HDP kuşatma altındayken, görevimiz…
Eşzamanlı bir biçimde iktidardaki AKP’nin durumu zorlaştıkça Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) yönelik milliyetçi saldırılar da hızlanmakta, çoğu yerde bir linç girişimi hüviyeti kazanmakta. Urla’daki linç girişiminin ardından Aksaray, Ordu, Giresun’da ve son olarak dün Fethiye’de yaşanan saldırılar hayli düşündürücüdür. Kolluk kuvvetlerinin bu girişimlerde bu tür her vakada olduğu gibi gayet anlayışlı davrandıkları hatta Fethiye örneğinde yardımcı bir rol aldıkları da gözlerden kaçmıyor. Çoğu girişimde şans eseri ciddi bir yaralanma ya da fiziki saldırı gerçekleşmediyse de gidişatın çok da hayra alamet olmadığını ve HDP’lilerin son derece zor şartlar altında seçim kampanyası sürdürdüğünü söylemek gerekir.
Milliyetçi kalkışmalar kınanmalı
Bütün bu tabloda düşündürücü çok yan var. Bu saldırıların Batı Anadolu, Orta Anadolu ve Karadeniz coğrafyası gibi milliyetçi yönelimlerin artık gelenekselleştiği, kemikleştiği bölgelerde cereyan etmesi elbette ki dikkat çekici. Buralar ağırlıklı olarak CHP, MHP ve elbette ki AKP’nin oy topladığı bölgelerdir. Batı ve İç Batı bölgelerin 90’lı yıllarda yoğun bir Kürt göçü aldığını ve zamanla milliyetçi bir eksene kaydığını, Orta Anadolu’daki geleneksel milliyetçi/sağ duruşa yine 90’larda Karadeniz coğrafyasının eklendiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla bütün bu saldırıların ardından bir kesim bu tepkileri normalleştirme, olağanlaştırma yoluna gitmiş, olanları toplumun refleksiyle açıklamayı tercih etmişlerdir. Ancak durumu böyle izah etmek yani milliyetçi kalkışmaları ‘olağan refleksler’ olarak açıklamak faşizme, bir linç rejimine giden yolun önündeki taşları ayıklamaktan, böylesi bir rejimi meşru göstermekten başka bir şey değil. Dolayısıyla ilk yapılacak iş, bu tür milliyetçi kalkışmaları kınamaktan geçer.
Ancak CHP, bilhassa da AKP ve MHP’den oluşan müesses nizamın bu konuda pek sesinin çıkmadığını görüyoruz. Birçok işaret vardı ama onlar görülmediyse bile Urla ve Aksaray’daki linç girişimlerini görmemek, bunlardan haberdar olmamak mümkün değildi. Bütün o ürkütücü tablolara rağmen Melda Onur, Sezgin Tanrıkulu gibi kimi CHP’li milletvekillerinin yaptıkları çıkışlar dışında kayda değer, gür bir ses duyulmadı. Dolayısla akla şu soru düşmekte: Bu partiler, müessen nizam, acaba bu kalkışmaların sürmesinden, HDP-BDP üzerinde bir tehdidin varlığını korumasından yana mıdırlar?
Böyle olduğunu düşünmek istemesek de, bu mümkündür. CHP veya CHP içindeki ulusalcı kanat, bilhassa İstanbul’da kendisini zorlayan HDP’nin kriminalleştirilmesinden kim bilir, belki de fayda ummaktadır. Yolsuzluk ve yargıya müdahale kayıtlarıyla sıkışmış durumda olan AKP de bu milliyetçi kalkışmadan ya da tüm Türkiye’yi sarmaya başlayan bu puslu havadan bir medet umabilir. Bilhassa siyasal Kürt hareketine, iktidardan düştüğünde Türkiye’nin böyle bir tablo ile karşı karşıya kalacağını mesajını verme hesapları yapması mümkündür. Keza bütün bu olup bitenlere MHP’nin büyük bir itirazı olmayacağı da açıktır. Bunlara ilave olarak tüm bu partileri enine kesen ‘milliyetçi tabanı küstürmemek’ gibi kaygılar olması da muhtemeldir.
