Çarşamba Mayıs 8, 2024

BORAN için – İmera Fera Yeşilgöz

Herkes olması gerektiği yerde mücadele görevini, parti görevini yerine getirmekteyken, yani her şey olması gerektiği gibiyken gelen her not kalp atışlarımızı hızlandırır. Her şeyden evvel “bir şey mi oldu?” kaygısı hissedilir.

Günlerden 6 Ağustos idi. O ana kadar benim için her şey olağan seyrindeydi. Günün anlamının şahsımda yarattığı, hasretle harmanlaşmış sevinç ile savaş tünelimizde çalışmaktaydım. Akşamın karanlığı henüz inmişti dağların üzerine. Zarfın üzerindeki el yazısından parti yönetimimizden gelmiş olduğunu anladığım notu yoldaşlar verdiler. Yüreğimde bir çarpıntı…Güne kederin bulaşacağı besbelli. İçerisindeki katlanmış kağıdı açtığımda fotoğrafında asılı kaldı gözlerim. Ağustos’un altısında buz kesti yüreğim.

BORAN,

Düşünceye dönüşse benim etim kemiğim

Yolum kurban gitmez hoyrrat mesafelere:

Ben, tüm uzaklıkları aşıp erişeceğim

Sınırsız ötelerden, senin olduğun yere.

Varsın, sımsıkı bassın ayağım topraklara

Dünyada bir köşede, senden uzak mı uzak,

Çevik düşünce sıçrar, dinlemez deniz, kara.

Ulaşır özlediği yere hayal kurarak.

Ben, düşünce değilim: ah düşündükçe bunu

-sen gittin, ben uçamam- bu öldürüyor beni;”

Hep yoldaştı bana, hep abi. Hep yoldaşıydım, hep kardeşi. Avusturya İşçi Marşı’nın sözleri gibi sanki doğmuştuk bir anadan. 14 yaşımdaydım Boran’ı tanıdığımda, o ise 20’li yaşlarının başında bir delikanlıydı. Uzun saçları vardı. Parti’ye adımımı attığımda tanışmak üzere elimi uzattığım ilk devrimciydi. Elimi tuttu. O günden beri avuçlarında tutuludur elim. Bir kere yola çıktı mı sonuna kadar gidenlerdendi o. Her şeyi yaratmak için istemek, gerçekten istemek ve istenilen şeyi yaratmak için uğraşmak gerektiğini biliyordu. Mutluluğun özgürlük için mücadele etmek demek olduğunu biliyordu. Ve bu nedenle o, 35 yıllık yaşamında mutlu yaşadı. Özgürlük için mücadele ederek yaşadı. Devrimciliğin mücadelenin zorluklarına, ağır bedeline hazır olmak olduğunu gösterdi. Hep ileriye doğru attı adımlarını, hep zafere doğru yürüdü. Göğü fethe çıkanlara daima bağlı kaldı. Kanatlarını ateş kuşlarının diyarına çırptı. Yarattığı fırtına ile tutuşturdu tüm yürekleri.

