Pazartesi Mayıs 20, 2024

Ezen-ezilen cins çelişmesi”nin özgün ifadesi olan ataerkilizme karşı mücadele sorunu

Erkeğin kadına uyguladığı her türden şiddete karşı durmak öncelikle insani bir görev ve sorumluluktur!

Ataerkilizme karşı sistematik bir mücadele sefer birliği ilan etmek şarttır ve bu, günün acil ihtiyacıdır. 

Bu görev ve sorumluluk en başta kendisini komünist/sosyalist ve devrimci-demokrat addeden politik kurumlarındır. Ve aslında bu görev ve sorumluluk kadınıyla erkeğiyle insanım diyen herkesindir. Ve elbette ki erkeğindir de.

Çünkü kadına uygulanan her türlü erkek şiddeti, erkeğin, sosyolojik olarak bir fiil mensubu olduğu, kadını erkeğin mülkü, namusu, seks kölesi, hizmetçisi kılan ve bütün bunları da din ile meşrulaştıran, erkek egemen sistemin eseridir.

Dolayısıyla da bu köhne, her bir hücresinden kadın ahı ve kanı akan köleci sistemi öncelikli olarak reddetme sorumluluğu, insanlık onuru sahibi her bir erkeğin olmak zorundadır.

Böylesi bir sorumluluğun yerine getirilmesi çok çok önemlidir. Çünkü bu, sistemin içten reddiyetidir. Bu aynı zamanda 'kale'nin içten de yıkıma uğratılması anlamına gelir. Yani özetle bu, kendi asli iç dinamiğince sistemin çökertilmeye uğratılması mücadelesinin çok stratejik bir unsurudur: Ataerkilizmin kalesine sokulan 'Truva atı' misali...

Ataerkilizm, 'sistem'sel bir sorundur. Temeli üretim araçlarının özel mülkiyeti sistemi ile atılmış olan bu sorun, olgusal bir realitedir ki; tarihsel, sosyolojik, 'kültürel' özellikleri de bulunan devasal bir sorundur.

Tabiatıyla, böylesi bir soruna karşı mücadele hem çok zor ve çok cephelidir ve hem de arz ettiği, tabiri caizse yüzyıllardan bu yana insanlığın adeta iliklerine kadar sirayet etmiş, DNA’sına işlemiş çok köklü ve güçlü ZİHNİYETSEL özelliğinden ötürü, haylice uzun soluklu bir stratejiyi şart koşar.

Bu öylesine yalın bir gerçekliltir ki; onu ortaya çıkartan iktisadi temel sosyalist devrimle sonlandırılması halinde de, toplumsal bünyedeki varlığını daha uzunca bir süre (özellikle de geri sosyo-kültürel toplumlarda) devam eder. Bunun somut örneklerini SSCB, Doğu Avrupa, Balkanlar ve Çin Devrimleri özgülünde görmek pekâlâ mümkün. Yani özcesi şu: Altyapısal devrim ve yasal düzenlemer ile iktisadi temelini ve hukuki dayanaklarını yitirmiş olsa da insanların kültürel/inançsal değer yargıları, yani zihniyetleri hemencecik ve kolayca tasfiye olmayacaktır. Diğer birçok kültürel değer (dini inançlar, batıl inançlar, eski topluma ait etik değerler, idealizm vs vb.) gibi maalesef uzun yıllar ve birkaç nesil daha- giderek sönümlenmekle birlikte- toplumsal bünyedeki varlığını sürdermeye devam edecektir.

Bu özelliğinden hareketle şunu söylemek yanlış olmayacaktır: Bu sorunun nihai çözümü ancak ki, ataerkilizmin öngörmüş olduğu değer yargıları toplum zihniyetinden sökülüp atılınca, ''yeni tip insan'' ve kültür topluma hâkim olmaya başlayınca mümkün olabilecektir.

