Perşembe Mayıs 9, 2024

2023 Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin boykot tavrı neden doğru değildir

Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan tarihi momentin realitesi; “Burjuva faşist düzen partileri ve ittifaklarının adaylarını boykot et, devrimci demokrat adayları destekle!” (MKP-SB. Bk. Halkın Günlüğü gazetesi) şiarında dile getirilen bu yaklaşımla örtüşür değildir. Neden değildir? Çünkü öncelikle içinden geçilmekte olunan süreç, ‘normal-olağan’ rutin bir süreç olmayıp; yönetimsel olarak sistemde niteliksel değişimin yaşanacağı bir süreçtir. Görülemeyen ve tam olarak somut karşılığının ne olduğu/olacağı yeterince kavranamayan ve dolayısıyla da isabetsiz tutumların geliştirilmesine kaynaklık eden temel faktör de tam olarak budur. Öte yandan cumhurbaşkanlığı seçiminde “devrimci demokrat” aday çıkarılacak olsa bile, kazanma şansı olamayacağından, bunun desteklenmesi, sürecin ihtiyacını duyduğu sonucu sağlayamayacak ve dolayısıyla da buraya verilecek oylar Erdoğan’ın seçilmesi sonucunu doğuracaktır.

Ne diyordu büyük komünist Georgi Dimitrov yoldaş? “Faşizmin yönetimi ele geçirmesi (siz bunu “koyu faşist tek adam sultası”nın şeriatçı faşizme evrilmesi olarak okuyun. Bn.) sadece bir burjuva hükümetinin bir diğerini izlemesi değildir. Burjuvazinin- burjuva demokrasinin- belli bir sınıfsal egemenliğini içeren devlet biçiminin, bir diğeriyle; açık terörist diktatörlükle değiştirilmesidir.” (FKBC)

Açıkça görüleceği gibi bu türden değişiklikler basit sıradan olağan değişiklikler olmayıp, niteliksel değişikliklere tekabül eden değişimlerdir. Haliyle sonuçları da farklı olacaktır. Tıpkı, 14 Mayıs’ta yapılacağı karar altına alınan cumhurbaşkanlığı seçiminde önü kesilemez ise; şeriata dayalı daha koyu bir faşizm ile devam edecek olan Erdoğan iktidarının toplumun üzerine bir karabasan gibi çökecek olmasında ki gibi.

Örneğin denilmektedir ki: “…bu seçim oyunu, başkanlık sisteminden parlamenter sisteme geçiş kurgusu temelinde koyu faşist tek adam sultasından ırkçı-faşist tekçi paradigmalara dönüş içeriğiyle belli bir anlam yüklenmektedir. Ancak bu anlam, demokratik muhteva taşıyan bir geçiş ya da değişim süreci değil, bilakis burjuva devlet sistemi ve yönetim biçimlerinde birinden ötekine geçiş kadar anlamlıdır…” (bk. 7.03.2023 tarihli H.G. gazetesi)

Görüleceği gibi burada çok sığ, bir o kadar da biçimsel ve sorunun sınıf mücadelesine etkilerinin nasıl olacağının analizden yoksun, düz-mekanik bir mantık örgüsü söz konusudur. Böyle olduğu için de kaçınılmaz olarak sorun götürülüp; “demokratik muhteva taşıyan bir geçiş ya da değişim süreci” olup olmadığına endekslenerek ele alınıyor. Buradan da yürünerek, sözüm ona ‘haklı’ çıkarsamalar ortaya konmaya çalışılıyor: “Her ikisi de faşist olduğuna göre, burada bizi ilgilendiren bir yön bulunmuyor!” 

