Cumartesi Mart 1, 2025

“Alt”, “Üst” Emperyalizm Tartışmaları Bağlamında Emperyalist Türkiye

Son günlerde Türk devletinin ne olduğu üzerine sol kesimde tartışmalar yapılmaktadır. Bu tartışma elbette kendiliğinden ortaya çıkmadı. Türk devletinin askeri, politik ve sermaye olarak saldırganlığının artışı ile paralel yürütülüyor.[1]

Bu konuda birden fazla makale yazmıştım. Bunlardan bazılarının isimlerini vereyim: Birincisi, 11.04.2019 tarihinde yayaınladığım; “Yeni Emperyalist Ülkelerin Oluşumu” başlıklı. İkincisi, S-400’lerin Ekonomik-Politik Yüzü (24.07.2019) ve Üçüncüsü;  19.02.2020 tarihinde yayınlanan “Türk Tekelci Devleti, Paylaşılmış Alanları Yeniden Paylaşmak İstiyor” başlıklıydı. Bu makaleler kendi bloğumda ve www.kaypakkayahaber.com’da yayınlandı.

Burada emperyalizmin oluşması teorik tartışmasına girmeyeceğim. Çünkü bunu, “yeni Emperyalist Ülkelerin Oluşumu” makalemde, “Sorunun Teorik Ortaya Konuluşu” başlığı altında yapmıştım.[2]

Marksist-Leninist ve Maoistler verili koşullardan hareket ederek yaptıkları analizleri salt akademik bir çalışma amacıyla değil, esas olarak sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının strateji ve taktiklerini geliştirmesi ve mücadeleyi daha ileri taşıması için yaparlar.

Marksizm çevrelerinde tekelci Türk devletinin yeni karakterinin tartışılmaması yanlış olurdu. Çünkü, Türk devleti çok açık oynamakta ve her yönüyle emperyalist niteliğini ortaya koymaktadır. Açık askeri işgalleri, başka ülkelerdeki askeri üsleri ve Türk tekellerinin bir ahtapot gibi, bütün kıtalarda  yüzden fazla ülkeyi sarmaları, sermaye aytırımı yapmaları, diğer emperyalist ülkeler ile dişe diş dalaşmaları vb.görmezden gelinemez.

Süriye’nin bir çok bölgesinin açıktan askeri işgali, “PKK’ye operasyon” adı altında, Kuzey Kürdistan’da  bir çok askeri üs kurması,  askeri saldırganlığı ve günlük bombalamaları ve açık işgali; Libya’yı bölme çabaları, Doğu Akdeniz’de birden fazla ülkeyle dalaşma, 1974’den beri işgal altında tuttuğu Kuzey Kıbrıs’ta askeri üslerini genişletmesi, bir çok Afrika ülkesinde askeri üslere sahip olması, Kafkas’larda “bende varım” diyerek Azerbeycan ile ortak askeri tatbikatlara girmesi vb. Türk devletinin tekelci kapitalizm karakterinden, yani onun emperyalist niteliğinden ayrı ele alınamaz.

Sermayenin emperyalist yayılmacılığından ayrı olarak, yayılmacılığı salt “Osmanlı özentisi” olarak ele almak, günümüz gerçekliği ile örtüşmediği gibi, Türk sermaye devletinin niteliğini, yani onun emperyalist yüzünü gizlemek anlamına geldiği çok açıktır. Bu yaklaşım, aynı zamanda, küçük burjuvazinin sosyalşovenist bir sapma içinde olduğunu da gösterir. Türk burjuvazisi, elbette, bir Osamnlı İmparatorluğu gibi büyük bir alanı egemenliği altında tutmak ister. Bu kapitalist sermayenin karakterinde vardır. Bunu salt bir “özenti” olarak göstermek, gerçeklerin üsütünü örtmektir. Sermayenin emperyalist yayılmacı niteliğinin özünü küçük burjuva yaklaşımla sulandırmaktır.

