Pazartesi Nisan 29, 2024

Hasretle ve inançla… “Umudun öyküsünü yazmak bize düştü!”

“Umudun öyküsünü yazmak bize düştü / Bize düştü sunmak hayata ömrün baharını / Acıları tas tas içmek / kan tükürmek ihanete / Bize düştü gözyaşsız ağlamak genç ölümlere / Yetim şafaklara kardeş olmak / Alayla gülümsemek karanlıklara / Hasret vurgunuyla yanmak / Vedalaşmadan yürümek sonsuzluğa... / bize düştü / Tarih payıdır kaçınılmaz / Vurun kanatlarınızı dostlarım”*

Tarih paylarını canlarıyla ödeyerek ve son bir veda sözcüğü etmeden sonsuzluğa yürüdü 12 kızıl karanfil. Onlar ki her biri umudun öyküsünü yazdılar kısacık yaşamlarıyla.

Hayata sundukları ömürlerinin baharı kaldı bize… Ki o baharı ezilenlerin baharı olan devrime götürmektir görevimiz!

Tas tas içtikleri acı kaldı bize… Ki yoldaşlarımızın her birine çektirilen acı, intikam yeminlerimizi tazelemiş, öfkemizi bilemiştir!

Kan tükürdükleri ihanet kalmıştır bize… Ki henüz tamamlanmamış bir hesaplaşmayla yok etmektir aslolan o ihaneti!

Artları sıra gözyaşısız ağlamak düşmüştür bize… Ki gözbebeklerimiz kan çanağına dönse de bir damla dökülmeyecektir oradan ve güldürmeyecektir düşmanı!

Onların yetim bıraktığı şafaklar artık bizimdir, onların hasretiyle yanmak, onların ıssız karanlıklardaki yarım kalan ıslıklarını tamamlamak…

Artık hepsi bizimdir!

Tarih payımızı onlar gibi canımızla ödeyene kadar da ne o ıslık yarım kalacak ne şafaklar yetim!

“Durmak yok bu koşuda / Ağıt yok dilimizde / Dizlerde titreme yok / Kaç güneş sönse de sönsün içimizde / Hep aydınlıkta yakalayacağız ölümü.”*

Yetiş, Serkan, Hasan, Samet, Alican, Murat, Ersin, Doğuş, Esrin, Hatayî, Gamze ve de Umut… Her biri içimize; hem kalbimize hem de bilincimize saplanan birer acı oldu.

Özlediklerimizdi her biri… Hasret duyduklarımızdı…

Hele Umut…

Sarıgazi’nin Doktor’u, Munzurların Cem’i…

Ne genç ne umarsız ne çıkarsızdın…

Bir başladın ki bu koşuya, hiç durmamacasına… Buradan gittikten sonra da çok duyduk; titremeyen dizlerini, ağıt söylemeyen dilini…

Ve şimdi de aydınlıkta yakaladığın ölümü…

Ah Umut… Ah Doktor!

Sarıgazi zordur, zorludur. Faşist devlet öyle kolay kolay, öyle elini kolunu sallaya sallaya giremez oraya. Hem devrimcileri hem halkı bir dikildi mi ayağa, düşman sığınır kendi kalelerine, çıkamaz dışarıya!

Ama Sarıgazi devrimci mücadele açısından da zorlu bir yerdir. Keza duyarlı, demokrat bir kitle vardır ama bu devrimci dinamiği örgütlemek o kadar kolay değildir. Hem devletin saldırıları hem de devrimci yapıların politikasızlığıdır bu zorluğu yaratan…

Ama sen, en genç yaşında, lisede örgütlü olmayı seçtin. Devletin “belalı” gördüğü, ancak devrimcilerin bir zaman kale haline getirdiği Mehmetçik Lisesi’nde okurken bir yandan da Yeni Demokrat Gençlik faaliyetini sürdürüyordu.

