Perşembe Mayıs 2, 2024

Ölü paradigma ve ulus-devlet

“Osmanlı talancı bir imparatorluktu; ekonomik artığın üretiminden (köleci Roma, kapitalist Britanya gibi) ziyade, esas olarak vergi ve gasp yoluyla el konulmasına dayanıyordu; tutsak aldığı halkların yaşamları, üretim sistemleri pek umurunda değildi, esas olarak parazit bir yapısı vardı.” (Ergin Yıldızoğlu; http://globalpolitikultur.blogspot.com.tr/2007/11/pax-ottomana-ve-dier-masallar.html). Osmanlı’nın devamı olarak TC de talancı bir yapıdır ve Batı ile Doğu eksenleri arasındaki çelişkiler üzerinde sörf yaparak varlığını devam ettirebilmekte ustalaşmıştır.Osmanlıda olduğu gibi TC’de de birikimin,varlığın,mülkün,arazinin,servetin %90’I devlette merkezileşmiştir.Bu yüzden seçimlere katılmak yoluyla devletin mülküne ve talanına ortak olmak TC’de temel ekonomik faaliyettir.Bu nedenledir ki İstanbul burjuvazisi ve ”Anadolu Kaplanları” AKP-RTE’nin önünde eğilmekte,biat etmektedirler.Çünkü devlete hakim olan çizgi Türkiye’de ekonomik faaliyetin ana karar vericisidir.RTE çapında bir kasaba politikacısının devleti şahsında ele geçirebilmesinin ve toplumsal kesimlerin tabansızlığının da sırrı buradadır.Kemalistler bu düzeni Osmanlı’dan devralmış,daha da merkezileştirmiş ve basit üstyapı makyajlarıyla devam ettirmişlerdir.Köylülüğü üretim tabanlı ekonomik mekanizmalarla şehirleştirememeleri,dönemin dünya konjönktürü nedeniyle talan pastasını büyütememeleri ve vizyon darlığına bağlı olarak köylülük ve alt sınıflara gelir aktaracak mekanizmaları yaratamamaları iktidarın CHP’den DP çizgisine geçmesine neden olmuştur.Kemalizmin sağ kanadı olarak DP’den başlayıp AP-ANAP-DYP-AKP ile süren çizginin CHP çizgisinden farkı köylülük ve alt sınıflara “sınıf atlama” penceresi açabilmiş olmasıdır.RTE temsilinde neo-Osmanlıcı islamcı hareket de bu politikayı devam ettirmiş,köylülük ve alt sınıflara ciddi gelir desteğinde bulunmuş ve bu sınıflardan ciddi destek bulmuştur.Süregiden bu düzen içinde Kürd siyasal hareketinin stratejik yanlışı Batı’dan şablon sınıfsal analize dayanarak Türk soluyla ve emekçi sınıflarla ittifak çizgisini izlemesi ve Türk solunun ideolojik tasallutuna maruziyet düzeyidir.Oysa Türkiye’de kitleler “sınıf için mücadele” değil,”sınıf atlamak için mücadele” yolundadırlar.Solun başarısızlığının,sınıfların mevzilenememesinin ve demokrasinin oturmamasının ana nedeni budur.Gelişmiş kapitalist ekonomilerin tersine sınıf atlama mekanizmalarının sürekli açık oluşu,Kürdistan’da süregiden savaşın Türki kitleleri çürütücü etkisi,Türk solunun dahi milliyetçi- kuvva-i milliyeci çizgide mevcut düzenle uzlaşabilme potansiyeli hesaba alındığında Türkiye devrimi çizgisinden medet ummak siyasi intihardan başka birşey değildir.Sol donkişotluk olmadığı gibi bu intiharın sol bir politika olmadığı ortadadır.Kürdistan’da uygulanacak temel sol politika ülke kaynaklarının talanını ve bedelsiz ihracını engelleyecek ekonomik politikaları askeri düzlemde yürürlüğe koymaktır.Nihayetinde Şirvan’da Kürdistan’a ayak basmamışları zenginleştiren bakır madeninde bugün itibariyle 4 Kürdistanlı işçi hayatını kaybetti ve 12 si de göçük altında.Yakın ve orta vadede mevcut düzeni değiştirecek bir faktör de ortada görünmemektedir. ”Oyun değiştirici” olabilecek ciddi bir ekonomik kriz dahi Türkiye’de solun gelişiminden ziyade neo-Osmanlıcı çizginin korporatist-faşist çizgiye evrilmesine yolaçabilecek bir faktör olacaktır.