Türk tekelci devlet kapitalizmin derin bir ekonomik kriz içinde olması, herkesten para dilenmesine bakılarak, onun emperyalist niteliğini göz ardı etmek, sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının önünü karartmaktan başka bir anlam taşımaz. Aynı zamanda, bu yaklaşım, emperyalist ekonomilerin “güçlü” olduğu, “kriz içinde olmayacağı” gibi anlayışlara yol açar ki, Mao Zedung’un, “emperyalistler kağıttan kaplandır” gerçekliğininde inkardır. Ya da özellikle Korona’nın yayılmaya başlamasından bu yana (ki, emperyalist dünya ekonomik krizi 2018 ortalarında başlamıştır)  bütün emperyalist ülkelerin derin bir ekonomik kriz içinde oluşunun yadsınmasıdır.

Emperyalizmi salt bir kaç ülkeyle sınırlamak, başka kapitalizmin geliştiği ve emperyalist aşamaya geçtiği bir süreçte yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkamayacağı gibi anlayışlara varmak, kapitalist-emperyalist sistemin gerçekliği ve eşitsiz gelişme yasasıyla örtüşmemektedir.

Türk devletinin dış saldırganlığı, yeni pazarlar bulma çabaları, başka ülkelerin topraklarını işgal etmesi ve işgal girişimlerinin devam etmesi, ve bir çok ülkeyle sıcak savaş düzeyine gelmesi (örneğin Yunanistan ve Mısır) salt bir “özenti” işi olmayıp, sahip olduğu sermayenin büyüklüğü, saldırganlığı, yayılmacı ve egemenlik kurma karakteri ve bunu askeri olarak desteklemek ve pekiştirmek istemesiyle doğrudan bağlantılıdır.

Askeri saldırganlık sermayenin oranıyla doğrudan bağlantılıdır. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Örgütü’ne (UNCTAD) göre, 2019 yılı sonu itibariyle  Türk devletinin dış yatırım stoku 47 milyar 754 milyon ABD doları kadardır.[3] Türk tekellerinin ikinci ülkelerden üçüncü ülkelere yaptıkları sermaye yatırımlarının tutarı ise, Türk Ticaret bakanlığının 2017 yılı verilerine göre 8 milyar[4] ABD dolarını aşmış durumdadır.

Bu sermaye, yeni pazarlar ve paylaşılmış pazarlardan pay istemektedir. Bu bağlamda, yeni bir emperyalist ülke olan Türk tekelci devleti her geçen gün daha fazla saldırganlaşmakta ve savaş kışkırtıcılığı yapmaktadır.

Türk devletinin saldırganlığını salt “ABD uşaklığı” ile noktalamak, Türk  burjuvazisine yapılan en iyi yardım olsa gerek. Onun niteliğini gizleyip, bütün suçu ABD emperyalistlerine bağlamak, var olan gereçkliğin üstünü örtme, Türk emperyalist devletini daha masum göstermeye yaramaktadır. Niyet bu olmayabilir, ama, yapılan yanlış analizler buna yol açmaktadır.

ABD ile tarihinin en sıkıntılı ilişki sürecini yaşayan Türk devletini her saldırganlığını ve işgallerini, “efendi-uşak” ilişkisine indirgemek, Koç Holding’in neredeyse dünyanın bütün kıtalardaki sermaye yatırımlarını, fabrikalarını yok saymak, burada çalışan işçilerin artı-değerlerine el koyup Türkiye’ye aktarmalarını emperyalist amaçlı görmemek; küçük burjuvazinin kendi ulusal tekellerine karşı sosyal emperyalist bir yaklaşımı olarak öne çıkmaktadır. Türk tekelerinin bir çok Afrika ülkesindeki madenlerinde ölen ve direniş yapan işçilerin sınıf mücadelesini görmezden gelmek olduğu gibi, oralarda maden işleten sermaye kesimlerini, “gittikleri ülkeyi kalkındırmak için buradalar” burjuva sahtekarlığını gerçek gibi göstermektir.

Ya da diğer emperyalist ülkelerin ve tekellerin Türkiye’deki yatırımlarını emperyalist amaçlı görüp, Türk tekellerinin diğer ülkelerdeki sermaye yatırımlarını “emperyalist amaçlı” görmemek, düpe düz emperyalist soygunculuğa ve yağmacılığa mehtiye düzmektir.