Bir süre sonra sen özne oldun, liselileri bir araya getiriyor, tartıştırıyor, örgütlüyordun. İşin zordu. Ama sen bu zorluğa karşın kendini sınırlamadın. Her seferinde daha ileriye, daha fazla örgütlü mücadeleye atıldın. Artık sınırların sadece Sarıgazi değildi, İstanbul genelinde liselilerle görüşüyor, örgütlüyordun.

Ama tabii Sarıgazi hep başkaydı. Sonradan da duyuyorduk, Sarıgazi deyince nasıl gözlerinin içinin parladığını, yüzünde güllerin açıldığını…

Bak, şimdi cümlenin gelişi “konuşuyor, sohbet ediyordun” diyecektim. Ama sen de gülersin şimdi buna. Ah Doktor, konuşmayı senin kadar az seven başka bir devrimci tanımadım ben. Ağzından kerpetenle laf alıyorduk adeta.

Ama bu bilmediğinden, öğrenmediğinden değildi. Su gibi içiyordun her öğrendiğini… Konuşmak zorunda kalmamak için bin takla atıyordun ama en son iş başa düşünce kısaca geçtiği tüm özet konuşmalar, ne kadar hızlı öğrendiğini gösteriyordu.

“Dağların dorukları dumanlı olur / Geriye dönmez savaşçılar... / Fırtınayla yıkanmıştır ömürleri / Karla yıkanmıştır yüzleri... / Bu yüzden asla vedalaşmaz / Ve kılıçlarında taşırlar şiiri / Bu yüzden sevdaları mahzundur / Yürekleri kallavi / Alınları ihanet vurgunudur / Gözleri intihar mavi”*

Ama iş pratiğe geldiğinde kimse tutmazdı seni! Görevden, sorumluluktan kaçmak yoktu sende! Bak bunu, arkandan güzelleme olarak demiyorum.

Gerçekten yoktu.

“Şu iş var, hangimiz yapalım?” “Ben yaparım!”

“Şuraya da gitsek mi?” “Ben giderim!”

Aslında gitmek istediğin, özlediğin başka bir şey vardı. İlk “Yoldaş, ben gerillaya katılmak istiyorum” dediğinde; gece vakti, bir parkta oturuyorduk. “Biraz konuşalım”la başladı, hep ben konuştum tabii, sen sustun yine… Sonra havadan sudan bir-iki şey söyledin ama aklında başka bir şey vardı, belliydi. Göz göze gelmemeye çalışarak söylemiştin özlemini.

Yanımızdaki yoldaş, ağzı kulaklarında, “Sıranı bekle yoldaş! Daha senden önce gitmek isteyenler var. Ne acelen var? Hele bir şu lise çalışmasını düzene koyalım!” dedi ama sana da yeşil ışık yaktı.

O bile yetti sana be Doktor!

“Haydi o zaman kolları sıvayalım ve lise çalışmasına girişelim” dedik.

Kallavi yürekli, ömrünü fırtınayla yıkayan yoldaşım!

Zaten senesine kalmadan dumanlı dağ doruklarına tırmandın.

“Ki bu zorlu yürüyüşte / Niceleri çürümüş / Niceleri dökülmüştü / Lakin / Her dökülene inat / Daha bir kök salıp büyümüştü / Çünkü / Bu örgünün her bir ilmeğine / Nice yoldaş bedeni düşmüş / Ve daha nice yoldaş bedeni / Yoldaşına sırdaş / Kavgasına omuzdaş olan / Mavzerine sarılıp / Baharın kokusu kadar tatlı / Yarin dudağı kadar ballı / Ve sevdalısına teslim olacak kadar harlı / Namlusunu öpmüştü.”*

Vedalaşamadık giderken…

Aslında sen veda etmeye geldin de, ben anlamadım onun seni son görüşüm olduğunu. Anlamadım be Doktor, yine aynı o toplantılardaki sessizliğinle vedalaşmaya geldiğini…

“Bir çayını içeyim” dedin. İçtik. “Ne var ne yok” dedim, “Hiç her zamanki gibi” dedin. Sessizce bakışarak çay içtiğimizden sorma gereksinimi duydum “Niye geldin?” “Hiç” dedin.

