Perşembe Mayıs 23, 2024

Kadın Komünarlar: “Kelebekler Zamanı” Bizim Hikayemiz [1]

Dominik’te 1930’da iktidara gelen faşist Trujillo 1960’lara geldiğimizde hala iktidardadır. Ve faşist diktatörlüğün en büyük destekçisi ABD emperyalizmidir. deta bir toplama kampıdır. Ama baskının, zorun olduğu her yerde isyan da filizlenir, ama yavaş ama hızlı. Kimi zEn küçük itirazı, baskı ve şiddetle, ağır işkencelerle, ölüm timleriyle karşılar faşist diktatör. Küçücük ülke aaman işaret fişeği yakabilecek öncüler çıkar, işte isyana yol veren, ön açan çıkışlardır bunlar. Faşist baskı ve zorun en ağırı da bu işaret fişeğini yakanların payına düşer. Tıpkı Patria, Minerva, Maria Teresa kardeşlerin payına düşen gibi…

25 Kasım 1960 bir haykırışın, bir başkaldırının tarihidir. Orada salt öldürülen üç kadın yok. Faşist diktatöre karşı çıkan, itaat etmeyen ve özgür bir gelecek için mücadele eden üç kadın var. Onları salt mağdur olarak göstermek ve mücadeleleriyle birlikte anmamak, bir kavganın tarafı olarak görmemek belki burjuva hümanizmi açısından daha kullanışlı olabilir. Ancak biz tarihle bağ kurmak istiyorsak Mirabel Kardeşler’i politik duruş ve kimlikleri ile birlikte almak durumundayız. Ülkesinin ve kadınların özgürlüğü için kanat çırpan kelebeklerdi onlar. Faşist diktatörlüğe boyun eğmezliğin simgesidir. Kadına dönük şiddetle mücadelenin simge isimleridir Mirabel kardeşler. Onların şahsında, 25 Kasım, bugün, burjuvasından faşistine tüm erkek egemen devletlere ve kadın düşmanı uygulamalarına karşı mücadele günü olduğu gibi aynı zamanda “küçük Trujillo’ların her evin içinde uyguladıkları diktatörlüğe karşıtlık günü”[2]dür.

Her şey ailenin, özel mülkiyetin ve (kapitalist) devletin bekası için!

Bugün kapitalist sistemin kendisini yeniden üretmesinin bir ayağı da toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretimidir. Adeta bir cins kırımı biçiminde yaşanmakta olan kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri en başta kapitalist sistemin beka sorununa gelip dayanmaktadır. Faşist devletin şiddeti en sakınmasızca kullandığı kesimdir kadınlar. “Önce kadınları vurun”da somutlanan tam da budur. Kadına dönük şiddetin kökenine inmek, kapitalist sistemin gelişimiyle atbaşı giden tabloyu da görmemizi sağlar.

Yine tarihe bakalım. Kapitalist sistemin ilk evrelerinde, kapitalist sistemin bir mülksüzleştirme stratejisi temelinde ilerlediği süreçlerde kadınlar ilk hedefti. Çünkü ilksel birikim rejimine geçiş sözkonusuydu. Veya kriz süreçlerine bakalım, tüm kriz süreçleri aslında kadının topun ağzına sürüldüğü süreçlerdir. Çünkü kriz süreçleri, aynı zamanda, yeniden yapılandırma stratejilerine geçiş süreçleridir. Ve bunun engelleyicisi olan herkes, herşey hedefe oturtulmuştur. Neoliberal sermaye birikim rejiminde yaşanan tıkanma (bugün Türkiye’de bunun ekonomik kriz haliyle daha da derinleşecek olmasını not edelim) aynı zamanda kar oranlarındaki düşme eğilimi ve azami artıdeğer sömürüsü için azami egemenlik arayışı, toplumun tüm hücrelerinde azami egemenliğin tesisi anlamına geliyor. Tikel-tümel ilişkisi… En küçük hücre: Aile! Burada yaşanacak herhangi bir otorite boşluğunun gelip varacağı yer kapitalist sistemin ve devletinin sorgulanmasıdır. Özgürlük çığlığının tüm topluma sirayet edeceğinden hareketle o çığlıkların hane içinde boğulmasına dayanan patriyarkal kapitalist sistemi en küçük hücresinden, sermaye bağları ve ağlarının geliştirilmesi ve korunmasından sorumlu olan devletine kadar her yönüyle hedefe koymaksızın bu kavga verilemez. Salt reformlarla ve protestoculukla malul bir kadın hareketi bugün çığlaşan cins sorunlarının çözüm gücü olamaz, kadın özgürlük mücadelesini yükseltemez.