Hele bazıları öyle bir yazıyor ki, ABD sermaye veriyor, Türk tekelleri’de onu ABD adına işletiyor. Evet, ABD ya da herhangi bir emperyalist ülke kredi verir. Kendileri de borç tahvilleri çıkarıp, para (sermaye) topluyor. Bu kapitalist ekonominin doğal bir işleyişidir. Ancak, emperyalistler, kendi pazarlarını kendileri elinde tutmak ister. Bunun için özel bir taşerona gerek duymaz. Tekeller arası ilişki çıkarlar üzerine yürür ve birbirini alt etmek için uğraştıkları gibi, birbirbirleriyle ilişki içine girerler. Bu ilişkide güçlü olan tarafa daha ağır basar.

Örneğin Koç Holding, Ford ve Fiat ile başta ilişkiye girdiğinde, payın büyük bölümü diğer iki yabancı ototmobil tekelinindi. Ama, zamanla Koç’un sermayesi büyüyünce, “efendi-uşak”sinin yerini “ortaklar” ilişkisi aldı ve paylar yarı yarıya bölüşülmeye başladı. Türk devleti  50’nin üzerinde uluslararası tekele sahiptir. Koç Holding, dünyanın ilk 500 en büyük tekeli arasında yer alırken, dünyanın ilk en büyük 100 tekeli arasında ona yakın Türk tekeli vardır. Ayrıca, Erdoğan rejmini en sıkı şekilde destekleyen inşaat firmaları ( aslında bunlara inşaat firmaları olarak adlandırmak eksik kalıyor. Çünkü, inşaatın yanında, enerji, finans ve daha bir çok dalda iş yapıyorlar), dünya sıralamasında ilk sıralarda yer alıyorlar.

ENR’nin en büyük 250 inşaat şirketi listesi içinde 46 Türk kökenli inşaat şirketi var. Birinci sırayı 65 inşaat şirketiyle Çin alırken, Türkiye ikinci, ABD ise üçüncü sırada yer almaktadır. Çin’in bu pazardaki payı % 21.1 iken ABD’nin payı ise % 8.9’dur. Türkiye’nin payı ise %5,6 kadardır. Türkiye’nin bu alanda Ortadoğu’daki payı %9.1, Asya’da % 7, Afrika’da ise % 5.1 kadar.[5]

İngiltere’nin en büyük ulsulararası bankası olan HSBC’nin Türkiye’de varlığı emperyalist amaçlı olurken, Çalık Holding’in Arnavutluk’un ve Kosava’nın ikinci büyük bankası BKT’ı 2006’da yine Arnavutluk telekomu olan Albtelecom’un %76’ını 2007 yılında satın alması[6] ve işletmesi “empeyalist karakter”li neden olmasın ki! Ne de olsa Türk burjuvazisi çok iylik severdir, kötü emeller peşinde olmaz(!) demek mi istiyorlar acaba ... Hadi diyelim ki, Türk tekelci burjuvaları Türk oldukları için “çok iyilik severler”, ancak, kapitalist sermaye, kişilere, ulusal, dinsel aidiyetlere ya da cinsiyete göre  değil, kendi kurt kanununa göre hareket eder.

Türkiye-ABD ilişkisini “efendi uşak” ilişkisine indirgeyenler, nedense daha düne kadar ABD’nin sözünden çıkmayan AB’nin önde gelen emperyalist ülkeleri ile ABD arasındaki ilişkiye değinmiyorlar. AB hala ABD’nin askeri vesayetinden kurtulmak için çaba harcıyor, ama kurtulamıyor. Buradan hareketle, bir Almanya ile ABD arasındaki ilişkiyi “efendi-uşak” ilişkisine indirgenebilir mi? Elbette ki hayır! Buna, güçlü ve daha güçlü ya da zayıf ve güçlü emperyalistler arası ilişki biçimi olarak bakılabilir.

Ayrıca, iliğine kadar  “borç”lu olmak salt Türk devletine özgü bir olay olmayıp, bütün emperyalist devletlere özgüdür. Dünyanın en büyük borçlu ülkesi en büyük emperyalist ülke olan ABD’dir. Sırasıyla Çin, Japonya, Almanya ve diğerleri gelir.

Diğer bir karşıt argüman ise, Türk tekellerinin sermayesini başka emperyalistlere ait olduğunu söylemek. Türk tekellerini salt bir taşeron gibi göstermeye çalışmak, bu tekellerin gerçek niteliğini gizlemeye hizmet etmektedir. Uluslararası niteliğe sahip Türk tekellerinin cirosunun önemli bir bölümü yurtdışı faaliyetlerden gelmektedir. Bunlar tekellerin kendi internet sitelerinde kolayca görülebilir.