Kürd siyasal hareketinin yukarıda anlatılan “ölü” paradigmaya bağlılığı 7 Haziran seçimleri sonrasında AKP-Ergenekon ittifakının önünü açmakla kalmamış,TC’nin bozulmuş uluslararası ittifaklar düzenini kısmen tahkim edebilmesine de zemin sunmuştur.Rojava’da ortaya çıkan ana çelişkiye ragmen süreci bu kadar keskinleştirmemek ve AKP’nin Rusya ittifakına somut zemin sunmamak politik olanaklar dahilinde idi.Fırsatı kaçırmayan Ergenekon çizgisi İngilizlerin kuzeydeki Kürd aşiretlerine ayaklanmaları için para dağıttığı gibi asılsız iddialarla hem Türki kamuoyunun “çözüm” sürecinde etkilenen düşünce sistematiğini tekrar formatladı hem de AKP-Ergenekon ittifakındaki anlaşmazlıkları aşmaya ve AKP’yi Ergenekon çizgisinde tutmaya yönelik ciddi bir manipülasyonu harekete koydu.Zaten bu süreç öncesinde AKP-Ergenekon ittifakının Kürdistan’da barikat mücadelesine karşı geliştirdiği topyekün yıkım politikası da Kürd siyasal hareketinin hanesine bir eksi olarak yazılmıştı.Gülen cemaatiyle onyıllara dayanan ittifakını sonlandırdıktan sonra AKP-RTE’nin ittifak yapacağı iki ana odak vardı: Kürd siyasal hareketi ve Ergenekon.Süreç Rojava’daki temel çelişki,Kürd hareketinin legal alandaki kadrolarının hayalperestliği ve yetersizliği ve daha ötesinde artniyetli manipülasyonlar nedeniyle RTE-AKP’yi Ergenekon ile ittifaka mecbur kıldı.”Başını vermeyen şehit” hikayeleri düzeyinde bir ırkçı-milliyetçi altyapıya sahip RTE için de ilk seçenek bu olurdu ve RTE şaibeli 15 Temmuz darbe süreci sonrasında süreci ırkçı-milliyetçi Türk-İslam çizgisinde öylesine formatladı ki artık Egenekona da ihtiyacı kalmadı.

7 Haziran’da 80 parlamenterle TC meclisine giren HDP’nin kendisiyle ittifak görüşmesine gelen dönemin TC Başbakanını “kaçak çayını içer gider” sabotajına tabi tutan ilkel Türki solculuğunu bünyesinden tasfiye edememesinin bedelini yakılıp yıkılan Kürdistan kentleri,kayyım atanan Kürdistan belediyeleri,legal hareketin neredeyse tüm kilit kadrolarının zindanlara doldurulması ile Kürd hareketi ödemektedir.Dönemin TC Başbakanı Davutoğlu ile RTE arasındaki çatlaktan ,Ergenekon ile neo-Osmanlıcı islamcı iktidar bloğu arasındaki çelişkilerden yararlanma becerisini gösteremeyecekse Kürd hareketinin legal alana ihtiyacı var mıdır,tartışmak lazım.Daha öncesinde “seni başkan yaptırmayacağız” politikasızlığı da başkanlık sisteminin eyaletler çerçevesinde tartışılmasının ve Kürdistan kavramının somutlaşmasının önünü kesmişti.Legal siyaset Türki iktidar blokları arasındaki çelişkilerden kendisine siyaset ve yerel iktidar alanları yaratamayacaksa doğru politika sömürgeci devletin meclisine daha fazla meşruiyet sunmamaktır.

7 Haziran öncesi ve sonrasında ulusal hareket yönünde kayma gösteren aşiretlerin TC-AKP düzlemine bağlılık gösterileri de yine aynı ittifak hatalarından kaynaklanmaktadır.Aşiretleri ne kadar temsil edebildiği tartışmalı aşiret reislerinin sömürgecisine bağlılık şovları Kürdistan’da uluslaşmanın aşiretler ittifakı üzerinden iktidar alanları yaratma politikasından değil, bireyleri aşiret ilişkilerinin dışına çıkaracak bir ulus inşası üzerinden mümkün olacağını göstermektedir.Aşiretler ittifakı üzerinden Kürdistan uluslaşmasını Güney Kürdistandaki sonuçları itibariyle değerlendirdiğimizde dört parçada Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin en önemli hastalığı olan parçacılığı güçlendirmesini bırakın,daha dar kapsamlı bölgeciliğe kadar ingirdeyebildiğini gözlemleyebiliyoruz.Bunun karşısında irredentist bir politika üzerinden ulus inşası PKK’yi tüm hata,handikap ve karşı iddialarına rağmen Kürdistan devletleşmesinin ana motoru haline getirmektedir.Aşiretler ittifakı çizgisi ise Güneyli yapıları işbirlikçi aşiretlerle,geçmişin cahşleri/bugünün hızlı “milliyetçileri” ile ittifaka zorunlu kılmaktadır.Bu Kürdistanda devletleşme programına yönelik en temel tehditlerden biridir ve başta PDK olmak üzere Güneyli yapıların potansiyelini de sıfırlamaktadır.