Kadın sorunu kapitalist sistemin tarihsel olarak da bugün de beka sorunudur. Dün ilksel sermaye birikiminin ilk hedefi kadınlar olmuş ve bu bağlamda çizgi dışı olan, kapitalist çitlemeye gelmeyen tüm kadınlar cadı ilan edilip yakılmış veya ataerkiyi sarsan tüm kadınlar kırbaçla, recmle cezalandırılmıştı. Her şey ailenin, özel mülkiyetin ve (kapitalist) devletin bekası için! Patriyarkal kapitalist sistemde her şey gelip bu üçüne dayanmaktadır. O halde biz de öz savunma stratejimizi bu üç kurum ve yapıyı hedefler tarzda örgütlemeliyiz. Patriyarkaya karşı mücadelemiz kuşkusuz özel mülkiyet ve devleti de hedefleyecektir, ancak asıl sivri ucunu aile kurumuna ve onun ilişkiler sistematiğine yöneltecektir. Bu kaçınılmazdır. Ancak şunu atlamamalıyız, biz ailenin, özel mülkiyetin ve (kapitalist) devletin birbiri ile kopmaz bağını görmezsek sadece semptomlarla uğraşırız, sorunun kaynağına inemeyiz. Savaşımın diyalektik bütünlüğünü kavradığımızda ise her kadını bir özsavunma direnişçisi, gerillası haline getirebiliriz. Her ev aynı zamanda bir iç savaş alanıdır. Ve yine her ev erkek şiddetine karşı şiddetin, öz savunma eylemlerinin örgütleneceği mevzilerdir. Yeter ki kadınların kendi güçlerini görmelerini sağlayalım.

Kadına dönük şiddet örgütlü bir şiddettir

Kadın cinayetleri neden bugün zirve yaptı? Çünkü kadınlar, erkek egemen sistemi sorgular hale geldi ve içine sokulduğu cendereyi parçalamak istiyor. Bunun arayışı, bunun kavgası içinde. Artan kadın cinayetleri ve kadına dönük şiddeti salt mağduriyet üzerinden okursak gelişen bu dinamiği es geçeriz. Kadınlar cinsiyet ayrımcılığına karşı itiraz ediyorlar. Henüz, ikinci sınıf vatandaş olma durumuna karşı örgütlü olarak evde, sokakta, işyerinde ayağa kalkmamış olsalar da eski ilişkiler sistemini sorguluyor ve reddediyorlar. Bu yüzden aynı zamanda her evde bir “iç savaş” yaşanıyor.

Devrim-karşı devrim ilişkisinde olduğu gibi erkek şiddetinin artmasının da direnişle bir ilişkisi var. Kadınlar artık kendilerine çizilmiş sınır çizgilerini aşıyorlar, toplumsal cinsiyetçi rolleri sorgular pozisyondalar. Bedenlerine de yaşamlarına da sahip çıkmak, onlar üzerinde başka bir gücün baskı ve otorite kurmasını engellemek istiyorlar. Bu salt evdeki düzeni değil erkek egemenlikçi kapitalist sistemi ve devleti de sarsmaktadır. Kadına yönelen şiddet tam da bu nedenle sınıfsaldır. Bugün faşist devlet ezilen cinsin tahakküm altına alınmasını, tıpkı ezilen ulusta olduğu gibi kendi varoluş sorunu olarak okuyor ve buna göre konumlanıyor. Tekçi egemenlik biçimlerinin en rafine halidir faşizm. Ve bu tekçilik aynı zamanda erkek egemenliğine dayanır. Onda kendisini cisimleştirir. Kadın özgürlük hareketine karşı azgınca saldırıların nedeni budur.