Bu tür argümanlarla bir ülkenin emperyalist olmadığına karar verenler, kapitalist-emperyalist ekonomik sistemi anlamadıklarındandır. Bütün emperyalist ekonomiler içiçe geçtiği gibi, ve bunlar kendi ülkelerine dış yardımı çekmek için adeta dört takla atmaktadır. ABD’si, Almanyası, Çin’i, Japonya’sı ve diğerleri, dış sermayeye aynı çağrıyı yapıyorlar. Bunlar,  Mevlana’nın çağrısını dış sermayeler için yaparlar: “Kim olursan olun, yeter ki gel!” ABD’nin esas olarak Çin’le ve kısmen  AB ile ticaret savaşlarının özü ise yine emperyalistler arası egemenlik savaşıyla doğrudan bağlantılıdır.

Türkiye’yi emperyalist olarak değerlendirmeyenlerin bir diğer argümanı ise;   “Emperyalizmin kendine rakip çıkmasına müsade etmeyeceği”   gibi, ekonomi-politik gerçeklikten uzak, Marksizm adına  komplo teorileri ile nesnel gerçekliğin analiz edilmek istenmesi ya da analiz ettiklerine inanmaları...

Bu tür yaklaşımlar, kapitalist-emperyalist sistemin ekonomi politiğini iradeceliğe indirgemektir. Bu idealist bir yaklaşımdır. 

Türkiye’nin ya da bir başka yeni emperyalist ülkenin eski emperyalist ülkelerle kıyaslanması:

 Bu tür kıyaslama yapanlar, sorunun özüne bakmayıp, Almanya’da bulduklarını Türkiye’de de bulmak istiyorlar. Biri yüzyılı aşkın büyük bir emperyalist ülke, diğeri ise yeni emperyalist olmuş bir ülke. Aradaki bu fark görmezden gelinirken, emperyalistler arası eşitsiz gelişme yasası da gözden ırak tutularak, düz bir mantıkla hareket ediliyor. Bu, küçük burjuva düşünce tarzına özgü tipik dogmatik yaklaşım örneğidir. Ama, aynı kıyaslamayı, Finlandiya, Lüxemburg, İsveç vb. gibi küçük emperyalist ülkelerle yapmıyorlar.

Örneğin bir İsviçre emperyalist olduğundan beri kimseye saldırmamış ve de savaşmamıştır. Bir başka ülkeyi askeri olarak işgal etmemiştir. Ama sermaye olarak güçlü bir emperyalist ülkedir.

Uluslararası emperyalist tekeller arasında da bir kıyaslama yapılırsa, dev tekellerin yanında küçük tekellerde vardır. Örneğin aynı işi yapan ABD’nin WALMART’ı ile Almanya’nın METRO GROUP’u kıyaslandığında, ikincisi birincisinin yanında her açıdan cüce kalır. Birincisi 2 milyon 200 bin işçi çalıştırıyor, ikincisi ise 101 bin. Birincisinin cirosu 524 milyar ABD dolarını aşarken, ikincisinin cirosu 27 milyar Avro kadar. (Rakamlar 2020 yılına ait)

Uluslararası tekel haline gelmiş şirketler tekelci ve emperyalist karakterlidir. Tekelci devlet kapitalizmi haline dönüşen devletler ise emperyalist nitelikli hale gelmiştir. Emperyalist ülkeleri büyüklüklerine ya da küçüklüklerine bakarak nitelikleri belirlenemez. Bu nicelik bir belirlemedir. Nitelik belirleme karakterleriyle doğrudan ilişkilidir.

Kapitalist ekonominin eşitsiz gelişme yasasından dolayı yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkamsı mümkün ve çıkmaktadır ve çıkmaya devam edecektir. Bugün Macaristan, Polonya, Tayland, Malezya vd.  yeni emperyalistleşen ülkeler arasına katılmıştır. Emperyalizm kapitalizmin bir üst aşamasıysa ve emperyalizm tekelcilikse, gelişmiş kapitalist ülkelerin emperyalist aşamaya gelmesi de kapitalist-emperyalist ekonomi politiğinin diyalektik gelişimidir.

