Perşembe Mayıs 16, 2024

Hasretle ve inançla… “Umudun öyküsünü yazmak bize düştü!”

“Umudun öyküsünü yazmak bize düştü / Bize düştü sunmak hayata ömrün baharını / Acıları tas tas içmek / kan tükürmek ihanete / Bize düştü gözyaşsız ağlamak genç ölümlere / Yetim şafaklara kardeş olmak / Alayla gülümsemek karanlıklara / Hasret vurgunuyla yanmak / Vedalaşmadan yürümek sonsuzluğa... / bize düştü / Tarih payıdır kaçınılmaz / Vurun kanatlarınızı dostlarım”*

Tarih paylarını canlarıyla ödeyerek ve son bir veda sözcüğü etmeden sonsuzluğa yürüdü 12 kızıl karanfil. Onlar ki her biri umudun öyküsünü yazdılar kısacık yaşamlarıyla.

Hayata sundukları ömürlerinin baharı kaldı bize… Ki o baharı ezilenlerin baharı olan devrime götürmektir görevimiz!

Tas tas içtikleri acı kaldı bize… Ki yoldaşlarımızın her birine çektirilen acı, intikam yeminlerimizi tazelemiş, öfkemizi bilemiştir!

Kan tükürdükleri ihanet kalmıştır bize… Ki henüz tamamlanmamış bir hesaplaşmayla yok etmektir aslolan o ihaneti!

Artları sıra gözyaşısız ağlamak düşmüştür bize… Ki gözbebeklerimiz kan çanağına dönse de bir damla dökülmeyecektir oradan ve güldürmeyecektir düşmanı!

Onların yetim bıraktığı şafaklar artık bizimdir, onların hasretiyle yanmak, onların ıssız karanlıklardaki yarım kalan ıslıklarını tamamlamak…

Artık hepsi bizimdir!

Tarih payımızı onlar gibi canımızla ödeyene kadar da ne o ıslık yarım kalacak ne şafaklar yetim!

“Durmak yok bu koşuda / Ağıt yok dilimizde / Dizlerde titreme yok / Kaç güneş sönse de sönsün içimizde / Hep aydınlıkta yakalayacağız ölümü.”*

Yetiş, Serkan, Hasan, Samet, Alican, Murat, Ersin, Doğuş, Esrin, Hatayî, Gamze ve de Umut… Her biri içimize; hem kalbimize hem de bilincimize saplanan birer acı oldu.

Özlediklerimizdi her biri… Hasret duyduklarımızdı…

Hele Umut…

Sarıgazi’nin Doktor’u, Munzurların Cem’i…

Ne genç ne umarsız ne çıkarsızdın…

Bir başladın ki bu koşuya, hiç durmamacasına… Buradan gittikten sonra da çok duyduk; titremeyen dizlerini, ağıt söylemeyen dilini…

Ve şimdi de aydınlıkta yakaladığın ölümü…

Ah Umut… Ah Doktor!

Sarıgazi zordur, zorludur. Faşist devlet öyle kolay kolay, öyle elini kolunu sallaya sallaya giremez oraya. Hem devrimcileri hem halkı bir dikildi mi ayağa, düşman sığınır kendi kalelerine, çıkamaz dışarıya!

Ama Sarıgazi devrimci mücadele açısından da zorlu bir yerdir. Keza duyarlı, demokrat bir kitle vardır ama bu devrimci dinamiği örgütlemek o kadar kolay değildir. Hem devletin saldırıları hem de devrimci yapıların politikasızlığıdır bu zorluğu yaratan…

Ama sen, en genç yaşında, lisede örgütlü olmayı seçtin. Devletin “belalı” gördüğü, ancak devrimcilerin bir zaman kale haline getirdiği Mehmetçik Lisesi’nde okurken bir yandan da Yeni Demokrat Gençlik faaliyetini sürdürüyordu.

