalist ülkeler arasında da nitel değil, göreceli farklar vardır.
BP, eleştirdiği broşürde geçen “süper tekeller” kavramını da eleştiriyor. Ama Lenin’i eleştirdiğinin görmezden gelerek. Çünkü aynı kavramı Lenin’de kullanıyor.
“Birincisi: ‘Süper Tekel kavramı marksist kavram değildir.” (BP, sf. 23)
BP, bu kavramın Marksist olmadığını söylemesine karşılık Leninist bir kavramdır diye karşılık verelim. Lenin, ünlü Emperyalizm kitabının, “Dünyanın Kapitalist Gruplar Arasında Paylaşılması” bölümünde, özellikle elektrik sanayinde “süper tekellerin” nasıl oluştuğunu istatistiki verilerle açıklar.
“Bu süper-tekelin nasıl oluştuğunu görelim.” [18]
Kendini ML olarak adlandıran BP, yukarıda alıntı olarak aldığımız Lenin ve Stalin’in açıklamalarını görmezden gelmeyi en doğru yol bulmuş. Ki, bu da küçük burjuvazinin işine gelen yerde ML işine gelmeyen yerde ise onu pas geçme taktiği olarak öne çıkıyor. Oysa, aynı alıntıları okuyorlar, ama görmezden geliyorlar. Çünkü kendilerini doğrulamıyor, yanlışlıyor. BP’nin “yeni emperyalist ülkeler” konusundaki anlayışı, Stalin’in eleştirdiği zinovyevist-troçkist anlayışla aynı. Bu bağlamda Stalin eleştirileri BP içinde geçerli.
“Süper”, “büyük” , “dev” vb. gibi sıfatların, tekellerin ya da ülkelerin ekonomik gücüyle ilgili olarak kullanılması yanlış değil, onların diğer ülke ve tekeller karşısındaki durumunu vurgulamak için kullanılabilir. Ayrıca, Lenin’in bir çok yerde, “süper tekeller” ve “dev tröstler”[19] dediğide bilinir. “Süper”, “dev” vb. gibi sıfatlamalara gidilmesi, diğer emperyalist tekelleri ne küçümseme ne de yoksayma ya da “dev” diye adlandırılanları nitelik olarak daha küçüklerden farklı görme anlayışından kaynaklanmaz.
Buraya Marx’ın bir sözünü aklmakta yarar var:
“Preseus, avladığı devler kendisini görmesin diye sihirli bir başlık giyerdi. Biz ise devlerin varlığını görmemek için, sihirli bir başlığı gözlerimize ve kulaklarımıza kadar indiriyoruz.” (Karl Marx, 1997a)
Burada da görüldüğü gibi bazı “marksistlerimiz” gözlerini ve kulaklarını sıkı sıkıya kapatarak, kapitalist gelişmenin diyalektiğini açıklama yerine pozitivcilik oyunu oynamayı yeğliyorlar.
Küçük burjuva dogmatik düşünce tarzının en büyük özelliği; gelişmelere gözünü kapaması ve başta ne biliyorsa onun asla değişmeyeceğine, değişmez bir ilke olduğuna kendini inandırmış olmasıdır. Yani, ilkeleri koşullardan çıkarma yerine, verili koşulları ilkelere uydurma... Böylesi bir yöntem somut koşullarla uyuşmadığı için, dogmatizm gelişmelere karşı kör ve sağırdır. Bu nedenle de diyalektik materyalizm ile çatışırlar ve onun karşısında yer alırlar.
[1] Lenin, Emperyalizm, sf. 43
[2] Stalin, Eserler, C.9, sf. 91, İnter Yayınları
[3] Stalin, Eserler 9, sf. 92,
[4] Lenin, Seçme Eserler, sf. 151, C. 5, İnter Yayınları
[5] 28-29 Ekim 2017’de Almanya’nın Bottrop kentinde yapılan, ICOR tarafından düzenlenen “Ekim Devrimi’nin 100. Yılı Uluslararası Konferansı’nda, yaptığım konuşmada “yeni emepryalist ülkeler” tezini savunmuş ve Hindistanlı yoldaşların anlayışını eleştirmiştim. Bu Konferansa 1050 delege katılmıştı.
[6] Stefan Engel’in adı geçen Broşürü, Türkiye’de El Yayınları tarafından Türkçe kitap olarak basılmıştır.
[7] Bolşevik Partizan sayı. 180, Temmuz 2018, “2018’de Dünyadaki Gelişmeleri Belirleyen Ne?” Ayrıca, bu broşür El Yayınları tarafından Türkiye’de kitap olarak basılıp yayınlandı. Ben Türkçe Broşür’ü esas aldım.
[8]Stefan Engel, “Küreselleşme” Tanrıların Günbatımı, sf. 391-392, Umut Yayımcılık, 2011 İstanbul.
[9] 2015 yılında doruğunda olan “Doğrudan Sermaye Yatırımları”nın, 2016 yılından itibaren”ndaki düşüşe geçmesi, emperyalist yeni ekonomik krizinde habercisidir.
[10] Yased (Uluslararası Yatırımcılar Derneği-UNCTAD 2018)
[11] Lenin, Empeyalizm, sf. 98, Sosyalist Yayınlar
[12] Çin ABD’den 122 milyar (2016 için) ABD doları kadar ithalat yapıyor. Çin-ABD ticari ilişkilerinde ABD yaklaşık 300 milyar ABD doları açık veriyor.