Oysa ki, bırakalım teorik-akademik bir analizi, somut sosyal yaşam pratik ve deneyimleri üzerinden ele alınıp sorgulandığında; “koyu faşist” ile “parlamenter maskeli faşist” veya 12 Eylül sürecinde olduğu gibi, askeri faşist diktatörlükle parlamenter maskeli Turgut Özal yönetimi veya Şah Rıza Pehlevi dönemi faşist diktatörlüğü ile şeriatçı molla faşizmi veya Mussolini ve Hitler dönemi Almanya ve İtalya’sı ile bunlar öncesi ve sonrası dönemin burjuva diktatörlüğü veya Endonezya’da 1965-66 yıllarında yarım milyonun üzerinde komünist ve solcunun hunharca katledildiği Suharto darbesi süreciyle öncesi süreci vs. vs. mukayese edildiğinde, sorun hiç de  “burjuva devlet sistemi ve yönetim biçimlerinde birinden ötekine geçiş” ile ifade edildiğindeki gibi hafifsenerek, ciddiye almaya değmeyecek kadar basit olmadığı/olamayacağı kolaylıkla idrak edilebilir. 

Yani burada sorun, sürecin daha demokratik bir yönelime evrilme olasılığı boyutundan daha çok, daha beter olana evrilme potansiyeli boyutuyla sorgulanmayı öncelikli kılar/kılmalıdır da. Çünkü toplumun tümden zapturapt altına alınması, hiçbir legal-demokratik alan faaliyetinin keza işçilerin-emekçilerin ve özelde de kadınların kazanılmış hiçbir hak ve mevzilerinin kalmayacak olması, keza tüm ‘aykırı’ düşünce ve inançların susturulacak olması anlamına gelen ve şeriat ile daha farklı bir boyut kazanacak “koyu faşist tek adam sultası” ile, sayılan  tüm bu konularda kısmi serbestliklerin yaşanacağı ve bir çok temel hak ve hukukun korunabileceği, daha da önemlisi, mücadeleyle geliştirme imkanının daha fazla olacağı şu “ırkçı-faşist tekçi” paradigmalı “parlamenter sistem” olarak tanımlanan arasında bir tercih yapma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış olma sorunudur. 

Keza sorun, bu ayrım ve tercihin, yaşadığımız süreçteki “tarihi öneminin” görülemiyor oluşudur. Çünkü sorun, şayet var olan ve gelmekte olan daha da beterini güçlü halk muhalefetiyle veya devrimle savuşturabilecek güç ve kabiliyetten yoksunsan; daha beterini savuşturmak senin o süreçteki tarihi görev ve sorumluluğun olarak öne çıkar. Bunu, ehvenişere razı olma pahasına da olsa başarmaktır güne ilişkin siyasal mücadelenin isabetli siyasi taktiği.

Kimileri bunu, keskin sol söylemlerle, burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmak veya onun saflarında sıraya girerek, sistemle uzlaşmak/barışmak olarak niteleyerek; burjuvaziyle uzlaşmayacaklarını, savaşacaklarını söylüyor. Örneğin MLKP, günün öncelikli görevini daha koyu ve şeriatçı açık faşist diktatörlük tehdidini savuşturmak için; “baş düşmana karşı birleşilebilecek tüm güçlerle birleşme” siyasetini böyle karşılıyor. Ve bunun, faşizme karşı yürütülen mücadelenin devrimci bir taktiği olamayacağını ileri sürüyor. Bu, olsa olsa sisteme yedeklenmek isteyen reformistlerin taktiği olabilirmiş vs. vs. 

Demek ki Çara karşı liberal burjuvaziyle ittifak siyasetini uygulayan Lenin ve Bolşevikler, Hitler faşizminin iktidara gelmesinin yolunu kesmek için SPD ile seçim ittifakı yapmayı başaramadığı için özeleştiri veren Almanya KP’si, Hitler faşizmine karşı diğer bir takım rakip emperyalist devletlerle cephe oluşturan Stalin ve SBKP, keza Hitler faşizmine karşı işbirlikçi kesim dışındaki tüm güçlerle Halk Cephesi siyaseti uygulayan FKP, Japonya işgali karşısında iç savaşa mola vererek Çin Devletiyle birleşik cephe siyaseti izleyen Mao ve ÇKP, faşizme karşı birleşik cephe siyaseti güdülmesi gerektiğini ısrarla yineleyen Dimitrov ve Komintern vb. vb. tüm bu yaklaşım ve pratikler burjuvaziyle, faşizm ve emperyalizmle uzlaşmacı, sınıf işbirlikçiliği olsa gerek.

