Kandıra'dan Tutsak Partizan yazdı:Güzel yoldaşıma...
Tekirdağ’da öğrenciliğimin son yılıydı. Şehir içindeki bir apartmanın çatı katında tek başıma yaşıyordum. Diploma alma aşamasına gelmiş olmam daha önce ertelediğim kimi muhasebelere yeniden girmeme yol açmıştı. Geçmişte bir anlık dokunuşa geçtiğim bir dünya olmuştu. Çelişkilerim yoğunlaştıkça o dünyaya daha fazla özlem duyuyordum. Buna rağmen, umutlarımı ete kemiğe büründürecek bir şey yaptığım da yoktu.
Çatı katındaki o dünyamı sınırlı sayıda insanla paylaşıyorum. Okulunu uzatan bir arkadaşım şehre geldiğinde bende kalıyordu. İkimiz de birbirimizin hayatlarına dokunmaya çalışıyor fakat adım atma aşamasına gelemiyorduk. Değişim için yeterli çabaya bir türlü giremiyorduk. Yegâne siyasi faaliyetimiz arada bir elimize geçen ÖG gazetesini okumaktı.
Arkadaşımın bende kaldığı günlerden birinde ona bir telefon geldi. Arayan Tekirdağ F tipi Hapishanesi’ndeki ÖO direnişçilerinden birinin yakınıydı. Zorla hastaneye kaldırılan oğullarının refakatçisi olmak için şehre gelmişlerdi. O telefondan sonra arkadaşımla ne konuştuğumuzu hiç hatırlamıyorum. Kendimizi koşarcasına Tekirdağ Devlet Hastanesi’nin bahçesine atmıştık.
Görüşeceğimiz kişilerle birbirimizi tanımıyorduk. Arkadaşım önceden Güzel Ana’nın adını duymuştu sadece. Buluşacağımız kişiler kimler olabilir, diye etrafımıza bakınırken, bankta oturan üç kadın bize doğru gelmeye başladı. Aralarından biri, “bunlar bizim kızlarımız” diyerek bize sarıldı. O güne kadar adını bile duymadığım Güzel yoldaşımla tanışmamız böyle oldu.
Heyecan içinde onların bize anlattıklarını dinlemeye çalışıyorduk. Tekirdağ Devlet Hastanesi bahçesinde iki katlı küçük bir bina daha vardı. Geçmişte dikkatimi çekmemiş olan o binanın üst katı hastane personelinin çocukları için kreşmiş. Alt katı ise ÖO direnişçilerinin tutulduğu mahkûm koğuşu. Üst kat pencereleri rengârenk süslerle kaplıyken, alt katın çevresi Jandarma tarafından çembere alınmıştı. Bize anlatılanlar ile birlikte bunları fark etmeye başladım. İlk anda aklıma Gülten Akın’ın Erdal Eren için yazdığı şiir geldi.
(...)
Büyü de baban sana büyü de büyü
Baskılar işkenceler, kelepçeler gözaltılar, zindanlar alacak
Büyüyüp de on yedine geldiğinde baban sana idamlar alacak…
O şiir bu küçük binada gerçek anlamda yaşıyordu.
İşte orada tutulan ÖO direnişçilerinden Fedai’nin yakınlarıydı bize bunları anlatanlar.
Refakatçi kalabilmek için gerekli işlemleri yapmaya çalışıyorlardı. Hep birlikte başhekimlik odasına gittik. Kapıdan adımımızı ilk attığımızda mesai bitiminin rahatlığı içindeki doktorlarla karşılaştık. Talebimizi onlara söylediğimizde odadaki rahat hava birden bozuldu. Bazı yüzler de nefret ifadeleri belirdi. Belki de aralarında devrimcilere düşman olanlar bile vardı. Elbette yüreği bizden yana olanların da aralarında bulunması mümkündür.
...
Fakat en iyimser yorumla bile bize yardımcı olmaları mümkün görünmüyordu. Hatta sadece meslek etiğine uygun davranmaları bile doğrudan taraf sayılmaları için yeterli kabul edilirdi. Karşımızdakilerin huzurunu kaçıran şey belki de buydu. Daha önce kendimi birilerinin bu şekilde huzurunu bozan veya nefretini uyandıran olarak gördüğümü hatırlamıyorum. Sonraları kendi tutsaklığım da sayısız örneğiyle karşılaşacağım bu tabloyu ilk kez orada yaşadım. Talebimiz hızla ret edildi ertesi günü beklemek zorundaydık.
Bir saat öncesine kadar hastanede olduklarını dahi bilmediğim o direnişçileri orada bırakıp eve dönmemiz gerekiyordu. İçimin burkulduğunu hissettim.
Eve gittiğimizde çözmemiz gereken bir sorun daha vardı. Çocukları ÖO’nda olan insanlara nasıl sofra kuracaktık. Tüm çelişkilerimize rağmen evde ne var ne yoksa sofraya koyduk. Hep birlikte yemek yedik, sohbet ettik.