Cigaramı sardım karşı sahile / Yaktım ucunda acıları

Ağları attım anılar doldu / Ağlar hasretimin kıyıları

Yareme tuz diye yakamoz bastım

Tek şahidim aydı –aman aman

Bir elimde defne bir elimde sevdan/ Kalbim Ege’de kaldı

Kadehimi vurdum karşı yakaya / Efeler kalktı şerefe

Sevgimi attım dostlar tuttu / Bir ağıt yaktık kadere

Yoldaşım,

Bütün yaralarıma, dertlerime şifa bildim varlığını. Bir hayat yaşadık yan yana, omuz omuza, soluk soluğa. Her an’ı devrimin zaferine adanmış bir hayat yaşadık. Sofrada ekmeğimizi bölüştük, barikatta kavgayı, cephelerde savaşı. Adına sevda dediklerimizin özlemiyle ısındık yıldızların aydınlattığı en soğuk gecelerde. Mevzilerde şafak sökerkenki kızıllığı karşıladık. Kandiller yaktık denize karşı. Şarkılar, türküler söyledik kendini rüzgara katanlar için. Devrim siperlerinde savaştık. Ve şimdi bir hüzün örtüyor bütün yaşanılanların üzerini, yağmurdan sonra yükselen toprak kokusu gibi doluyor ciğerlerime keder. Yan yana geçirdiğimiz 15 yıl içerisinde çok şey öğrettin. Kostik hazırlamayı, afiş asmayı, kavga etmeyi, savaşmayı, yoldaşlığı, komutanlığı, yüreğe sevda diye girenlerin hiç eskimeyeceğini…En komik olanlarındandı bana araba kullanmayı öğretişin. “Rojava caddelerinde araba kullanmayı öğrenirsen, her yerde sürebilirsin. Çünkü trafik kurallarının ve ihlallerinin kurallaştığı bir yer burası” demiştin. Rojava caddelerinde araba kullanmaya başladığımda anlayacaktım ne demek istediğini. Ne güzeldi seninle sabahın serinliğinde yollara çıkmak ve o yollarda şarkılar dinlemek, “Kalbim Ege’de Kaldı” demek. Bir de beraber mutfakçı olmalarımız var. Senin mutfaktaki profesyonelliğin aşikardı, bense başlangıçta yalnızca getir-götür vb. geri hizmetle sınırlanmış acemi bir çıraktım ama azimli bir çıraktım. Hiç anlam vermez, kızardın bombalardan değil de düdüklü tencerenin patlamasından korkuşuma. Çünkü benim neznimde düdüklü tencereler bombalardan daha tehlikeliydi. Yemek yapmayı da diğer pek çok şey gibi seninle sevdim ben, senden öğrendim. Şimdi bütün hatıralarımızın üzerine göz yaşlarım damlıyor.”Güzel olan her şeye sinmiş o kederden.”

Paylaştıkça çoğalan bir hayattı bizimkisi. Paylaşmak… Paylaşmak, kendinden çıkıp başkası olma, başkasına yaşam suyu akıtmaktır. Başkasında yaşamaktır. Bu olmadan insanında olmayacağını, varoluşun da olmayacağını bilmektir. Paylaştık biz seninle, güzele dair ne varsa, yüreğimize ne aldıysak. Heybemize doldurduklarımızla yürüdük yolumuzu. Seninle birlikte adımladığımız yollarda şimdi hatıralarımızla yürüyorum. Yürek yangın yeri… O zaman için son olduğunu bilmediğim, son sarılmamız geliyor hatırıma. Medya Savunma Alanları için görev aldığımda, Avrupa’ya geçmek üzere yol bekliyordun. Seninle gelmemi istiyordun. Ama görev yerine getirildiğinde ayrılığın zor olmadığını da bana sen öğretmiştin. Üstelik ilk defa gitme önceliği bendeydi, kalan sen oluyordun. “Abi ben şimdi gidiyorum. Yüreğimi sana yoldaş ederek gidiyorum. Birkaç güne sende yola çıkacaksın. Ve böylece ikimiz de bizi buluşturan Rojava topraklarından sevdalarımızla, özlemlerimizle, sevinçlerimizle, acılarımızla.. velhasıl tüm yaşanmışlıklarımızla ayrılmış olacağız. Seninle burada kavuşmak büyük bir mutluluktu, şimdi aynı yerde ayrılıyor olmak da bir o kadar büyük bir hüzün benim için. Hatıralarımız ayak izlerimizi bıraktığımız, terimizi, kanımızı döktüğümüz bu topraklarda duracaklar. Gittiğin yerde kendine çok iyi bak, bir nevi memlekete dönüyorsun sayılır. Bana ait iki can emanet ediyorum sana, onlara iyi bak. Sevdiklerime, İzmir’e selam söyle. İzmir’in ışıklarına baktığında bir gün mutlaka yeniden sokaklarında dolaşacağımızı düşle. Elimizde Komünar bayrağı ile. Seni çok seviyorum.”