İlginç ve dramatiktir ki sınıf adına siyasi mücadele arenasında önderlik rolü üstlenmiş ve tavır ve yaklaşımlarını kamuoyuyla paylaşmış olan kimi sosyalist ve komünist partiler (örneğin MKP, MLKP ve TKP-ML gibi), kuvvetle olası bu gelişme ve değişimleri günün siyasal taktiği olarak hesaba katarak ona göre bir görev ve sorumluluk üstlenme gereği dahi duymuyor; tam aksine, örneğin MKP, bu ‘sol’ yaklaşım ürünü tutumlarının ‘haklı gururu’ içerisinde, şunu dahi söyleyebilmektedir:

Daha somut ifadeyle açık faşizmden parlamento peçesiyle örtülmüş faşizme geçiş kadar manidar, bu kadar cılız ve anlamlıdır. İşte, ‘tarihsel süreç’, ‘demokrasinin kaderi’ gibi demagojilerle propaganda edilen bu seçimler, yüklenen yapay anlamların aksine, bu kadar kof, bu kadar kısır ve tüm özüyle burjuvadır.” (Bk. H.G) 

Bir bakıma “ha Hasan, ha Kel Hasan ne fark eder; ikisi de sonuçta Hasan işte!” yaklaşımı sergileniyor buradaki siyasal sorun ve siyasal mücadele hususlarında. Yani son derece yüzeysel ve kaba yaklaşımlar. Yaklaşım böyle olunca, haliyle de kendilerine, devrim inancına kilitlenme dışında, faşizme karşı mücadelede günün görevi olarak, kayıtsız kalma dışında bir görevin düşmediğinin huzuru içinde olabiliyor.  

Ya da TKP-ML, seçimler sonrası Erdoğan rejiminin şeriata evrilebileceğini kuvvetli bir olasılık olarak ön görüyor olmasına karşın, mevcut koşullarda ve güç dengeleri denkleminde bu ciddi tehdidi devrimle veya kitlelerin aktif karşı koyuşuyla engellemenin mümkün olmadığı realite içinde bunu savmanın başka olanaklarını devreye sokmaya çalışmak yerine; kolaycı ve ama sorumsuzluk örneği de addedilebilecek seyirci kalma tutumunu “proleter devrimci duruş” böbürlenmesiyle günün siyasi taktiği olarak kamuoyuna deklare edebiliyor.

Ya da bir taraftan: “Elbette AKP’nin ya da faşist şef Erdoğan’ın gitmesi önemlidir. Fakat faşist şef Erdoğan ve şeflik rejiminin gitmesi yeterli olmaz. Yerine gelecek Millet İttifakı yönetimindeki parlamenter rejime demokratik reformları dayatacak işçiler ile ezilenlerin mücadelesini büyütmeye, bu yolla demokratik ve sosyal hakları söz konusu yönetime dayatarak hem haklar kazanmak ve hem de halk hareketinin özgüven   ve gücünü büyüterek, faşizmi yıkacak gücü oluşturmak asıl meseledir.” (Atılım gazetesi) diyebiliyorken; fakat öte yandan da şeriatçı ve daha koyu açık faşist diktatörlüğün önünün kesilmesini önceleyen bir mücadele ve ittifaklar siyasetini tu kaka olarak yaftalama gayretiyle, keskin solculuktan da geri durulmuyor.

 Oysa olguların ve nesnel yaşamın göstergeleriyle şu çok açık ki: Şayet engellenemez ise, gelecek olan zorbalık rejimi, 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğünden daha ağır bir şekilde çökecektir toplumun üzerine. İşte bundan ötürü de komünist, sosyalist, demokrat, feminist ve anti şeriatçı tüm toplum kesimlerinin öncelikli tarihi görevi, bu toplumsal yıkımın önüne geçmektir. Yani bir diğer ifadeyle toplumun, toplumu ileriye taşıyacak olan ilerici, demokrat, sol, sosyalist, feminist, seküler ve komünist dinamiklerini, ikinci bir 12 Eylül kıyımına (ya da İran’da yaşanan tarzda) uğratmamak için, faşizme karşı mücadeleyi, günün gerçeklerine sırtımızı dönmeden ve mücadele tarz ve taktiklerinin belirlenmesinde tayin edici başat unsur olan güçler dengesi realitesine uygun bir tarzla belirleyip uygulamak tarihi sorumluluğuyla karşı karşıyayız.