Ataerkilizme karşı mücadele sorununun bu ayırt edici özelliğinin görünüp kavranması önem arz eder. Çünkü bunun kavranmasıyla görülecektir ki sorunun çözümü:

A) Hem özel mülkiyetin toplumsal bir devrimle, başlıca temel unsurlarıyla, ortadan kaldırılmasıyla otomatikman çözüme kavuşmayacak ve mücadele farklı çehreler kazanarak uzunca bir süre devam edecektir.

B) Hem “ezen-ezilen cins çelişmesi”nin ezilen cins olarak kadının tek başına itiraz ve direnişi ile sonlandırılması uzun ve hayli meşakkatli olacaktır.

C) Hem sorun zaten asla tek başına bir 'kadın sorunu' değildir. Kadın cinsinin köleliği üzerinden hükümranlığını var edip yaşatan ezen cins olarak erkeğin kendisi de bu kölelik sisteminin oluşturduğu denklemin içinde, zaten asla gerçek manada özgür olamayacağından; sorun bu bağlamda bir 'cins' olarak erkeğin de özgür ve onurlu bir yaşama kavuşması sorunudur. Yani aslında 'kadın sorunu' olarak addedilen sorun basbayasından bir 'erkek sorunu'dur da. Çünkü sorun aslında sakatlanıp köleleştirilen insanın yeniden özgürleştirilmesi sorunudur.

D) Ve hem de sorunun çözümünün ataerkil değer yargılarınca zihniyetsel olarak kötürümleştirilip köleleştirilmiş kadın ve erkeklerin (yani toplumun) bilinçlendirilerek, eğitilip dönüştürülmesiyle de belli ölçüler dahilinde mümkün olabileceği görülmesi gerekiyor.

Bu bağlamda olmak üzere; öncelikle toplumsal sorunlarının çözümünü kendisinin varlık koşulu sayan komünist ve diğer sol-sosyalist demokrasi güçlerinin başlıca toplumsal çelişmelerden biri olan (ki, birçok kesim maalesef ki sorunun bu özelliğini dahi görememekte) ve çözüm safhaları devrim öncesi ve devrim sonrası evreler arz eden “ezen-ezilen cins çelişmesi”nin çözümünü bir mücadele program ve örgütsel mekanizmalarıyla gündemlerine almaları (dün olduğu gibi bugünde) günün acil görev ve sorumluluklarından biridir.

Sorunun çözümünde şu çok belirleyici bir yöndür: Komünist partileri sorunun çözümünde nasıl ki ezilen cins olarak kadınların örgütlenerek mücadeleye kazanılması için özel/özerk örgütlü güç olarak kadın seksiyonunu kurup ona ideolojik önderlik yapmakla yükümlüyse; aynı şekilde bu çelişmenin 'ezen cins' tarafında olan,( kadın üzerindeki mülkiyeti hariç) ve esasen mülksüzleştirilmiş olan emekçi ve işçi erkeği de ataerkilizmin köleleştirilmiş bir diğer  “mağdur”u olarak örgütleyip bilinçlendirmek, eğitip dönüştürmek ve ataerkilizme karşı mücadelenin ikinci asli unsuru olarak yeni bir cephede mevzilendirmek zorundadır. Yani tıpkı özel/özerk örgütlü güç olarak kadın seksiyonu tarzı bir örgütlü güç!

Evet, çelişmenin iç dinamiksel realitesi buna imkân tanıdığı için, böylesi iki cepheli örgütsel güç, bir faraziye veya ham hayal değil; somut bir gerekliliktir. 

Erkeği, ataerkilizme karşı savaşın ön cephesinde, kadının örgütlü gücü ile omuz omuza “birleşik mücadele”nin diğer asli unsuru olarak konumlandırmak; bu mücadeleyi iki temel dayanağı üzerine oturtmak demektir.

'Çelişme' leri, mekanik ve basmakalıp bir yaklaşımla hepsini aynılaşırarak ele almamak gerektiyor. Kimi çelişmeler özgünlükler taşır; ''ezen-ezilen cins çelişmesi'' de bunlardan biridir.