Bir süre sonra sen özne oldun, liselileri bir araya getiriyor, tartıştırıyor, örgütlüyordun. İşin zordu. Ama sen bu zorluğa karşın kendini sınırlamadın. Her seferinde daha ileriye, daha fazla örgütlü mücadeleye atıldın. Artık sınırların sadece Sarıgazi değildi, İstanbul genelinde liselilerle görüşüyor, örgütlüyordun.

Ama tabii Sarıgazi hep başkaydı. Sonradan da duyuyorduk, Sarıgazi deyince nasıl gözlerinin içinin parladığını, yüzünde güllerin açıldığını…

Bak, şimdi cümlenin gelişi “konuşuyor, sohbet ediyordun” diyecektim. Ama sen de gülersin şimdi buna. Ah Doktor, konuşmayı senin kadar az seven başka bir devrimci tanımadım ben. Ağzından kerpetenle laf alıyorduk adeta.

Ama bu bilmediğinden, öğrenmediğinden değildi. Su gibi içiyordun her öğrendiğini… Konuşmak zorunda kalmamak için bin takla atıyordun ama en son iş başa düşünce kısaca geçtiği tüm özet konuşmalar, ne kadar hızlı öğrendiğini gösteriyordu.

“Dağların dorukları dumanlı olur / Geriye dönmez savaşçılar... / Fırtınayla yıkanmıştır ömürleri / Karla yıkanmıştır yüzleri... / Bu yüzden asla vedalaşmaz / Ve kılıçlarında taşırlar şiiri / Bu yüzden sevdaları mahzundur / Yürekleri kallavi / Alınları ihanet vurgunudur / Gözleri intihar mavi”*

Ama iş pratiğe geldiğinde kimse tutmazdı seni! Görevden, sorumluluktan kaçmak yoktu sende! Bak bunu, arkandan güzelleme olarak demiyorum.

Gerçekten yoktu.

“Şu iş var, hangimiz yapalım?” “Ben yaparım!”

“Şuraya da gitsek mi?” “Ben giderim!”

Aslında gitmek istediğin, özlediğin başka bir şey vardı. İlk “Yoldaş, ben gerillaya katılmak istiyorum” dediğinde; gece vakti, bir parkta oturuyorduk. “Biraz konuşalım”la başladı, hep ben konuştum tabii, sen sustun yine… Sonra havadan sudan bir-iki şey söyledin ama aklında başka bir şey vardı, belliydi. Göz göze gelmemeye çalışarak söylemiştin özlemini.

Yanımızdaki yoldaş, ağzı kulaklarında, “Sıranı bekle yoldaş! Daha senden önce gitmek isteyenler var. Ne acelen var? Hele bir şu lise çalışmasını düzene koyalım!” dedi ama sana da yeşil ışık yaktı.

O bile yetti sana be Doktor!

“Haydi o zaman kolları sıvayalım ve lise çalışmasına girişelim” dedik.

Kallavi yürekli, ömrünü fırtınayla yıkayan yoldaşım!

Zaten senesine kalmadan dumanlı dağ doruklarına tırmandın.

“Ki bu zorlu yürüyüşte / Niceleri çürümüş / Niceleri dökülmüştü / Lakin / Her dökülene inat / Daha bir kök salıp büyümüştü / Çünkü / Bu örgünün her bir ilmeğine / Nice yoldaş bedeni düşmüş / Ve daha nice yoldaş bedeni / Yoldaşına sırdaş / Kavgasına omuzdaş olan / Mavzerine sarılıp / Baharın kokusu kadar tatlı / Yarin dudağı kadar ballı / Ve sevdalısına teslim olacak kadar harlı / Namlusunu öpmüştü.”*

Vedalaşamadık giderken…

Aslında sen veda etmeye geldin de, ben anlamadım onun seni son görüşüm olduğunu. Anlamadım be Doktor, yine aynı o toplantılardaki sessizliğinle vedalaşmaya geldiğini…

“Bir çayını içeyim” dedin. İçtik. “Ne var ne yok” dedim, “Hiç her zamanki gibi” dedin. Sessizce bakışarak çay içtiğimizden sorma gereksinimi duydum “Niye geldin?” “Hiç” dedin.