Kimileri galiba hayatın acı gerçeklerinden önemli oranda kopuk olmalı ki; ayakları havada ‘savaş naraları’ atmaktan pek bir haz duyuyor gibiler. Elinizi tutan, makinalınızın namlusuna karanfil takan ve kızıl ordunuzun önüne bedenlerini yatırarak onların faşizmin üzerine ölüm kusmasını engelleyen mi var; buyurun, tek bir devrimci hamleyle, tüm kurum ve kuruluşlarıyla yıkın, yerle bir edin faşist diktatörlüğü. Böylece elleri titreyen, dizlerinin bağı çözülen ve de ölümüne ödleri kopan bizim gibi tüm tabansızların da laflarını ağızlarına tıkmış olursunuz ve paşa-paşa ardınızda saf tutmalarını da sağlamış olursunuz, fena mı olur yani.

Sahi niye bunu yapmıyorsunuz? Yapmıyorsunuz değil aslında, yapamıyorsunuz; çünkü bunu yapacak düzeyde bir örgütlülüğünüz, eğitimli donanımlı sübjektif güçleriniz, silah araç gereçleriniz yok öncelikle. İkinci olarak savaşın en temel yasalarının sadece lafzını yapıyorsunuz; onların ruhunu kavramakta pek dogmatik ve mekaniksiniz. Böyle olmamış olsa; nispeten zayıf bir gücün, konjoktürel olarak sizden kat be kat güçlü düşmanınızı tek hamlede ve toptan yıkma stratejisine kilitlemezdiniz kendinizi. Bilirdiniz bu savaşın (gerek Leninist toplu ayaklanma ve gerekse de Maoist uzun süreli halk savaşı stratejileri gereği) uzun soluklu, irili ufaklı ve ardışık bir yığın muharebelerden geçerek ilerleyeceğini. Ve bilirdiniz sınıfların antagonist çelişmeler üzerinden saf tutuğu bu türden zorlu ölüm kalım savaşın (ve hatta kimi tek tek muharebelerin dahi) düşman cephesi içindeki çekişmelerden yararlanmadan ve verili sürecin asgari müşterekleri üzerinde kimi uzlaşmalarla o muharebe özgülünde de olsa silahları sürecin baş düşmanına çevirmeden kazanılamayacağını. Ve bilirdiniz sınıf savaşının tek düzeyli ve tek aşamalı olmayacağını; her sürecin bir baş çelişmesinin ve baş düşmanın olacağını ve anın görev ve savaş taktiğinin, bunların çözümü üzerinden şekillenmesi gerektiğini. Ve o zaman anlardınız ve es geçme lakayıtlığına düşmezdiniz daha yıkıcı ve yok edici bir şekle bürünerek gelecek olan düşman saldırısını önlemenin ve kendi güçlerini korumanın da faşizme karşı bir savaş taktiği olduğunu. Anlamakta zorlanmazdınız aslında bu taktiğin kendisinin de doğrudan faşizme karşı mücadele stratejimizin değerli bir taktiği ve muharebesi olduğunu. Evet, burada görünüş olarak burjuvazinin bir bölüğüyle sahada bir güç birliği durumu vardır ve muharebe zaferinin aslan payını da burjuvazinin muhalif kanadı almış oluyorsa da ama stratejik düşünenler tablonun bu kısmına takılmaz, onlar, bu güç birliğiyle burjuvazinin o özgülde halkların en kanlı zorba kliğini yenilgiye uğratmış olmak ve kendi güçlerini korumuş ve sonraki hamle için tahkim etme ortamı yaratmış olmanın başarısı olarak bakar. Yani sınıf savaşının da doğasına aykırı değildir şu “kazan kazan” esprisi. Nerede durduğunuz, hangi pencereden baktığınız ve hangi perspektifle ele aldığınıza bağlı birazda.   