İlk karşılaştığımız andan itibaren Güzel Ana’nın sadece bir tutsak yakını olmadığı dikkatimi çekmişti. Romanlarda, dergilerde böyle yaşlı devrimcilerle karşılaşmıştım. Yine de gerçek yaşamda bu durum bana yabancı gelmişti. Onu şimdilik sadece bir tutsak annesi olarak düşünebiliyordum. Devrimci olduğunu gördüğümde ise, birazdan bitecek bir tiyatro oyununun izliyor gibiydim. Kafamdaki kalıplar darbe almaya başladığında ilk fark ettiğim, onun yanında ne kadar apolitik kaldığımdı.
O gece Güzel Ana’mız ve Fedai’nin halasını evdeki tek yatakta yatırdık. Güzel Ana üstünden çıkardığı ilaç torbasını ve başka bazı eşyalarını masanın veya sehpanın üstüne değil yatağının altına koymuştu. “Sürekli her şeye hazırlıklı olmaya çalışıyor, demek ki” diye düşündüm. Arkadaşım Çiğdem ve ben geceyi terasta sohbet ederek geçirdik.
Ertesi sabah Güzel Ana ile beraber Tekirdağ Adliyesi’ne gittim. Bahçede beklerken yaptığımız sohbet sırasında, Güzel Ana, “şu tarafta bekleyenler siviller” diyordu mesela. Ben çevreme baktığımda böyle şeyleri fark edemiyordum. Şaşırmaya devam ediyordum. Cehaletim ve apolitikliğim açığa çıkmasın diye fazla soru sormaya çalışıyordum.
Güzel Ana o gün şehirden ayrıldı. Fedai’nin refakatçisi Çiğdem’le hastane bahçesinde görüşmeye bir süre daha devam ettik. Orada başka direnişçilerin yakınlarıyla da tanıştık. Mahkûm koğuşunun kapısı bazen açılıyordu. Biz, arkadaşımla birlikte, hastane bahçesinin bir köşesinden, o kapının ardındaki karanlıkta bir insan görecek mi diye bakıyorduk. Bazen bir silüetin yürüyüp gittiğini fark ediyorduk. Hatta bir keresinde biri bize el bile sallamıştı. Çiğdem, onun Fedai olduğunu söylemişti, mutluluktan uçmuştuk.
Refakatçilerin yaz sıcağında yaşadıkları da ayrı bir sorundu. Onlara kıyafet götürüyorduk. Tüm bu yaptıklarınızdan dolayı kendimizi çok iyi hissediyorduk. Daracık dünyamızın dışına çıkmaya başlamıştık. Fakat yaptıklarımız sadece kendimizi rahatlatmaya yönelik şeylerdi. Mutluluğumuz asıl yükü omuzlamış olmamızdan gelmiyordu.
...
Okul kapanınca şehirden ayrıldım. O yaz Fedai ve birçok ÖO direnişçisi sağlık durumlarından dolayı tahliye edildi. Bizde Güzel Ana’nın evine geçmiş olsuna gittik. Bu ziyaret canım yoldaşım son sohbet edişimdi.
“Gözün aydın, oğlun artık çıktı. Daha iyisindir” gibi şeyler söyledim ona.
“Hapishanelerde hala çocuklarımız varken nasıl iyi olabilirim” diye cevap vermişti. Bu yaşlı kadının(!) karşısında bir kez daha çuvalladığımı düşündüm. Ben hala tüm bu olup bitenlere sadece annelerin, çocukların, eşlerin yaşadıkları dram üzerinden bakabiliyordum. Kitaplardan dergilerden okuduklarımı bu şekilde düşünme mi engellememiş de Oysa Ana dediğim o insanın bilinç düzeyi anne oğul ilişkisini sınırlarını aşıyordu.
Güzel Ana o günkü ziyaretimizde de kendime dair yeni şeyler göstermişti bana. Devrimcilik sadece insanların acılarıyla empati yapmak, yaralarını sarmaya çalışmak değildi. Duyguda düşüncede ve pratikte taraf olmaktı. Yaşamın tamamını kaplaması gereken bir duruş ve emek süreciydi. Ve ben bazı insanlara yardımcı olarak, dışarıdan edilerek devrimcilik yapamazdım.
Özlemini duyduğum şeylerle aramda kocaman bir mesafe olduğunu Güzel Ana bana o kısacık tanışıklıkta göstermişti. Bu gibi şeyleri onunla hiç konuşmamıştık. Fakat okuduğum kitaplardan öğrenemediğim şeyi onda görmüştüm.
Gazetelerden, yaşamını dimdik ayakta sona erdiğini öğrendim. Ona yakışan tam da buydu zaten. Cenazesi ile ilgili haberleri okurken bana bir şey daha öğretti Güzel yoldaşım. Yüreği ortak çarpan her kesimden dostu yoldaşı tıpkı bizleri sevdiği gibi sevmiş ve sahiplenmişti. Uğurlandığı gündeki tabloda bu sevmenin yarattığı büyük kenetleniş vardı. Nubar yoldaşta da bunu görmüştük. Bulunduğu yerlerin sınırları yoktu. Her yerde büyümüş ve büyütmüştü.
Her iki yoldaşımız da faşizme ve emperyalizme karşı, omuz omuza birleşik mücadeleyi en iyi şekilde kavramış ve geliştirmişlerdi. Dolu dolu yaşanmış bu hayatlardan bizlere kalan miraslardan birisi budur. Onlardan öğrenmeyi, büyümeyi, büyütmeyi sürdüreceğiz.
(Kandıra’dan Tutsak Partizan)