“Kendine iyi bak yoldaş” deyip merdivenlerden inerken uzun uzun bakıştık.

Hep o uzun bakışın kalacak aklımda yoldaş! O uzun bakış hatrına seni yazmak düştü payıma… Şafak Tamer demiş ya “Umudun öyküsünü yazmak bize düştü” diye… Seni yazmak, Umut’u yazmak “umudunu öyküsünü yazmaktır”!

Nasıl şehit düştün? Bilmiyorum. Ama o çok sevdiğin namlunla vedalaşma şansın oldu mu, onu son bir kez düşmana kan kusturduktan sonra öpebildin mi bilmiyorum.

Ama sana söz olsun Umut, söz olsun Doktor, söz olsun Cem!

O namlunun ucu bir an bile soğumayacak! Dudaklarımızı yaksa da senin için bir kez daha öpeceğiz düşmana bedel ödeten namlularımızı…

Özlemle, hasretle, inançla…

Bir Yoldaşı

* Çeşitli şairlere ait şiir paylaşımları Umut Polat’a aittir ve kendisine ait sosyal medya hesaplarında 2010 yılında paylaşılmıştı.

40230

Mültecilik ve düşünce üretimi

Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) içinde eskiden beri “mülteciliğe” bir kızgınlık ve yabancılaşma vardır. Özellikle “mülteci” devrimcilere iyi gözle bakılmaz. Bunun TDH’ne, “kötü” olarak yansıması TKP’nin mülteciliğinden kaynaklanıyor. TKP önderleri,,, ülkedeki baskı koşularından dolayı uzun bir süre yurtdışında (o zamanki adıyla Sovyet bloku ülkelerinde) yaşamak zorunda kalmaları, 1970’lerden sonraki devrimci kuşak içinde, “lanetlenen” bir durum oldu.

Zor Yıllarda "Aydın olmak"

“Ne kadar nahoş olsa da,olguları açıkça görmek,adlı adınca çağırmak, …doğruyu söylemek zorundayız.”[1]

“12 Eylül 1980 sonrası sosyalist mücadelede sosyalist aydınlar” konulu bir yazıyı kaleme almak “zor”; dahası, zor olduğu kadarıyla hüzünlü. 

Bizi bırakıp giden(lerden) biri bağlamında bana; Maksim Gorki’nin, “İnsan, ne onurlu sözcük”; Bertolt Brecht’in, “İnsan olmak büyük bir şeydir”; Anton Çehov’un, “İnsanlar inandıklarıdır,” sözlerini anımsatan Ata Soyer’e dair;[2] yazmak daha da “zor” bir iş...

Sayın Gizli Tanık ve Tanıklarıma: Lütfen Kendinizi deşifre Edin!

Yusuf KÖSE

Devrimci yaşama başlayıp biraz “sivirilince”, hakkımda da bir çok şeyler yazılıp çizilmeye başladı. Ancak, bunlar, genellikle burjuva devlet ya da bunların uzantıları aracılığıyla kamuoyuna sunuldu. Ve hala sunulmaya devam ediyor. Bir kısmı gerçekten karşı-devrimin direkt uzantıları, bir kısmı da bilmeyerek onlara hizmet eden “bir tas çorbacılar.”