1847

Halil Gündoğan

Halil Gündoğan sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

Son Haberler

Sayfalar

Halil Gündoğan

Hesaplaşma mı? Kutlama mı?

Faşist TC devleti hem ülke içinde hem de bölgesel düzeyde, resmi ve sivil militarist güçleriyle başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi ve özgürlükten yana olan herkesi yok etmek ve devlet terörüyle susturmak için çalışmaya devam ediyor. Bu süreç aynı zamanda TC’nin kuruluşunun da yüzüncü yıl dönümüdür.

TC, yüz yıl önce Osmanlı yıkıntıları üzerinde tekçi bir zihniyetle kuruldu. Ermeni soykırımında, diğer azınlık halkların yok edilip sindirilmesinde aktif rol alan ittihatçı birçok ırkçı kadro da kuruluş sürecinde rol aldı.

Halka Nasıl Yaklaşacağız?

Milyonlar açlık ve yoksulluk içinde, demokratik haklardan yoksun, özgürlük kırıntılarına bile muhtaç bir durumda yaşıyor. Haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik karşısında kitleler ya seslerini yeterince yükseltememekte ya da sınırlı sayıda insanla zulüm karşısında direnmeye çalışmaktadır. Birbirinden bağımsız, sınırlı direniş güçlerinin mücadele ettiği süreci yaşıyoruz. Damlaların derelere, derelerin nehirlere, nehirlerin bendlerini yıkacak duruma gelme ihtiyacı var.

“Kuruluşunun 100. Yılında TC’nin Diğer Yüzü Türkiye’de Ulusal Azınlıklar Sorunu”*

Türkiye’de ulusal sorun ve azınlıklar meselesini incelerken nasıl bir ülkede yaşadığımız, ülkeyi hangi sınıfların yönettiği, ulusların hangi tarihi koşullarda ortaya çıktığı, ulusal sorunun ekonomik ve politik nedenlerini açıklamak durumundayız.

Ulus, tarihsel olarak meydana gelmiş, ortak bir dil, ortak bir pazar, ortak bir kültür birliği ve ortak bir ruhi şekillenmende ifadesini bulan istikrarlı bir insan topluluğudur. Ulus, sadece tarihi bir kategori değil bir çağın, yükselen kapitalizm çağının ortaya çıkardığı bir olgudur.

Yüz yıllık çakma Türk devleti (Nubar Ozanyan)

Aradan bir asır geçmesine, tarihin yaprakları değişmesine karşın Türkiye Cumhuriyeti temelde bir değişime gitmeden dün olduğu gibi imha ve inkar zihniyetiyle yaşamaya, Orta Çağ’ın karanlığında kalmaya devam ediyor.

Fetih ve işgallerden, zulüm ve soykırımdan başka övünülecek bir tarihi, Hitler faşizmine örnek olmaktan başka bir başarısı olmayan TC, ceberut devlet olma niteliğinden hiçbir şey kaybetmeden yüzüncü yılını kutluyor.

Aşk Her Şeyi Affeder mi - Partiler Neden Diktatör / ERGÜN ASLAN

Klasik emperyalizmle modern emperyalizm arasında çeşitli proletaryaların ve (komprador) sınıfların olduğu bir memlekette modern proletaryaların partisinin birliğinin ve özgürlüğünün yegane (ve yegane) güvencesinin yerel yönetimlerin özerkliğe varabilecek kadar geniş demokratik haklara sahip olmaları olduğu bilgisini kim inkar edebilir ki.

Üüüü.... üüüü....

Ya.... ya...

Bir insan aldığı görevden başka her şeyi konuşur mu.

Hom... hom.. hom...

Bunlar... bunlar... daha çok....

 Filelerin sultanlarını karşımıza çıkarırlar.

 Daha çok...