Örneğin bu çelişme, “proletarya-burjuvazi çelişmesi”nin arz ettiği tarzda bir antagonist çelişme özelliğinde olmayıp; hem 'uzlaşır' çelişme kategorisinde bir çelişmedir ve hem de çelişmenin çözümü, iktidarın el değiştirmesi ve sonrada, çelişmeyi oluşturan tarafların köklü tavsiyesi şeklinde olmayacaktır. Bu çelişmenin çözümü; erkek egemen sistemin lağvedilip tasfiyesinin sağlanmasıyla, yani cinslerin özgürlüklerine ve ' tam hak eşitliği' ne kavuşmasıyla mümkün olacağından, taraflardan birini veya her iki tarafın tasfiye olması gerekmeyecektir.

Dolayısıyla da ''ezen-ezilen cins çelişmesi''nin bu özgün tabiatı gereği, ataerkilizme karşı mücadele (üretim araçları özel mülkiyetine devrimsel bir neşter atılması dışında), esasen ''ideolojik mücadele'' karakterlidir. 

Burjuva anlamda da olsa demokrasinin nispeten gelişken olduğu birçok toplumda ataerkilizmin son derece geriletilebilmiş olması gerçekliği bile, bize, bu çelişmenin çözümünün evreleri ve karakteri hakkında az-çok fikir verebilir. 

“Ezen-ezilen cins çelişmesi”nin bu özgün karakteri bize ataerkilizmle mücadelenin nasıl olması gerektiğinin ''yol haritası''nı da çizmiş olur.

Ana hatlarıyla kısaca özetlemek gerekirse; ataerkilizme karşı üç safhadan oluşan bir “yol haritası”/mücadele stratejisine ihtiyaç vardır: Devrim öncesi, Devrim ve Devrim Sonrası. (Burada sadece Devrim öncesi safhası üzernde durulacaktır).

Devrim öncesi:

Çelişmenin varlık nedeni olan özel mülkiyetin sosyalist devrimle (evet, sosyalist devrimle! Çünkü demokratik devrim özel mülkiyetin sadece 'elit' kısmını tasfiye etme kudretine sahiptir.) tasfiye edilmesi ana hedefine bağlanmış, ana eksenini cinsler arası tam hak eşitliği ve cinslerin kendi bedenleri üzerinde tasarruf hakkının sağlanması mücadelesi ile, mümkün olabilecek her alanda erkek egemenliğini gerileterek, kadının konumunda iyileşmeler sağlayan reforumsal kazanımlarla mücadeleyi ilmek ilmek yükseltmek.

Evet bu pekâlâ mümkündür. Demokrasinin ve (özel bir vurguyla belirtmek gerekirse) laisizmin olmadığı veya çok geri olduğu, feodal değer yargılarının, din ve ataerkil sistemin çok güçlü olduğu toplumsal yapılarda günün acil görevleri arasındadır bu tarz bir mücadele program ve tarzı.

Kolaylıkla anlaşılacağı üzere, böylesi zorlu ve çok boyutlu görevin yerine getirilebilmesi için, mücadeleyi güçlü bir şekilde organize edebilecek örgütsel mekanizmalara ihtiyaç vardır.

Bu mücadelenin ana unsurlarından olan kadınların, bir şekilde ve belli oranlarda, örgütlü bir gücü varken; fakat ilginçtir (ve maalesef) diğer asli unsur olan erkeklerin (örgütlü güç anlamında) esamesi dahi okunamamakta.

Bunun nedenleri-niçinleri daha geniş olarak sorgulanmalıdır tabi ki, ancak kaba gözlem ile görünen odur ki; hem öncü kurmaylar nezdinde bu çelişmenin özü ve çözüm tarzı yeterince doğru kavranamamış olmasından ötürü (ki aslolan budur) ve hem de ( bununla bağlantılı olara) bu mücadeleyi 'kadın sorunu'na, 'kadın sorunu'nuda salt başına kadınların mücadelesine indirgeyen pek çok feminist akımın 'kadıncı' denilebilecek cinsiyetçi dışlayıcı sekter tutum ve yaklaşımlarının da bir sonucu olarak, ataerkilizme karşı bütünlüklü mücadelenin erkek cephesi ne yazık ki hala boş olup; acilen telafi edilmeyi beklemektedir.