Bahar geldiğinde filizlenecek olan Çiçek

Saat sabaha doğru yol alıyor, köpekler havlıyor dışarıda, hoparlörden Mehmet koçun sesi geliyor, elimde Sefagül Arslan’ın kitapları, gerillanın kaleminden kelimeler ısıtıyor soğuk odayı. Düşüncelere dalıyorum. İlkel komünal toplumda ava çıkıyorum. Analarımla topluyorum yiyecekleri. Mağaradan mağaraya koşuyorum. Aç kurtlar günümüzün korkusu, beterinden geçiyorum. sana yaklaştıkça azalıyor korkularım. Daha da azalacak korkularımız zaman denen tünelde, dün bugün ve yarın denen tarihsel ilerleyişinde. 

Alamut Kartal Yuvasıdır

Bundan yaklaşık bin yıl önce Selçuklu veziri Nizamülmülk, “Bunlar duvarların arkasında, memleketin kötülüğünü isteyerek karışıklık çıkarrnaya çalışırlar.” (Aktaran, Faik Bulut. Hasan Sabbah Gerçeği)  demişti. Bu sözlerin muhatabı, Büyük Selçuklu İmparatorluğunun baskısı altında açlık ve yoksulluk içinde yaşayanlara eşitlik-adil bir toplum için umut olan, ezilenler üzerinde gerçekleşen sınıf ve inanç baskısı karşısında başkaldıran, Nizari İsmailliğinin kurucusu Hasan Sabbah’dı.

Kılıçdaroğlu Alevileri mi temsil ediyor? —Ergin Doğru

CHP’nin Alevilerin temsilcisi olduğu iddiası, cumhuriyet tarihi boyunca sürdürülen aldatmacıdır. Alevilerin CHP ile ilişkisi sorgulanması ve tarihsel gerçeklerin sosyolojik olarak irdelenmesini gerektiriyor.

Gerici sistemlerin Sünni baskı politikalarına karşı sürekli olarak dışlanmış ve baskılanmışları temsil eden Alevilerin, cumhuriyete yaklaşımı baskılanmış toplum psikoloji ile olmuştur. Gerici baskılardan bunalan Alevilerin, kendilerine taktiksel olarak yaklaşan cumhuriyet yönetiminin riyakarlığını anlayabildiğini söylemek çok mümkün değildir.

Adı aşk olsun

Faruk Eskioğlu, bu kitapta yurtdışında yaşayan göçmenlerin memleket ve sıla özlemlerini tarihsel olaylarla harmanlayarak okuyucuya sunmuş. Faruk Eskioğlu, yazarlık yetisiyle gazetecilik gözlemlerini bütünleştirmiş, dişiyle tırnağıyla uğraşarak bulunduğu yerden hayata seslenmiş gazeteci bir dostumuzdur. Kendi deyimiyle bu kitap: ”Gurbetçilik, sürgünlük, kişinin dişiyle tırnağıyla, etiyle ayakta kalma savaşıdır.” Belki de bu tanımlama hayatın yeniden üretilmesi için uğraşan insanların dur-durak bilmeden bulundukları yerlerde çalışarak var-olma savaşını bizlere anlatmış.

Esas İşçi mi Köylü mü ?

Ya... bunlar insanı zoraki öncü ederler ya.. öncü.

Zindan(lar)in Türkçesi[1]

“Hapse düşmemiş bir insan,devletin ne olduğunu bilemez.”[2]

Çiğdem Diren Sarısülük;Sevgide Yoldaş olabilmek

Tüm Yoldaş kalabilenlere !

Sevgiyi, sensizlikte yaşamak öylesine zor ki güzel yürekli dost. Zamanı mıydı bu zamansız yolculuğun? Tüm güzellikleri onurluca yaşamayı, en güzel şeyleri hiç ummadığımız zamanlarda yapardın, yaparken de kıskandırırdın bizi.

Ya bu sefer ne demeli...

Hrant Dink’in Katline 2015 Perspektifinden Bakmak

 Başlıklı Yuvarlak Masa Toplantısı (18 Ocak 2014, Alba Oteli, Ankara) 

12.05 Moderatör Sibel Özbudun’un Hoşgeldiniz Konuşması. 

Sayfalar