Rojava, Filistin, Karabağ: İşgal, Yıkım ve Direniş (Yorum)

Ortadoğu tarihi boyunca yer küremizin en çatışmalı bölgelerinden biri olmuştur. Bölgenin stratejik konumu, uygarlığın gelişim düzeyi, baskıya, sömürüye dayalı dış müdahaleler için güçlü zeminler sunmuştur. Kuşkusuz bölgedeki iç çelişkiler ve çatışmalar da her zaman dış müdahaleleri kolaylaştırmıştır. Özellikle dinsel ve mezhepsel çatışmalar hem çağdaş temelde toplumsal gelişmeleri frenlemiştir hem de bölgeyi dış saldırılara açık hale getirmiştir. Bu nesnel zemin üzerinde toplumsal çürümeler, işbirlikçi ilişkiler ve itaat kültürü bir yaşam tarzına dönüştürülmüştür.

“Hamas-İsrail Çatışmasında” İtidal Çağrısı Yapmak…(Polemik)

Filistinli 14 direniş örgütünün, 7 Ekim günü “Aksa Tufanı” adıyla İsrail devletine yönelik operasyonu, başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyada büyük bir yankı uyandırdı. Hamas gibi İslamcı örgütlerin yanısıra ve de Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi Marksist eğilimli hareketlerin de yer aldığı hamle, Siyonist İsrail’in tarihi boyunca aldığı en büyük darbelerden biri olarak kayıtlara geçti. Sözkonusu direniş, kısa sürede dünyanın dört bir yanında devrimci, ilerici güçler nezdinde çok ciddi saflaşmaları da beraberinde getirdi.

“Çizgimiz Nubar Ozanyan’dır!” (Deniz Aras)

7 Ekim sabahı Filistin Ulusal Direnişi’nin Siyonist İsrail işgalciliğine ve zulmüne karşı “Aksa Tufanı Operasyonu” başlatması başta siyonizm olmak üzere bölge gerici devletleri ve siyonizme koşulsuz destek veren emperyalistlerde şok etkisi yarattı.

Hamas öncülüğünde başlatılan ve aralarında Filistin Ulusal Hareketi’nin tarihsel öznelerinden Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi devrimci örgütlerin de yer aldığı “Operasyon Odası” tarafından yönetildiği açıklanan bu hamle, tüm dünyada olduğu gibi coğrafyamızda da tartışmalara yol açtı.

Yerini Bulan Her Vuruş Acı Verir!

Komünist partileri yaptıkları eylemleri kamuoyuna açıkladıkları gibi, yanlış yaptıkları eylemleri de kamuoyuna açıklar ve özeleştirisini yaparlar. Yanlış eylemlerin özeleştirisinin yapılması, o partinin dürüstlüğünü gösterir ve bu tür özeleştiriler kitlelere ve parti kamuoyuna güven verir.

Arif Alıç, 1978 yılında Hıdır Aykır ile Bayrampaşa  Hapishanesinden kaçtı. Parti tarafından kırsal (Dersim) alana gönderildi. 1981 yılının ortalarında, TKP/ML üyesi bir kişi tarafından öldürüldü.

Bu makaleyi, yazarken ölüm haberini aldığım, sevgili yoldaşım Turan Talay'ın anısına adıyorum.

Türk Tekelleri Afrika'yı Çok Çooook Sevdi!

TKP-ML Ortadoğu Parti Komitesi:Faşizm Ve Siyonizm Kaybedecek, Filistin ve Rojava Kazanacak!

Ortadoğu ezilen halklarının ezeli düşmanları olan Faşist T.C. ve Siyonist İsrail devletlerinin halklara yönelik saldırıları ile ezilen Rojava ve Filistin halklarının direnişine şahit oluyoruz. Bu gerici güçler, tüm teknolojik üstünlük ve emperyalist devletlerden tam destek görmelerine rağmen, Filistin ve Rojava halklarının direncini, mücadele kararlılığını kıramıyorlar. Egemenlerin tüm saldırılarına rağmen belirleyici olan yine halkın öz direnişi ve kararlılığı oluyor. Filistin ve Kürdistan halkları; İsrail Siyonizmine, T.C.

Sayfalar