Bugün kadınların haykırışları, çığlıkları görünür olduysa bu verilen mücadele ve elde edilen kazanımların bir sonucudur. Düne kadar emeğimiz görünmez olduğu gibi hane içinde uğradığımız şiddet de, cinayetler de görünmezdi. Artık kadın cinayetleri görünmez kılınamıyor. Kadına dönük şiddet, henüz karşı şiddet örnekleri cılız da olsa isyan çığlıkları ile bastırılamaz durumdadır. Bir eşik aşılmıştır. Şimdi özsavunma eylemlerinin örgütlenmesindedir sıra. Kadına dönük şiddet, ‘kol kırılır yen içinde kalır’da ifadesini bulan “aile içi” mesele olmaktan çıkmış, erkek egemenliğine ve bu bağlamda erkek şiddetine yol veren kapitalist devlete karşı toplumsal-siyasal bir mücadele dinamiği haline gelmiştir.

Sorunu doğru tanımlayalım, kadına uygulanan şiddet bu anlamda, örgütlü bir şiddettir. Erkek egemen sistemin yasasıyla, toplumsal cinsiyet rolleriyle, medyasıyla, mahkemesiyle örgütlediği bir şiddettir. Bu yüzden mücadeleyi de topyekün yürütmemiz gerekiyor. Evde, kamusal alanda bu mücadeleyi yürütmeliyiz. Yürüteceğimiz mücadele kesinlikle şiddet tekelini elinde bulunduran devlete karşı mücadeleden kopartılamaz.

Özsavunma mücadelesinden ne anlıyoruz?

Kendi yaşamımızın öznesi olduğumuzda tarihin de öznesi olacağız. Kendi kaderimizi belirlemek için özsavunma mücadelesini yükselteceğiz. Ataerkil dünyayı yıkamazsak ne tarih yazıcısı olabilir ne de yaşamımız hakkında söz sahibi olabiliriz. Bırakalım yaşamımızı belirlemeyi yaşam hakkımız bile erkek egemen sistemin karanlık dünyasında tehdit altındadır. Biz erk tarafından belirlenmeyen bir yaşam için yola çıktık. Tarihi ikinci sınıf sayılanlar yazmaz, ikinci sınıf olmayı kabul edenler tarihi yapamaz. Biz savaşmazsak bin yıllardır değişmeyen makus talihimizi yaşayacağız. Hesap sorma bilinci yön versin mücadelemize. Hayatlarımızın tüm gözeneklerine sinmiş olan erkek egemen sisteme ve onun tüm mekanizmalarına, ilişkilerine karşı mücadele ancak hesap sorma bilinci ile olur. Erkler dünyası ancak bu erklerin altına dinamit koyularak yokedilebilir.

Kendi yaşamını/kaderini belirleme iradesi ile özsavunma mücadelesi içiçe gelişmektedir. Bugün cins bilincinin kavranışı ile olmasa da cinsiyet ayrımcılığı yapılmasına ve bu düzeneğin baskı, şiddet yoluyla sürdürülme çabasına karşı bir özgürlük çığlığıdır kadınların başkaldırısı. Bedeni, emeği ve bir bütün olarak yaşamı üzerinde söz sahibi olma isteği yön veriyor bu ölümüne kavgaya. Nevin Yıldırımlar uzağımızda değil. Bu anlamda toplumda nice devrimci eylemci var, yeter ki akacak bir kanalları, buluşacak bir denizleri olsun.

Bizim kadına dönük şiddeti tanımlamaya ihtiyacımız yok. Bizim teşhire ihtiyacımız yok. Bizim bu şiddeti durduracak pratiği örgütlemeye ihtiyacımız var. Ve bu öyle sofistike eylem planları ve örgütlenmelerle yapacağımız bir şey değil. Her mutfak, her ev, her sokak, yaşamın aktığı her alan bizim öz savunma mevzimizdir, cephemizdir. Yeter ki biz kadınlar özgücümüzün farkında olalım. Biz devrimci öncü kadınların rolü kadınların cins kırımını engelleyecek özsavunma mücadelesinin önünü açmaktır. Politik hedefleri belirlemek ve siyasal-toplumsal öfkeyi bu politik hedefler doğrultusunda örgütlemek, devrimci şiddeti bu hedefler doğrultusunda icra etmektir.