“Kendine iyi bak yoldaş” deyip merdivenlerden inerken uzun uzun bakıştık.

Hep o uzun bakışın kalacak aklımda yoldaş! O uzun bakış hatrına seni yazmak düştü payıma… Şafak Tamer demiş ya “Umudun öyküsünü yazmak bize düştü” diye… Seni yazmak, Umut’u yazmak “umudunu öyküsünü yazmaktır”!

Nasıl şehit düştün? Bilmiyorum. Ama o çok sevdiğin namlunla vedalaşma şansın oldu mu, onu son bir kez düşmana kan kusturduktan sonra öpebildin mi bilmiyorum.

Ama sana söz olsun Umut, söz olsun Doktor, söz olsun Cem!

O namlunun ucu bir an bile soğumayacak! Dudaklarımızı yaksa da senin için bir kez daha öpeceğiz düşmana bedel ödeten namlularımızı…

Özlemle, hasretle, inançla…

Bir Yoldaşı

* Çeşitli şairlere ait şiir paylaşımları Umut Polat’a aittir ve kendisine ait sosyal medya hesaplarında 2010 yılında paylaşılmıştı.

40157

24 Ocak Vartinik Baskını ve Ali Haydar Yıldız.. / Muzaffer Oruçoğlu

 

 Hayatımın unutulmaz anı. Menzil ve yaşam hakkı vermeyen haşin bir kış. Geyiklerini mağaralarına kapatan sisli, boranlı yüce zirveler. Yarı yıkık bir ev ve halkın korkarak, ‘sizi öldürecekler, gidin buralardan,’ diye mırıldana mırıldana acıdığı, destek vermeye çalıştığı bir avuç silahsız gerilla. Ve seher öncesinin toz karı hafif hafif ırgalayan ruzigarı ve tüfek şakırtıları.

Karışık

Yeni yılın ilk ayını epey aşarak yazıyorum ilk yazımı, belki korktum, belki panik yaptım, belki bir şey bekledim, ya da kimsenin aklına gelmeyecek hesaplar yaptım, yani derine daldım. “derin” kelimesi nasıl bir algı yaratır, nereden yakalar adamı, nasıl eğer, nerede büker, ne hale sokar, bilemem. Ama içimde tedirgin, kuşkucu, rahatsız ve hasta bir yer etti. Nerede bir erk, kurum, parti, örgüt, hele hele devlet varsa derini mevcuttur. Başka bir gücün olduğu ve derinlerden zelzele kudretine sahip bir şey bu…

Gaz kullanımı - ya da halkın zehirlenmesi üzerine (*)

“Zulüm bizdense; ben bizden değilim!”[1]

En net hâliyle Adolf Hitler’den biliriz “Gazlamak filli”nin ne olduğunu; elbette onun öncesinde I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda veya İngilizlerin Kürtlere karşı kullandığını; sonrası da bunun Şeyh Wassan ile Doli Smakoli’den Halepçe’ye uzandığını “es” geçmeden…

“Kimyasal gazdır” bunun adı; farklı versiyonlarıyla…

Kimyasal gazların, “biber”, “portakal”, “Brezilya” vb. versiyonlarıyla IMF İstanbul, KCK Diyarbakır, 1 Mayıs Taksim’inde ve bir alay itiraz eyleminde tanıştık…

"Özerlikçi"Anayasa sonrasında Bolivya dersleri (1)

“Anayasacıların öncelikle önemsedikleri şey, otorite ve gücün sınırlandırılması ve dağıtılmasıdır. Bu sınırlamalar felsefe ve ahlâki tartışmaların geniş alanından beslenir...”[2]

“Şangay Komünü” Hikayeleri

MKP ve Marksizmin En Temel İlkeleri 

Eleştirilerime aşağıdaki başlıklar altında devam ediyorum:

1-    “Şangay Komünü” Hikayeleri

2-      Parti Diktatörlüğü Mü?  Proletarya Diktatörlüğü Mü?