Sonuç olarak Noam Chomsky’e kulak vermek lazım: “Ulus devlet dönemi kesinlikle bitmemiştir. Ulus devlet çağında yaşıyoruz ve her geçen zaman yeni ulus devletler ortaya çıkıyor. Bu tür tezler ezilen ulusları kandırmaya yöneliktir”

59484

Zülküf Azew

Sitemizin yazarlarından olup politik ve teorik yazılar yazmaktadır.

Zülküf Azew

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Yavuz Proletarya Ev Sahibini Bastırırmış

-Seçimleri Boykot-

Zavallı kılıçdaroğlu.

Kazanınca (parlamentarizme) geçmeyi başarabilince) kazanabilmek için yaptığı her şeyin anlamsızlaşacağıyla o kadar ilgilenmişti ki ...

Aman neyse biz proletaryalara ne.

Ulusalcıların - sosyal demokratların ağır bedellerle anlamsızlaştırdığı parlamentarizm komplolarla tarihin tozlu sayfaları içerisinde kaybolup giderken...

imamoğlu'nun şapkada çıkardığı tavşan özgür özer'e eşbaşkan'ım diyerek itibar kazandırma yarışına düşen dem'liler ile...

Tarih bilgisi ve gelecek tasavuru (Deniz Aras)

Geçtiğimiz hafta içinde bir dönem TC içişleri memuriyeti görevinde bulunan ve bu “vatani görevi” sırasında devletin başta gözaltında kaybetmeler olmak üzere Kürt halkına ve devrimcilere yönelik katliam saldırılarını sürdürmesini “başarı”yla yerine getiren, günümüzde özü başına muhalif bir faşist partinin lideri Meral Akşener’in “mertçe cinayet” sözü çok konuşuldu.

Ermeni bir devrimci: LEVON EKMEKÇİYAN (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna yürütülen savaşımda her savaşçının önüne çıkan tehlikeli yol ayrımı ve kararlardan biridir “Ya onurunu ayaklar altına alıp teslim olacaksın! Ya da ölümlerden ölüm beğenerek direneceksin.” Levon Ekmekçiyan birkaç günlük yaşam uğruna kendini düşmana satmadan yaşamayı esas aldı. Düşündü fedailerin komutanı Kevork Çavuş’u, Antranik Ozanyan’ı, Mariam Çilingiryan’ı ve yanıbaşında çatışmada şehit düşen yoldaşı Zohrab Sarkisyan’ı. Sonra çocukluğunda anlatılan ve dinlemekte zorlandığı soykırım hikayelerini. Hangi Ermeni gencinin yüreği yaralı hafızası intikam dolu değildir ki?

“Unutturulan” Bir Devrimcinin Ardından 29 Ocak 1983, Kanlı Şafak

Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının başına kara bulut gibi çöken 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü’nün elebaşı olan Kenan Evren, Muş halkına yaptığı ve tarihe geçen konuşmasının bir bölümünde “Asmayalım da besleyelim mi?” sözünü, Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan için söylemişti.

12 Eylül faşist cunta yılları idamların, işkencelerin, gözaltında kayıpların, vatandaşlıktan atılmaların, azgın devlet terörünün yaşandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde siyasi nedenlerle aralarında 17 devrimcinin de olduğu 51 kişi idam edilerek katledilmiştir.

Almanya'da Faşizme Karşı Kitlelerin Büyük Protestosu

Alman emperyalist burjuvazisi, son yıllarını ekonomik kriz içinde geçirdi ve bu krizi savuşturabilmiş değildir. Tersine, giderek derinleşmektedir. Kendileri için söylenen “Avrupa'nın hasta adamı” sözüne karşı, ekonomi bakanın Lindener'in doğrudan ağzıyla; “hasta değil, yorgun adamı” olduğunu kabul etti.

Çutakımız Hrant (Nubar Ozanyan)

Soykırımcıların, hafıza katillerinin tüm çabalarına karşın Ermeni halkının ve ilerici insanlığın hafızasında halen dipdiri olan Hrant Dink; özgürlüğün ve adalet arayışının simgesi olarak anılmaya devam ediyor. Yüzbinlerin hem kalbine hem de duygularına bu denli etkili ve sarsıcı dokunmayı başaran Hrant Dink, bu gücü Ermeni soykırım gerçekliği kavrayışından, özgürlüğe ve adalete olan güçlü inancından, tutarlı duruşundan alıyordu.

Sayfalar