Kuşkusuz, direnişimiz, mücadelemiz kadın cinayetlerine karşı yaşam hakkı mücadelesinin sınırlarına hapsedilemez. Evet biz yaşam hakkımızı savunacağız, ama biz aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerinin aşıldığı, bedenimiz, emeğimiz ve geleceğimiz üzerindeki tüm baskı, tahakküm ilişkilerinin yok edildiği, insanlığın sınırsız gelişimini sağlayacak, sınıfsal-cinsel-ulusal hiçbir ezme ve sömürü ilişkisinin olmayacağı bir gelecek için, komünizm için -zira sadece böyle bir dünyada biz kendi geleceğimizi özgürce belirleyebiliriz-, mücadele edeceğiz. Ne bir erkeğin, ne bir kurumun (ailenin), ne faşist devletin, ne de sermaye sınıfının yaşamlarımızı tahakküm altına almasını istiyoruz. Bedenimiz ve emeğimiz üzerinde dışımızda ve üstümüzde bir gücün söz sahibi olmasını istemiyor, kendi kararlarımızı kendimiz vermek istiyoruz. Bedenimize, emeğimize, ulusal kimliğimize yönelen her bir saldırıya karşı özsavunma mücadelesi geliştireceğiz. Biz cins kırımına karşı başkaldırıyı seçen kadınlarız. Biz özgürlük çığlığıyla evlerin sınırlarını parçalayan, sokaklara taşan, sokaklardaki (ve tüm kamusal alandaki) erkek egemen düzeneği sorgulayan ve reddeden kadınlarız. Gecelerimizi de gündüzlerimizi de özgürleştirmek için direniş, isyan, özgürlük sloganlarını atacağız. Ve bu sloganların hakkını verecek şekilde örgütlenecek, savaşacağız. Özsavunma mücadelesini, kapitalist sistemin en küçük hücresi aileden faşist devlete, tüm erkek egemen yapıya karşı yükselteceğiz. Toplumsal-siyasal olarak hapsedilmek istendiğimiz cendereyi kırarak tam hak eşitliği için mücadele edeceğiz.

Cins bilinci: Kendi bedenimize, irademize, emeğimize, geleceğimize sahip çıkma mücadelesi

Nasıl ki sömürülüyor olmak otomatik olarak işçi sınıfını kütle olmaktan çıkarıp kendi davası için savaşan bir sınıf haline getiremezse, nasıl ki ezilen ulus salt eziliyor olmaktan kaynaklı kimlik kazanmaz ise (zira ona kimlik kazandıran ezilmişliği, yoksayılmışlığı ortadan kaldırmak için yürüttüğü mücadeledir) ezilen cins de salt öldürülmekle, salt şiddete uğramışlıkla, salt ezilmişlikle kütle olmaktan çıkıp kimlik kazanamaz. Kimlik ancak mücadele içerisinde kazanılır. Ezilen cins mücadelesi, cins bilincini geliştirir. Kimlik inşasına yol açar. Bu aynı zamanda bizi, burjuva-faşist devlet nezdinde olağan şüphelilerden olağan tehdite dönüştüren bir süreçtir. Çünkü artık verdiğimiz mücadele, kendi geleceğimizi ele geçirme mücadelesidir. Kendi bedenimize, irademize, kimliğimize sahip olma mücadelesidir.

Öfkemizi isyana dönüştürüp erkek egemen sisteme yönelterek gerici faşist iktidarı yıkabilir; en inceltilmişinden en kabasına maruz kaldığımız cinsiyet ayrımcılığını, ikinci sınıf olma konumunu ortadan kaldırabiliriz. Böyle gitmez bu devran diyorsak herbirimiz birer “kelebek” olalım. Tıpkı Mirabel kardeşler gibi, faşist diktatörlüğe karşı mücadeleyi örgütleyen, yaşamlarının her anında ve alanında özne ve öncü olan, birer kelebek!..

Özgürlük haykırışlarımız ve savaş zılgıtlarımız erkek egemen sistemin en rafine devlet biçimi olan faşist devlete ve onun uzantısı tüm kurum ve kişilere karşı, birbirine karışsın. Göğün yarısıysak biz, o göğün tüm maviliğini kuşanarak yürüyeceğiz.