3-      MKP ve  Kaypakkaya

1-     “Şangay Komünü” Hikayeleri

Sınırlı bir yaşamı sınırsız bir davaya adayanlara bin selam!

 

“ YÜKSEKLER ASLA FETHEDİLEMEZ ETEKLERİNDE MEZARLAR YOK İSE”  

Mille salutations a ceux

 

QUI ONT PRÉCONISÉS UNE VIE LIMITÉE POUR LA LUTTE !

"Rien ne s’obtient sans effort et sacrifice"

La lutte des classes continue sans cesse à travers le globe.

 

Yarım Fokoculuktan Tam Fokoculuğa Geçişin Teorisi

MKP 3. Kongresini yaptı ve Kongre belgelerini yayınladı. Kongrelerini başarıyla sonuçlandırdıkları için devrimci mücadelelerinde başarılar diliyor ve kutluyorum.

 

Kendini Kaf dagında zanneden bir çeyrek "aydın"Haydar Karataş

Bazen zorunluluklarla, bazen tesadüflerle, bazen daha iyi bilen birisinin yönlendirmesiyle bazı kişiler bilgilenme anlamında yaşadığı toplumun gelişmişlik düzeyinden kendilerini daha ileriye taşırlar, gerek bilgiyi fethetmenin verdiği haz(“mutluluk fethetmektir.” Engels) gerekse de öğrendikçe doğa ve toplum karşısında özgürlük duygusunun güçlenmesi,  bu bazı kişilerde,  bilgilenmeyi bilinçli bir eyleme dönüştürür.( “insan bilmediklerinin esiridir, öğrendikçe özgürleşir” spinoza)  ve düşün dünyasının büyümesiyle, olgulara, olaylara, nesneye diğerlerinden farklı olarak daha geniş açılardan ba

Roboski: Taammüden devlet katliami!

SORU(N)LAR “RAİSON D’ETAT”SINDAN VAZGEÇMEYEN TUTUM YALANLAR, YALANCILAR “GERÇEK” ROBOSKÎ HÂLİ AKP: “CİNAYET VAR (DA), CANİ YOK(MUŞ)”?! (S)ÂKÎL -BEYAZ- KÜRTLER MUHATAPLAR YORUM(LAR) HUKUK(SUZLUK) ADALET DEĞİLDİR! “NE OLACAK” MI? ROBOSKÎ: TAAMMÜDEN DEVLET KATLİAMI![*]

“Herkesin bir gideni vardır, İçinden bir türlü uğurlayamadığı…”[1]

Veysi Altay’ın yönettiği ‘Faîlî Dewlet’ adlı belgesel, Cizre’de 90’lı yıllarda devlet eliyle işlenmiş cinayetleri anlatır ki, Roboskî de bu “realite”den bağışık değildir…

Deli dumrul'un "kentsel dônüm"ü yada yolsuzluk rantin ikizkardesidir

“Ya ümitsizsiniz, ya da ümit sizsiniz. Ya çaresizsiniz, ya da çare sizsiniz.”[1]

Şaşırmadınız, değil mi?

Şaşırmış gibi yapmanıza da gerek yok.

Ne de olsa, AKP medyasının her şeyden çok anlayan, her şeyi en iyi bilen gülücüksüz prenslerinden, her şeyi çok uzaklardan seyreden, dalgın bakışlı, nazlı prenseslerinden değilsiniz…

Yani şaşırmış gibi yapmadığınızda dolar bazında her ay banka hesabınıza geçen maaşınız tehlikeye girmez.

Sayfalar