Ataerkilizme karşı mücadelenin çok önemli bir diğer boyutu da; mücadelenin, çelişmenin öz gerçekliğine uygun olarak yürütülmesi sorunudur.

Bu somutta doğru tarzı tutturabilmek için galiba şu iki parametreyi baz almak gerekiyor:

    1- Bu sorun tam olarak nedir?

    2- Çözüm yolu nedir?

 1-Sorun tam olarak nedir?

Sorunun tam olarak ne olduğunun net karşılığını ''ezen-ezilen cins çelişmesi'' ortaya koyar. Özeti şudur: Kadını erkeğin hükümranlığı altında tutan, kadını en temel insani haklarından, yani özgürlüğünden mahrum bırakan, onu erkeğin ''özel mülkü'' ve yine “özel hizmetçi”si olarak tanımlayıp konumlandıran ataerkilizmdir.

Bu çelişmede savaşılması ve çözülmesi gereken ana unsur özete, bir 'sistem' olarak ataerkilizmdir.

Kadının köleleştirilmesi sürecinin (ya da bir başka ifadeyle erkeğin hükümranlığının) temelinde, bilindiği gibi; üretim araçlarının özel mülk olarak erkeğin elinde toplanması yatar. Bu süreçle birlikte kadının toplumsal statüsü ve erkek karşısındaki konumu tamamen değişmiştir. Kadın, toplumsal yaşamdaki söz ve karar sahibi olma hakkını yitimiş ve tamamen 'çekirdek aile' çemberine hapsedilmiş olarak hem erkeğin soyunun devam ettirilmesini sağlayan bir 'özel mülk' olarak evlilik bağıyla 'tapu'lanmış ve hemde erkeğin her türlü hizmetini yerine getirmekle görevlendirmiştir.

İşte tamda bu bağlamda sorun, bu sistem ve bu sistemin ortadan kaldırılması sorunudur! Yani sorun asla tekil olarak 'kadın'-'erkek' davası/sorunu değildir. Çünkü bu çelişmenin tarafları birbirlerinin varlık koşulu değil, birbirileri için vardır. Bilindiği üzere 'İnsan' soyu, üremesini bu iki cinsin birlikte varlığı üzerinden sağlar. Bu, doğasal bir koşuldur. Böyle olduğundan ötürü de bu çelişmenin çözümü, insan soyunun bu iki cinsi arasında tarihin bir kesitinde ortaya çıkmış olan ''hükümran''/''köle'' denklemini bozup, onları yeniden özgür birlikteliğinin imkanını kavuşturacaktır.

Özetle bu çelişmenin çözümünde erkek (ve tabi ki ataerkilizm tarafından beyinleri teslim alınmış kadın), yok edilmesi veya yenilgiye uğratılması gereken 'düşman' unsuru değil; 'özgür insan' lık adına kazanılması ve kurtarılması gereken bir unsur konumundadır.

Yani sorun bir bakıma '' insan '' olarak kadın ve erkeğin yeniden özgürleşmeleri ortak davasıdır da.

Sorunun özü esasen bu olduğundan; çözümü de haliyle, buna uygun bir özelliğe sahip olmak zorundadır. 

Burada işin püf noktası her hâldeki şudur: Sorun her ne kadarda üretim araçlarının özel mülkiyeti zemininde ortaya çıkmış ve varlık koşulu bununla tarihlenmiş ve keza bütünlüklü varlık nedenini yitirmesi de her ne kadar bu özel mülkiyet sisteminin hükümsüz kılınmasıyla mümkün olabilecekse de; olgusal bir realitedir ki, bu sorunun çözümü, kaba indirgemeci bir tarzla, özel mülkiyetin lağvedilmesiyle otomatikman çözümünü bulmuş olmayacaktır.