“Sen şimdi gidiyorsun. İsterdim ki benimle gel. Ama sen dağları istiyorsun. Peki öyleyse git. Söz vereceksin. Kendine iyi bakacak, kendini koruyacaksın. Duyarım ki sana bir şey olmuş o vakit gerisini sen düşün.” Gözlerim dolmuştu, “tamam savaş uçaklarından hızlı koşacağım.” demiştim, gülmüştük. Görüyordum, kaygılıydın geride bırakıyor olduğun için. Çünkü sanırız ki ölüm haberleri hep savaş mevzilerinden gelir. Öyle olmadı. Birkaç ay sonra İzmir’e komşu topraklardan göndermiş olduğun bir paket ulaşmıştı elime. Kırmızı, camdan bir küreydi avuçlarımdaki. Tek bir cümle yazmamıştın. Çünkü ne yazmış olsanda o kürenin anlamına yetmeyeceğini iyi bilmiştin. Dağlarda, çantamın içinde taşıdığım kiloda hafif, anlamda ağır en değerli yüküm oldu kırmızı küremiz. Sonra bir gün, günlerin ışıl ışıl cıvıltısına kapkara bir sıkıntı damlası düştü. Artık gönül koydum Temmuz ayına. Bir temmuz gününde varmıştım karargaha kavuşmuştuk birbirimize yine bir temmuz gününde sonsuzluğa kanat açtın. Bir yürek yarası daha açtı Temmuz. Canımı can diye verebilmek sana, nefesimi nefes diye katabilmek soluğuna, sen çiçekli yolda yürürken Rasih’e Mehmet Ali’ye, göğsünün kafesinde yürek olup çarpabilmekti yaşam. Ömrümü ömür diye verebilmekti. Elbette ki doğru zamanda doğru yerde yürüdüğünüz çiçekli yoldan bizler de geçeceğiz. Ama şimdi ne olur bir de sen gitme!

“Gözlerini sil ve bu sevda kadar koyu bir çay tutuştur ellerime.

Yok, gitme!

Gitme, sen gidince sevmek yüreğimde düğümleniyor,

Özlemeyi yutkunuyorum;

Sonra pencerene ürkek kuşlar konuyor

Şu gök var ya şu gök, birden üstüme çöküyor,

Yok… gitme!

Gitme aç göğsünü ısınıp kalayım öyle…”

Hoşça kal yerine,

Ayrılığı ölümden zor belleyenlerin, ölümün ayırıcı yakıcılığını yaşamadıklarını düşünürüm. Büyüklerimiz ölümden gayrı her şeyin çaresi var demişler. Yaşanılan toplumsal deneyimlerin vardığı bir sonuçtur bu. Annem de “yedi dağın ardında olsun, canı sağ olsun” derdi. Devrimci mücadele içerisinde bu söz her daim benim yürek heybemde taşıdığım gücüm olageldi. Kimin ne zaman nerede olacağını parti bilir. Yoldaşlarımızla mücadele alanlarımızın ayrılığı yüreğimize hep hasret doldurur. Olduğumuz mücadele alanlarında, -dağda, şehirde, zindanda- parti değerlerimizi yüceltiyor olduğumuz, partimizin kesin zaferine pratiğimizle katkı sağlıyor olduğumuz müddetçe bu fiziki ayrılıkların anlam kazandığının bilincindeyiz. Ayrılığın, bedenlerimizin uzaklaşmasıyla değil partiyi, yoldaşlarımı kendinde hissetmemekle başladığının bilincindeyiz. Öncüm “bizler ne bu zamanın gerillası ne de bu zamanın hakikat savaşçılarıyız. Mücadele bizlere zamansız ve mekansız olmayı zorunlu kılıyor” diye yazmıştı mektubunda. Mehmet yoldaşın deyimiyle “hiçbir yerdeyken her yerde” olmaktır bu. Bizler… komünarlar….yanan gökyüzünde hiç durmadan uçan ateş kuşları…Bir şeyin gerçek olduğunu biliyoruz, yoldaşlarımızın yüreklerinin. Paramaz Kızılbaş yoldaşın söylediği gibi, her yürek devrimci bir hücredir. Boran’ın yüreği devrim mücadelemizin zaferine, bu zaferin gerillaları komünarlara bağlı devrimci bir hücreydi. O yürek atmaya devam edecek. Çünkü Boran yüreklerimize gücümüzün kaynağı sevme eyleminin tohumunu ekti. O tohum toprağına tutundu ve tomurcuk patladı: yürek yürek hücre hücre.

15 Ekim günü yazıyorum sana bu satırları. Dağlarımıza yağmur yeni yeni düşmeye başlarken, selam etmek için sana, yoldaşa, abiye, yürekte olana. Biliyorum “sana hoşçakal diyemem, ama şimdi gitme vakti, yüreğimde hasret biter, umutsuz olma yeter! ”

İmera Fera Yeşilgöz

Medya Savunma Alanları

15.10.2022

2422

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

Sayfalar