Yaşamlarını eline almak ve özneleşmek için, özgürlük için, gelecek idealleri için gözünü kırpmadan kendisini ateşe atan hemcinslerimizin, Mirabel Kardeşler’in, kadın özgürlük savaşçılarının açtığı yoldan ilerleyeceğiz.

Kadın Komünarlar

[1]Kelebekler Zamanı, Mirabel Kardeşler’in direnişini anlatan kitap ve filmin adıdır.

[2]Eduardo Galeano, Kadınlar

24557

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Son Haberler

Misafir yazarlar

TURAN TALAY’IN ANISINA…

Onu maalesef ki çok erken denilebilecek bir yaşta, henüz 68’indeyken, 11.10.2023 tarhinde yitirdik. Bu ani ve erken ölümü tüm sevenlerini, yoldaşları ve dostlarını derinden sarstı ve acılara boğdu.

Akciğer kanserine yakalanmıştı. Hastalık, özelliklede ikinci kez nüksettikten sonra çok hızlı ve sinsi bir şekilde gelişti. Öyle ki doktorların her şeyin normal göründüğünü söylediklerinin kısa bir süre sonrasında yapılan muayende, kanserin kafaya sıçradığı ve de yayıldığı tespit edildi. Artık tıbben yapılabilecek bir şey de yokmuş. 

Emperyalist Kamplar Arasına Sıkıştırılmış Bir Halk: Filistin

Filistin-İsrail sorunu olarak bilinen ve esas olarak da Filistin topraklarında İsrail'in kurulmasının teorik ve politik temeli 1890'lı yılların sonunda atılıyor. 1. emperyalist paylaşım savaşıyla koşullar olgunlaştırılıyor. 2. emperyalist dünya savaşı sonrası ise emperyalist burjuvazi, Filistin'i parçalamayı ve orda İsaril devleti inşa etmeye karar veriyor ve bunu Filistin halkının soykırıma uğratma pahasına gerçekleştiriyorlar. Alman emperyalizmi tarafından soykırıma uğratılan yahudi halkı, bir başka ulusu (Filistinlileri) soykırıma uğratarak kendi ulusal varlığını inşa ediyor.

Hazan Ayının Şehitleri

Kasım, proletarya partisinin en değerli kadro, komutan ve savaşçılarının katledildiği aylardandır.  Hüzün ve öfkenin birlikte yaşandığı aydır. III. Konferans delegelerini, komünist önder Mehmet Demirdağ’ı ve Aliboğazı şehitlerini hep bir hazan ayında kaybettik. Zafere açılan kapıyı adım adım aralayan, özgürlüğe giden yolu damla damla döşüyen Kasım ayı şehitlerimiz tarihin yüceliğine kavuşanlardır. Onlar, yarınların mutlak yenenleri olarak yazılacaktır parti ve devrim notlarımıza.

“Durum İyidir, Gerçekler Devrimcidir”

Yaşadığı dönemin özelliklerini anlayarak, savaşın hükmüne, zorun değiştirici rolüne inanan, sınırlı yaşamını sınırsız davaya adayan önder yoldaş Mehmet Demirdağ ölümsüzdür! Özgürlüğü ve kurtuluşu herkesten ve her şeyden daha fazla isteyen bu uğurda emeğin eğittiği bilinçle savaşarak şehit düşen proletarya partisinin dördüncü genel sekreteri Mehmet Demirdağ yoldaşı üstlendiği öncü pratik ve önder duruşuyla tanırız.

Yalım Nubar’dan Ozanyan Nubar’a Süren Hikaye Bizim!

Botan’dan Yozgat’a dek uzanan toprakların bağrından çıkıp İstanbul Ermeni yetimhanelerinde okumaya gelip, orada bilge önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın devrimci görüşleriyle tanışan ve tutkuyla bağlanan yoksul Ermeni çocukların hikayeleridir, Ermeni devrim şehitlerimizin hikayeleri.

Onları doğdukları topraklardan koparıp buruk ve sancılı bir şekilde İstanbul yollarına düşüren tarihsel gerçeklerin yanında yokluk ve yoksulluktur da. Onları İstanbul yolculuğuna çıkaran çaresizlik, yalnızlık, sahipsizliktir.