[13] Dünyanın 9. Büyük ekonomisine sahip Meksika, ABD’ye 307 milyar (2017 için) ABD doları ihracat yapıyor, ABD’den ithalatı ise; 181 milyar (2017) ABD doları kadar. ABD-Meksika ikili ticaretinde 116 milyar ABD doları açık veren “uyduruk” Meksika, değil, “büyük” ABD. Kaynak: The Observatory of Economic Complexity: OEC
[14] Lenin, Emperyalizm, sf. 72, Sol Yayınları, 12. Baskı 2009 (açYK)
[15] Bkz. Wikipedia/Vikipedi
[16] “ABD hala tek emperyalist süper güç konumundadır.” Stefan Engel, Yeni Emperyalist Ülkelerin Ortaya Çıkışı Üzerine”, sf.30
[17] https://atlas.media.mit.edu/tr/profile/country/kor/ OEC
[18] Lenin, Emperyalizm, sf. 90
[19] Lenin, Marksizm ve Revizyonizm, sf. 15, Günce Yayınları
Yusuf Köse
Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.
http://yusuf-kose.blogspot.com/
Son Haberler
Sayfalar
ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)
Kendi topraklarında özgür yaşayamayanlar (Nubar Ozanyan)
Nasıl bir adalet, nasıl bir vicdandır ki yüzyıldır Kürtler kendi topraklarında özgür yaşayamıyor? Nasıl bir kara zulümdür ki, on binlerce gerilla canını feda etmesine, on binlerce tutsak kör hücrelerde ömür çürütürcesine özgürlüğe ellerini uzatmasına karşın karanlık iş başında kalmaya devam ediyor? Ve yüz yıldır Kürt halkı bunca büyük bedel ödemesi karşısında sanki bir şey olmamış gibi duran Devlet, utanmadan elini “kardeşlik” adına DEM’e uzatıyor? Tarihte böylesine aymaz bir düşman görülmüş mü?
Nobel Ekonomi Ödülleri Hangi "Bilimsel" Buluş İçin Verildi?
Emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan liberal ekonomistler, liberal entellektüellerde memnun değiller. „Eşitsizlikler“ büyümüş, „doğanın tahribatı alarm“ veriyormuş, „demokrasiler“ gerilemiş, „ekonomiler teknolojik gelişmelerin gerisinde“ kalıyormuş. „ekonomik büyümeler yavaşlamış“ vs. vs. En büyük buluşu 2005-2006'dan beri dünyada „demokrasi“lerin gerilemesiymiş.
SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..
“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”
“Filistin’de direnişin bir yılı ve Bahçeli’nin sözleri”(Deniz Aras)
7 Ekim Aksa Tufanı hamlesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde Ortadoğu, emperyalistlerin askeri, siyasi, lojistik ve istihbarat desteğiyle adeta bir koçbaşı olarak işlevselleştirdikleri Siyonist İsrail tarafından kan gölüne çevrildi.
İmha ve İnkar Politikalarına Karşı Direniş Sürüyor
Türk devletinin kuruluş süreci aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında imha ve inkâr politikalarına sistemlilik kazandırma sürecidir. “Tek vatan, tek bayrak, tek millet” söylemi bu ırkçı, inkârcı politikanın en açık ve özlü ifadesidir.
Ve aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla Kürt coğrafyasına dönük saldırıları dönemsel görmek veya kimi burjuva partilerinin izlemiş olduğu politikalarla açıklamaya kalkmak yanılgılı bir tutum olur.
3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?
Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.
Önderlerin Ardından… (Nubar Ozanyan)
Kafkaslar’ın en ileri devrim beyni ve en güçlü çarpan sosyalist yüreği, zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışan Ermeni halkının yetiştirdiği en kalifiye önder kadrolardan olan ISTEPAN ŞAHUMYAN’IN başına gelenler bütün Sovyet devrim önderlerinin başına gelenler gibi oldu. Yok sayılmak, yaşanmamış kabul edilmek, itibarsızlaştırılmak, unutturulmak, nefret, işçiler ve ezilen halklar için yaptıkları büyük fedakarlıklarının ters yüz edilmesi, kahramanların hain olarak tanıtılmaya çalışılması kötülüklerin en büyüğüdür. Acıların en derinidir.
Emperyalizm Üzerine Notlar-7
„Yarı-Sömürgeciliğe“ Sığnan Sosyal Şovenist Teoriler
Başka ülkelerin işçi ve emekçilerini sömüren bir ülke yarı-sömürge olamaz. Eğer bir ülke içinde yüksek düzeyde tekelleşme gerçekleşmişse, başka ülkelere sermaye ihraç ediyor, oralarda yatırım yapıyor, işçi çalıştırıyor, maden ocakları açıp işletiyor, banka açıp mevduat topluyor, kredi veriyorsa ve bu ülke, ML literatürde, kapitalist sistem içinde emperyalist bir ülke olarak adlandırılır.
Düşünüş ve Hareket Tarzında Devrimcileşmek
Kürt ulusuna, diğer azınlık milliyetlere uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarına karşı sessiz kalıp harekete geçmemek, özünde işçi ve emekçilerin birliğine, ortak yürüyüşüne zarar vermektir. Dolayısıyla bu yönlü yapılan çağrılara kayıtsızlık ya meselenin özünü yeteri kadar kavramamaktan ya da bu demokratik istemlere karşı samimi bir tutum sergilememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü samimi bir birlik istemi, ortak mücadele anlayışı Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını savunmayı, bu yönlü yapılan tüm saldırılara karşı net bir tutum almayı gerekli kılmakta.
Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi
Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)