Türkiye’nin emperyalist olması, devletin tekelci devlet kapitalizmi haline gelmesi, yani esas olarak tekellerin devleti olmasıdır. Askeri saldırganlığı tek başına onun emperyalist oluşunu belirlemeye yetmez. Ama bu saldırganlık komşusu ile (Peru-Ekvator  arasında vb. yerlerde olduğu gibi) sınır anlaşmazlığı olmayıp, esas olarak egemenlik kurmak ve oraları işgal ederek nüfuzunu genişletmek istiyorsa bu emperyalist bir saldırganlıktır. Türkiye hem sermaye olarak hemde askeri saldırganlık olarak emperyalist bir ülkedir. Bu bağlamda, “alt” ya da “üst” emperyalizm tartışması ya da nitelemeleri Türk devletinin gerçekliği ile uyuşmamaktır. Türkiye emperyalist bir ülkedir.

Sınıf bilinçli proletarya, strateji ve mücadele taktiklerini buna göre belirlemelidir. 10.08.2020
 

 

[1] Sendika.org’da, Gaztet Duvar’da ve daha bir çok yayın organında bu konuyla ilgili, tartışmalar yürütülmektedir.

[2] Ayrıca, bu konuda en iyi kaynaklardan biri; Stefan ENGEL, “Yeni Empeyalist Ülkelerin Ortaya Çıkışı Üzerine”, El Yayınları.

[3] Bkz. World Investment Report-2020, sf. 262.  www.unctad.org         

[4] www.ticaret.gov.tr/Yırtdışı Yatırım Anketi-2017 Sonuç Raporu.pdf

[5] ENR The Top 250, www.ENR_2019_International_Contractors1.pdf

[6] Bkz. www.calik.com

5350

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

TKP/ML MK SB-KİMSE KUSURA BAKMASIN; GEBERİŞİNİZ NE “GÜZEL” NE DE “TATLI” OLACAK!

Faşist diktatörlük halka karşı en korkunç suçları işlemeye devam ediyor. Sömürü ve zulmün ölüm makinesi yüzlerce canımıza daha kıydı. Acımız ve öfkemiz büyük, yasta değil isyandayız…

Sarsıldıkça, darbe aldıkça, saltanatlarını koruma kaygısı büyüdükçe zalimleşen, en aşağılık yöntemlere başvuran, kitlelerin direniş ve isyanına kudurmuş biçimde saldıranlar, kanlı çarklarını döndürmek için var güçleriyle yükleniyorlar.

Kaypakkaya'yi Savunmak Dünya Proleter Devrimini Savunmaktir

Kaypakkaya'yi Anarken;

Kaypakkaya'yi sadece iskencede direnmek, ser verip sir vermemek ilkesi ile anmak, onun bu yonunu one cikarmak, Kaypakkaya'yi kucultmek, onu kavramamak demektir.

Kaypakkaya sadece ser verip sir vermemek, dusmana teslim olmamak ilkesi degil, o ayni zamanda;
-Proleter dunya devrimine baglilik ilkesidir
-Halka guven esas ilkesidir
-Proleteryanin felsefesi Marksizm-Leninizm-Maoizme baglilik ilkesidir

TKP/ML MK- Bugüne rehber, geleceğin müjdesidir Kaypakkaya

BUGÜNE REHBER, GELECEĞİN MÜJDESİDİR KAYPAKKAYA!

“Dibinde bir ejderha yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.” (Sabahattin Ali)

Kaypakkaya yoldaş devrimin olanağı ve iradesidir!

İşçi sınıfı ve çeşitli milliyetlerden emekçi halkımız Kaypakkaya yoldaşın katledilmesi sonucu sadece devrimci bir önderini ve öncüsünü kaybetmedi aynı zamanda muazzam düzeyde aydınlatıcı bir proleter ışığını da kaybetmiş oldu.

Onun kaybıyla oluşan düşünsel-politik boşluk, bütün ağırlığıyla demokratik halk devriminin önünde durmaktadır. Unutmamak gerekir ki; devrimin önderleri ve öncüleri kolay ve çok sayıda yetişmez. Sınıf savaşım tarihi emekçilere devrimin önderlik olanağını yaratma fırsatını her zaman kolay ve rahat bir şekilde sunmaz.