Özgür ve eşit bir ülkeden yana olanlar HDP’nin yanında durmalı
Böyle hesaplar yapılmış mıdır, yapılmamış mıdır, bilemeyiz. Ancak şu güne kadar gördüğümüz suskunluk, müesses nizamın bütün bu olanlara öyle büyük bir itirazı olmadığını gösteriyor. Ancak bu suskunluğun ardındaki hesap ne olursa olsun, durumun gitgide kritik bir hal almaya başladığı ve bir an önce bir şeyler yapılması gerektiği ortada. Evet, denebilir ki şu tarihte şöyle bir açıklama yapıldı. Olmuştur muhtemelen, ancak böyle vakalarda yapılması gereken daha net bir bir eylem ortaya koymak, demokratik hayatın ve serbest seçim ortamının her ne olursa olsun savunulacağını, kurumsal ziyaretlerle açık biçimde göstermektir
Müesses nizamın hali böyle. Ancak bir başka düşündürücü durum da, müesses nizam dışında kalan hareketlerin de büyük oranda, ya da en azından Fethiye’deki ürkütücü tablo ortaya çıkana kadar, suskunluğa gömülmesi, olup bitenleri seyretmesidir. Tablonun bir başka can sıkıcı yanı da bu. Bu kesimlerin hangi gerekçeyle suskunluğa gömüldüğünü tahmin etmek zor. Bilemeyiz, belki de BDP-HDP’nin siyasal hayatımızda belirleyici bir seçenek haline gelmesi düşündürmüş olabilir bazı çevreleri. Ancak buralarda da görülen, ciddi bir itirazın yükselmediğidir. Bu kısmı bitirirken söyleyeceğim, böylesi bir denklemde özgür ve eşit bir ülkeden yana olan herkesin tam da bugünlerde HDP’nin yanında durması gerektiği, bunun aciliyet taşıdığıdır.
Beri yandan, ‘tepki’ eksikliğine bakarken elbette ki yazının başında dikkat çektiğim bu eşzamanlılık üzerine de biraz kafa yormakta fayda var sanırım. Bu milliyetçi kalkışmalar patlak verdiğinde akla ilk gelen soru ya da çelişkilerden biri de çürümüş bir sistemin tepesinde oturduğu artık ortada olan AKP’ye karşı sokağa çıkmayan kitlelerin, neden tepkilerini HDP’ye yönelttiği idi. Bu soru genel olarak toplumun iktidarla kurduğu o marazi ilişkiyle ya da taşra Türkiyesi’nin milliyetçiliği daima ön sıralara koymasıyla açıklandı. Elbette ki bir miktar da bu toplumun, bilhassa eğitimsiz kesimlerin yolsuzluktan rahatsız olmadığı da dile getirildi, dolayısıyla bir anlamda ‘klasik’ formüllerin etrafında bir miktar gezinildi.
Fakat tablonun bu açıklamalardan ibaret olmadığını düşünmekteyim. Öncelikle sistemin bu çapta çürüdüğü ve rejimin çökme emareleri gösterdiği ülkelerde, sağın da zemin kazandığını akılda tutmamız gerek. Sağ’dan kasıt elbette ki reaksiyoner/milliyetçi siyasetler ve gruplardır. Bilhassa Avrupa’daki örnekler bu tür dönemlerde iyice çaresizleşen ve çürümüş rejimden, çöken bir hukuk sisteminden umudunu kesen kitlelerin sol kadar, hatta kimi zaman soldan da fazla sağa meylettiğini gösteriyor. Keza böyle dönemlerde parlamenter demokrasiye yönelik inancın da zayıfladığını görmekte, bilmekteyiz. Bu gidişatı getiren en önemli etmenler kimi zaman solun argümanlarının zayıflığı, kimi zaman da ‘sistem’i temsil edenlerin, sistemi rehabilite etme gücünden yoksun olmalarıdır.
AKP, hukuku ve demokrasiyi daha da tahrip etme yoluna gitti
Burada bu iki örneği de yaşamaktayız. Yaşanan tüm bu çürümüşlüğe rağmen merkezi ve merkez ötesiyle sol hâlâ ciddi bir seçenek olabilmiş gibi görünmüyor. Belki de yanılırım ama mevcut tablo bu minvalde. Beri yandan ‘sistem’in sahibi AKP de bu çürümüşlükle mücadele etmek ve arınmaktansa, tepedeki kliği her ne olursa olsun kurtarma, bunun uğruna hukuku ve demokrasiyi daha da tahrip etme yoluna gitti. Gerçi işin doğrusu başka türlü de yapamazdı çünkü objektif bir soruşturmada AKP’nin tamamen bu çürümüş sisteme bulaştığı, daha doğrusu sisteme neredeyse el koyduğu ortaya çıkacaktı. Ancak AKP bununla da yetinmeyip kendi elleriyle gerçekleştirdiği Ergenekon gibi soruşturmaları da inkâr etme ve sistemin eski sahiplerine yol açma formülünü tercih etti. ‘Eski’ devletin yeniden kendine alan bulduğu, toplumu sarsan cinayetere imza atanların tahliye edildiği bu atmosferin de yukarıda saydığımız tabloya eklendiğine dikkat çekmek gerekir.
Velhasıl. Görünen, evet toplumun henüz AKP’den yüz geri etmediği, ancak yeni yönelimleri de bağrında taşıdığıdır. Dolayısıyla AKP, bu yerel seçimlerden galibiyetle çıkabilir. Ancak bunun kendisi açısından bir Pirüs zaferi olacağı açıktır.
YETVART DANZİKYAN