Çünkü bu sorun aynı zamanda çok güçlü bir ''üst yapı unsuru'' kimliği edinmiştir. Zaten bu yüzdendir alt zeminini yitirmesi ile hemencecik tarihe karışacak olmamasının temel nedeni.

Ama özel mülkiyetin şu veya bu oranda tasfiyesi ile birlikte erkek hükümranlığının nasıl dibinin oyularak boşluğa düştüğüne ve kadının haklarına kavuşması sürecinin nasıl güçlü bir zemin bulduğuna, kapitalist üretim tarzının milyonları mülksüzleştirmesi süreci ile birlikte tanık olmaktayız da.

Evet, bugün  ileri gelişmişlik düzeyi arz eden ve burjuva demokrasisinin görece daha ileri olduğu toplumlarda erkeğin hükümranlığının ve kadının köleliğinin o bilinen ilkel, kaba/gaddar-zorba hallerinin esamesinden dahi bahsedilemiyorsa;  ve buralarda sorun esasen erkeğin formalite bir 'aile reisi' olarak görünmesi düzeyine kadar geriletilebilmişse ve kadın, eşit haklar talebinde, adeta 'final çizgisi'ne çok yakın bir konum elde edebilmişse; demek ki sorun, kapitalist üretim ilişkilerinin, azınlık bir zümre dışında, çok güçlü bir şekilde darbeleyip, milyonlarcasını mülksüzleştirdiği ve dolayısıyla bununla da 'tek eşli aile'nin zeminini zaten dinamitleyip çürüttüğü toplumlarda, erkek egemenliğini, ''cinsler arasında tam hak eşitliği'' talebiyle yürütülecek reformsal mücadelelerle de geriletebilmek, hiçte imkansız olmayacaktır.

Tamda burada, yeri gelmişken, şunun net olarak ifade edilmesinde fayda var: Sorun özgülünde yaşanan tarihsel-toplumsal-iktisadi ve kültürel gelişim ve dönüşümlerin verili andaki realitesini hesaba katmadan, takılmış alt gözlüklerinin sınırladığı o daracık görüş menzili ile; ''kadınların kurtuluşu devrimle olacaktır'' şiarının dar anlamına endeksli bir 'strateji' ile bu sorunu ele almak; ve gün yerine getirilmesi gereken  görev ve sorumluluklarını bunun ardına sığınarak ötelemek, besbelliki kaba-materyalist-ekonomist ve de ''somut koşulların somut tahlili'' şiarının ise sadece lafını yapmak olur. 

2- Çözüm yolu nedir?

Her bir toplumsal realiteye uygun olacak şekilde bu soruya somut-isabetli cevap oluşturabilmenin ilk adımı her hâldeki, yukarıdaki paragrafta anlatılanlar olacaktır.

İkinci adımı ise; ataerkilizme ve onu var eden, koruyup kollayan (ki bunun en başında din ve dinci kurumların geldiğini, günümüzden örneklemek gerekirse, örneğin İran, Afganistan, Malezya, Hindistan ve keza Türkiye’de AKP sürecinden ve bilumum şeriatçı akımlardan, en vahşi uygulamalarla IŞID örneğinden, Trump örneğinden vs. vs. biliyoruz), yeniden-yeniden üreten tüm 'üst yapı' unsurlarına karşı toplumsal bir muhalefeti örgütleyip organize edecek bir mücadele gücü/merkezi oluşturmaktır. Yani bu mücadelenin fiiliyattaki öncü kurmayları olması gereken kadın ve erkeğin örgütlü gücünün oluşturulmasıdır.

Üçüncü adımı ise; “cinsler arası tam hak eşitliği ve cinslerin kendi bedenleri üzerinde tasarruf hakkı” temel şiarı zemininde, geniş toplumsal bir muhalefet gücünü örgütlemektir. Yani mücadeleyi bir avuç öncü kadının 'dar alanda kısa paslaşmalar' marjinal/kısır döngüsünden çıkartmaktır.