Mısır'ı Mesken Tutan Türk Tekelleri

Deutsche Welle (DW)'de Aram Ekin Duran'ın, „Türk Şirketleri Mısır'a Kaçıyor“ adlı bir haberi yayınlandı. Sıradan bir haber gibi gözüküyor, ama, Türkiye ekonomisinin ve Türk devletinin niteliğini araştıranlar, sorgulayanlar için küçük bir haber olmaktan öte bir anlam taşıyor. Özellikle de kendine ML ve Maoist diyen komünist örgütler için daha fazla önem taşıması gerekiyor.

Hesaplaşma mı? Kutlama mı?

Faşist TC devleti hem ülke içinde hem de bölgesel düzeyde, resmi ve sivil militarist güçleriyle başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi ve özgürlükten yana olan herkesi yok etmek ve devlet terörüyle susturmak için çalışmaya devam ediyor. Bu süreç aynı zamanda TC’nin kuruluşunun da yüzüncü yıl dönümüdür.

TC, yüz yıl önce Osmanlı yıkıntıları üzerinde tekçi bir zihniyetle kuruldu. Ermeni soykırımında, diğer azınlık halkların yok edilip sindirilmesinde aktif rol alan ittihatçı birçok ırkçı kadro da kuruluş sürecinde rol aldı.

Halka Nasıl Yaklaşacağız?

Milyonlar açlık ve yoksulluk içinde, demokratik haklardan yoksun, özgürlük kırıntılarına bile muhtaç bir durumda yaşıyor. Haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik karşısında kitleler ya seslerini yeterince yükseltememekte ya da sınırlı sayıda insanla zulüm karşısında direnmeye çalışmaktadır. Birbirinden bağımsız, sınırlı direniş güçlerinin mücadele ettiği süreci yaşıyoruz. Damlaların derelere, derelerin nehirlere, nehirlerin bendlerini yıkacak duruma gelme ihtiyacı var.

“Kuruluşunun 100. Yılında TC’nin Diğer Yüzü Türkiye’de Ulusal Azınlıklar Sorunu”*

Türkiye’de ulusal sorun ve azınlıklar meselesini incelerken nasıl bir ülkede yaşadığımız, ülkeyi hangi sınıfların yönettiği, ulusların hangi tarihi koşullarda ortaya çıktığı, ulusal sorunun ekonomik ve politik nedenlerini açıklamak durumundayız.

Ulus, tarihsel olarak meydana gelmiş, ortak bir dil, ortak bir pazar, ortak bir kültür birliği ve ortak bir ruhi şekillenmende ifadesini bulan istikrarlı bir insan topluluğudur. Ulus, sadece tarihi bir kategori değil bir çağın, yükselen kapitalizm çağının ortaya çıkardığı bir olgudur.

Yüz yıllık çakma Türk devleti (Nubar Ozanyan)

Aradan bir asır geçmesine, tarihin yaprakları değişmesine karşın Türkiye Cumhuriyeti temelde bir değişime gitmeden dün olduğu gibi imha ve inkar zihniyetiyle yaşamaya, Orta Çağ’ın karanlığında kalmaya devam ediyor.

Fetih ve işgallerden, zulüm ve soykırımdan başka övünülecek bir tarihi, Hitler faşizmine örnek olmaktan başka bir başarısı olmayan TC, ceberut devlet olma niteliğinden hiçbir şey kaybetmeden yüzüncü yılını kutluyor.

Aşk Her Şeyi Affeder mi - Partiler Neden Diktatör / ERGÜN ASLAN

Klasik emperyalizmle modern emperyalizm arasında çeşitli proletaryaların ve (komprador) sınıfların olduğu bir memlekette modern proletaryaların partisinin birliğinin ve özgürlüğünün yegane (ve yegane) güvencesinin yerel yönetimlerin özerkliğe varabilecek kadar geniş demokratik haklara sahip olmaları olduğu bilgisini kim inkar edebilir ki.

Üüüü.... üüüü....

Ya.... ya...

Bir insan aldığı görevden başka her şeyi konuşur mu.

Hom... hom.. hom...

Bunlar... bunlar... daha çok....

 Filelerin sultanlarını karşımıza çıkarırlar.

 Daha çok...

Sayfalar