Soma Roboski'dir

Soma işçi katliamı bir defa daha gösterdi ki, bu düzenin Tanrısı paradır. Söz konusu olan paraysa, insan hayatının bir sinek kadar bile değeri yoktur. Düzenin kanunlarına göre para; onur, şeref ve haysiyet gibi insani vasıflardan kat kat üstündür. Bu düzenden beslenen vampirler para için her türlü rezilliği mubah görmektedirler. "Tek vatan, tek millet, tek bayrak," diye diye halkı tavuk gibi yolmakta, devlet imkânlarını kullanarak halkın cebinden parmak ısırtan zenginliklere sahip olmaktadırlar.

Madencilerin Ölümü Kader Değil, Sermayenin Kar Oranını Arttırma Katliamıdır!

13 Mayıs günü Soma Holdinge bağlı Soma Kömür Ocaklarında yapılan işçi katliamı üzerine, gözler, bir kere daha, sermayenin kar oranını yükseltmek için durdurulamaz işçi cinayetlerine çevrildi. Bu elbette, en zor koşullarda çalışan işçilerin kaderi değil, sermayelerini arttırmak için hiç bir güvenlik ve sağlık önlemi olmayan derme-çatma denebilecek yerlerde çalıştırılmasının bir sonucudur. Burjuvazi, üretim maliyetini (değişmeyen sermaye) düşürmek için işçi ölümlerini artırmayı yeğlemiştir.

Burada bazı istatistikler vererek konuya girelim.

Kızıl Güller Kanıyor‏

Öyle bir coğrafyada, öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, nerdeyse yılın tüm günlerinde ve ülkenin dört bir tarafında bize yaşatılan acıları, haksızlıkları, uğradığımız katliamları protesto etmekle geçiyor ömrümüz. Ve her gün o acılarla, duygusal anlarla bir kez daha yoğruluyor her birimiz. 

"Yüzünüzdeki maden karasını yıldızların kızıllığıyla aydınlatacağız"

Kaypakkaya yoldaşı andığımız bugünlerde Gezi şehitleri kervanına katılarak ölümsüzleşen Mehmet İstif ve Soma’da katledilen maden işçileri ile öfkemiz daha da büyümektedir.

Partizan : Yüreğimiz Soma’da! Yas değil isyan!

MANİSA’NIN SOMA İLÇESİ’NDE YÜKSELEN ÇIĞLIKLAR VE 

YÜZLERCE MADENCİ CENAZESİ…

 

Aralarında, Berkin Elvan gibi 15 yaşındaki işçi çocuk Kemal’in de cesedi, kara bir torbada…

16 saat sonra enkazdan sağ çıkarılan işçi Fatih, yaralı haline bakmadan kendisi gibi emekçi olan sağlıkçılara soruyor: “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin”…

Diğer yanda ise elinde bir kamera ile şaklabanlığa soyunan bir başbakan…

Diyalektiği güncelle!

Her faaliyet alanı bir önceki sürecin devrimci çalışmalarını kapsamlı bir şekilde örgütsel-pratiksel-yönetsel boyutuyla değerlendirmelidir. Bölge ve alanlar bu süreçte kitlelere ne kadar gidebildi? Ulaştığı, kapısını çaldığı emekçilere sistemin politik teşhirini ne kadar, nasıl yaptı? Kitleleri bilinçlendirip-örgütlemede ikna ve inandırmada ne kadar etkili ve başarılı oldu? Nasıl bir yol ve yöntem izledi ve ne kadar mesafe kat etti? Propagandanın içeriği kitleleri uyandırmak-bilinçlendirmek-harekete geçirip örgütlemek için yeterli miydi?

BİR AYDIN(LIK) HÂLİ FİKRET BAŞKAYA[*]

“Dünyamızı sorularımızın cesareti ve yanıtlarımızın derinliğiyle önemli kılarız.”[1]

 

Bir aydın, bir insan olarak Fikret Başkaya, önemlidir.

“Entelektüellere ihtiyaç duyan bir toplum değiliz”;[2] “Aydın kavramı raf ömrünü tamamladı. Günümüzde entelektüelin yeri filin sırtında sivrisinek olmaktan öte değil,”[3] türünden “ucuz” saptamalara karşın bundan dostun da, düşmanın da asla kuşkusu olmadı; olamaz da…

Sayfalar