Dördüncü adımı ise; ataerkilizme karşı, oluşabilecek en geniş cepheyi örgütlemek ve hak/mevzi kazanma mücadelesini, somut özgülde öne çıkacak olan uygun fırsatlar (veya uygun fırsatlara dönüştürülebilecek elverişli gelişmeler) üzerinden kampanyalar şeklinde tek tek ele alıp kazanımlarla/yeni mevzilerle sonuçlandırmaktır.

Geniş katmanların ortak çatı altında bir araya gelerek yürüteceği bu tarz bir mücadele pratiği, toplumun zihniyetsel olarak eğitilip dönüştürülmesinin de en önemli ve etkili araçlarından biri olacaktır.

Ve bu başarıldığı oranda da ataerkilizme karşı mücadele daha büyük ve etkili bir toplumsal güce, örgütlü güce kavuşma şansı yakalayacaktır.

Beşinci adım ise; ataerkilizme, onun ideolojik ve kültürel dayanaklarına karşı, güçlü-etkili ve sürekli bir, karşı ideolojik mücadele tarzı benimsemek gerekir.

Kendi ailemiz ve yakın çevremizdeki çocuklarımızdan, yetişkinlerimizden başlamak koşuluyla, ilerici-demokrat, sol-sosyalist çeşitli kurum ve kuruluşların da kendi çekim alanlarındaki insanların, düşünsel olarak, eğitilip dönüştürülerek kazanılmasıdır.

Yani toplumsal bir eğitim seferberliği içinde olmanın ve bunu süreklileştirmenin (ki bu, devrim sonrası sürecin de temel mücadele yöntemlerinden biri olacaktır.) bu mücadelenin çok değerli köşe taşlarından olduğu artık görülmek zorundadır.

Düşünsel olarak kazanılan her bir erkek ve ataerkil değer yargılarının hükmü altındaki her bir kadın, ataerkil sistemin kale bentlerinden sökülüp alınmış birer tuğla işlevi görecektir. Yani işte böylesine önem arz eder sorunun boyutu. Bu yüzden kadın örgütleri (ve oluşturulacak erkek örgütler), ilişkilendikleri her bir kadının yakın çevresindeki ve ulaşabildiği tüm kadın ve erkekleri bu eğitim seferberliğinin birincil dereceden hedef kitlesi olarak belirleyip eğitme görev ve sorumluluğu edinmeleridir. 

Altıncı adım ise; kadına, çocuklara ve LGBTİ’lere yönelik her bir fiziki şiddet ve cinsel saldırı faaili (veya failleri) en geniş şekilde teşhir ve tecrit kampanyaları ile cezalandırılmayı ''doğrudan adalet'' inisiyatifi olarak kabul edip uygulamaktır. 

Ve bunu, kadınıyla erkeğiyle omuz omuza; ''ataerkilizme karşı birleşik cephe inisiyatifi'' olarak hayata geçirmektir.

Yedinci adım ise; öz savunmalarını yapabilmeleri için kadınları eğitip örgütlemek gerekir. Daha çocuk yaştan başlayarak kadınların öz savunmalarını yapabilmeleri için yakın döğüş savunma teknikleriyle eğitmek gerekiyor.

Elbette tecavüz uğramış her mağduru sahiplenmek önemlidir ve fakat çok önemli bir diğer husus da şudur: (polisi-askeri ile, bürokratı ve esnafıyla) her bir tecavüzcüyü, özel olarak hedef tahtasına koyup, teşhir etmek sureti ile cezalandırmakta, kadının bir öz savunma olarak yaşam bulabilmelidir.

Evet bütün bunlar verili anın mevcut koşullarında da yapılabilir ve ataerkilizmde gedikler açılarak geriletilebilir. Kadın, gasp edilerek yitirdiği haklarının önemlice bir kısmına böylece tekrardan kavuşabilir. Yeter ki sorun doğru tarzda ele alınabilsin ve gereği, gerektiği gibi yerine getirilebilsin.

2591

Halil Gündoğan

Halil Gündoğan sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

Son Haberler

Halil Gündoğan

TURAN TALAY’IN ANISINA…

Onu maalesef ki çok erken denilebilecek bir yaşta, henüz 68’indeyken, 11.10.2023 tarhinde yitirdik. Bu ani ve erken ölümü tüm sevenlerini, yoldaşları ve dostlarını derinden sarstı ve acılara boğdu.

Akciğer kanserine yakalanmıştı. Hastalık, özelliklede ikinci kez nüksettikten sonra çok hızlı ve sinsi bir şekilde gelişti. Öyle ki doktorların her şeyin normal göründüğünü söylediklerinin kısa bir süre sonrasında yapılan muayende, kanserin kafaya sıçradığı ve de yayıldığı tespit edildi. Artık tıbben yapılabilecek bir şey de yokmuş. 

Emperyalist Kamplar Arasına Sıkıştırılmış Bir Halk: Filistin

Filistin-İsrail sorunu olarak bilinen ve esas olarak da Filistin topraklarında İsrail'in kurulmasının teorik ve politik temeli 1890'lı yılların sonunda atılıyor. 1. emperyalist paylaşım savaşıyla koşullar olgunlaştırılıyor. 2. emperyalist dünya savaşı sonrası ise emperyalist burjuvazi, Filistin'i parçalamayı ve orda İsaril devleti inşa etmeye karar veriyor ve bunu Filistin halkının soykırıma uğratma pahasına gerçekleştiriyorlar. Alman emperyalizmi tarafından soykırıma uğratılan yahudi halkı, bir başka ulusu (Filistinlileri) soykırıma uğratarak kendi ulusal varlığını inşa ediyor.

Hazan Ayının Şehitleri

Kasım, proletarya partisinin en değerli kadro, komutan ve savaşçılarının katledildiği aylardandır.  Hüzün ve öfkenin birlikte yaşandığı aydır. III. Konferans delegelerini, komünist önder Mehmet Demirdağ’ı ve Aliboğazı şehitlerini hep bir hazan ayında kaybettik. Zafere açılan kapıyı adım adım aralayan, özgürlüğe giden yolu damla damla döşüyen Kasım ayı şehitlerimiz tarihin yüceliğine kavuşanlardır. Onlar, yarınların mutlak yenenleri olarak yazılacaktır parti ve devrim notlarımıza.

“Durum İyidir, Gerçekler Devrimcidir”

Yaşadığı dönemin özelliklerini anlayarak, savaşın hükmüne, zorun değiştirici rolüne inanan, sınırlı yaşamını sınırsız davaya adayan önder yoldaş Mehmet Demirdağ ölümsüzdür! Özgürlüğü ve kurtuluşu herkesten ve her şeyden daha fazla isteyen bu uğurda emeğin eğittiği bilinçle savaşarak şehit düşen proletarya partisinin dördüncü genel sekreteri Mehmet Demirdağ yoldaşı üstlendiği öncü pratik ve önder duruşuyla tanırız.

Yalım Nubar’dan Ozanyan Nubar’a Süren Hikaye Bizim!

Botan’dan Yozgat’a dek uzanan toprakların bağrından çıkıp İstanbul Ermeni yetimhanelerinde okumaya gelip, orada bilge önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın devrimci görüşleriyle tanışan ve tutkuyla bağlanan yoksul Ermeni çocukların hikayeleridir, Ermeni devrim şehitlerimizin hikayeleri.

Onları doğdukları topraklardan koparıp buruk ve sancılı bir şekilde İstanbul yollarına düşüren tarihsel gerçeklerin yanında yokluk ve yoksulluktur da. Onları İstanbul yolculuğuna çıkaran çaresizlik, yalnızlık, sahipsizliktir.

Mısır'ı Mesken Tutan Türk Tekelleri

Deutsche Welle (DW)'de Aram Ekin Duran'ın, „Türk Şirketleri Mısır'a Kaçıyor“ adlı bir haberi yayınlandı. Sıradan bir haber gibi gözüküyor, ama, Türkiye ekonomisinin ve Türk devletinin niteliğini araştıranlar, sorgulayanlar için küçük bir haber olmaktan öte bir anlam taşıyor. Özellikle de kendine ML ve Maoist diyen komünist örgütler için daha fazla önem taşıması gerekiyor.

Hesaplaşma mı? Kutlama mı?

Faşist TC devleti hem ülke içinde hem de bölgesel düzeyde, resmi ve sivil militarist güçleriyle başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi ve özgürlükten yana olan herkesi yok etmek ve devlet terörüyle susturmak için çalışmaya devam ediyor. Bu süreç aynı zamanda TC’nin kuruluşunun da yüzüncü yıl dönümüdür.

TC, yüz yıl önce Osmanlı yıkıntıları üzerinde tekçi bir zihniyetle kuruldu. Ermeni soykırımında, diğer azınlık halkların yok edilip sindirilmesinde aktif rol alan ittihatçı birçok ırkçı kadro da kuruluş sürecinde rol aldı.

Halka Nasıl Yaklaşacağız?

Milyonlar açlık ve yoksulluk içinde, demokratik haklardan yoksun, özgürlük kırıntılarına bile muhtaç bir durumda yaşıyor. Haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik karşısında kitleler ya seslerini yeterince yükseltememekte ya da sınırlı sayıda insanla zulüm karşısında direnmeye çalışmaktadır. Birbirinden bağımsız, sınırlı direniş güçlerinin mücadele ettiği süreci yaşıyoruz. Damlaların derelere, derelerin nehirlere, nehirlerin bendlerini yıkacak duruma gelme ihtiyacı var.

“Kuruluşunun 100. Yılında TC’nin Diğer Yüzü Türkiye’de Ulusal Azınlıklar Sorunu”*

Türkiye’de ulusal sorun ve azınlıklar meselesini incelerken nasıl bir ülkede yaşadığımız, ülkeyi hangi sınıfların yönettiği, ulusların hangi tarihi koşullarda ortaya çıktığı, ulusal sorunun ekonomik ve politik nedenlerini açıklamak durumundayız.

Ulus, tarihsel olarak meydana gelmiş, ortak bir dil, ortak bir pazar, ortak bir kültür birliği ve ortak bir ruhi şekillenmende ifadesini bulan istikrarlı bir insan topluluğudur. Ulus, sadece tarihi bir kategori değil bir çağın, yükselen kapitalizm çağının ortaya çıkardığı bir olgudur.

Yüz yıllık çakma Türk devleti (Nubar Ozanyan)

Aradan bir asır geçmesine, tarihin yaprakları değişmesine karşın Türkiye Cumhuriyeti temelde bir değişime gitmeden dün olduğu gibi imha ve inkar zihniyetiyle yaşamaya, Orta Çağ’ın karanlığında kalmaya devam ediyor.

Fetih ve işgallerden, zulüm ve soykırımdan başka övünülecek bir tarihi, Hitler faşizmine örnek olmaktan başka bir başarısı olmayan TC, ceberut devlet olma niteliğinden hiçbir şey kaybetmeden yüzüncü yılını kutluyor.

Aşk Her Şeyi Affeder mi - Partiler Neden Diktatör / ERGÜN ASLAN

Klasik emperyalizmle modern emperyalizm arasında çeşitli proletaryaların ve (komprador) sınıfların olduğu bir memlekette modern proletaryaların partisinin birliğinin ve özgürlüğünün yegane (ve yegane) güvencesinin yerel yönetimlerin özerkliğe varabilecek kadar geniş demokratik haklara sahip olmaları olduğu bilgisini kim inkar edebilir ki.

Üüüü.... üüüü....

Ya.... ya...

Bir insan aldığı görevden başka her şeyi konuşur mu.

Hom... hom.. hom...

Bunlar... bunlar... daha çok....

 Filelerin sultanlarını karşımıza çıkarırlar.

 Daha çok...

Sayfalar