Burjuvazinin sendromları ve İşçi sınıfının kaybedeceği yeryüzü

Dünya ve Türkiye’deki yıkıcı/yıpratıcı kaos ortamı, kapitalist sistemin öngörülen çelişik çatışmalarının bir ürünüdür. Bu, kapitalizmin daha iyi günleridir. Bir kaç Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerini saymazsak, çatışmalı ortam içinde olmayan bölgeler yok gibidir. “Çatışmalı olmayan ülkeler” ise içten içe kaynamaktadır. Bir taraftan ırkçılık, bir taraftan ise işçi sınıfıyla burjuvazi arasında süregelen sınıf mücadelesi, hiç bir burjuva ülkesini “güvenlikli” kılmıyor. Bunlara ek olarak tekellerin kendi aralarındaki çelişmeler, kaos ortamını derinleştirmenin araçlarından biri olmaya devam ediyor.
ABD’nin Vietnam sendromuna bir de 11 Eylül sendromu eklenmesi ... Dünya burjuvazisinin “demokrasi” sembolü Paris’in her yanını silahlı asker ve polislerin işgal etmesi... Alman hükümeti’nin halkı yiyecek ve su depolamaya çağırması... AB üyesi bir çok ülke yönetimine faşzimin egemen olması ve bütün ülkelerde etnik-dinsel kutuplaşmaların ve ırkçılığın artış göstermesi... Bütün bu gelişmeler, burjuvazinin yönetim krizi sendromunun derinleştiğinin göstergeleri oluyor.
Kapitalist sistemin refah dönemi artık çok gerilerde kaldı. Bunu, tekelci burjuvazinin öne çıkan sözcüleri ve temsilcileri de söylüyor. En gelişmiş bir kaç Avrupa ülkesi de bu rahatlığı çoktan terk etmiş durumdalar. Emperyalist burjuvazinin, sermayesini büyütmek için doymak bilmeyen daha fazla üretim hırsı, insanlığı, kendi kendini yok eden kontrolsüz biyomakinik bir makineye dönüştürmüş durumdadır.
Kapitalizmin, 2. Emperyalist payalaşım savaşı sonrasına denk gelen, uzun sayılabilecek iki on yıl “krizsiz” bir sürecin içine girmesine karşın, sonraki gelen yıllarda peş peşe bunalımların içine girmiştir. Kapitalizm, aşamadığı bunalımları nedeniyle 70’lerin sonlarından itibaren ise bölgesel savaşlardaki artışlar, kapitalist dünyanın çelişmelerinin derinleşmesinin de açık göstergeleri olmuştur.
1980’lerin sonlarına doğru Rus Sosyal Emperyalizmin (RSE) çöküşü, kapitalist-emperyalist sisteme “barış ve refah” getirmemiş, tersine, silah zoruyla ayakta tutalmaya çalışılan dengeler yıkılınca, kriz, dünyanın en geri ülkelerine kadar yayılmıştır. RSE’nin çöküşü, ABD emperyalizmini dizginlerinden koparmıştır. Ancak, emperyalistler arasındaki çelişmeler ve kutuplaşmalar gerilememiş, tersine, artış göstermiştir.
Emperyalist burjuvazinin, işçi sınıfına yeni bir saldırı dalgası olarak 1980’lerden itibaren gündeme soktuğu neoliberal ekonomik politikalar; emperyalizmi krizlerden çıkaramadığı gibi, işçi ve emekçiler üzerinde yıkıcı (ideolojik-örgütsel) etkisi oldukça artmış ve dünyayı, adete bir emperyalist anarşi metaforu içine sokmuştur.Burjuvazinin bu politikası da, toplumlar için ne refah ne de barış üretebilmiştir. Var olan çelişmeleri derinleştirerek, üretim bolluğunun içinde açlığın ve yoksulluğun olduğu, baskıların ağırlaştığı bir kaos dünyası yaratmıştır. Bu salt toplumlara özgü olarak kalmayıp, insanlığın tüketilmesine oranla, doğayı da, insanı üzerinden atma ekoloji krizi içine sokumuştur.
Kapitalizm, insanı insan olmaktan çıkarırken, üretimin bolluğu içinde yoksulluğu yaşayan bir insan kitlesiyle karşı karşıya bırkamıştır. Savaşlar, bölgesel çatışmalar ve özellikle kapitalizmin tüketim kültürünün dayattığı doğanın yok edilmesi, insanlığın çok yönlü bir felaketle karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Bu bağlamda, kapitalizm yeryüzünden sökülüp atılmazsa, işçi sınıfının kaybedeceği şey yeryüzü olacaktır.
Bilim ve teknolojinin ilerlemesi, sermayenin artan ölçüde temerküzü, kapitalizmin krizini sıklaştırıcı ve derinleştirici bir rol oynuyor. Ve kapitalist sistemin bu işleyiş tarzı, kapitalist refah ortamını ortadan kaldırdığı gibi, üretim bolluğu içinde muzzam bir yoksullaşma da üretmektedir. Devasa lüks üretimin ve tüketimin arkasında bir o kadar da çürümüşlük üretilerek milyonlarca insan açlığa mahkum edilmektedir. Kapitalist sistemin sahipleri ne kendileri güvendedir, ne de baskı altına aldıkları ve üzerlerinde sömürülerini her geçen gün ağırlaştırdıkları işçi sınıfı güvendedir.
Burjuvazinin ortaya çıkışındaki “demokrasi” vb. değerlerin artık hiç bir hükmü ve değeri kalmamıştır. Burjuva demokrasisinin özü olan “politik özgürlük”lerin yerini, politik özgürlüklerin kısıtlanması, ortadan kaldırılması almıştır. Ve bugün kapitalist devletler, kendi devlet terörlerini işçi ve emekçiler üzerinde resmileştirmişler, işçilerin ve ezilen ulusların mücadelesini ise “terör” kapsamı içine sokmuşlardır. Dünyanın en büyük terörist emperyalist devletleri, “teröre karşı olma” adı altında istedikleri her yere askeri olarak saldırma hakkını kendilerinde buluyorlar. Örneğini NATO, dünyanın en büyük vahşi terör örgütüdür. Böylesine devasa bir terör mekanizması yıkılmadıkça, insanlığın üzerine barış ve refah güneşi asla doğmayacaktır. Bu bağlamda, kapitalizm, “refah ve güven” değil, terör üretici bir sistemdir.
Kapitalizm sürdüğü sürece, bugün dünü, yarın bugünü aratacak gelişmelere sahne olacaktır. Türkiye’nin içine sokulduğu girdap bunun en yakın örneğidir. Emperyalist burjuvazi kendi çıkarları için etnik, dinsel, işgal vb. temelli çatışmaları kışkırtarak yarattığı “Ortadoğu Cehennemi” denilen girdabı daralmamış, giderek her geçen gün yeni bir ülkeyi içine alarak genişleme göstermektedir. Böylece, tekelci burjuvazinin ve gericiliğin ele ele verdiği bir süreçte, işçi sınıf ve ezilen halkların devrimci fırtınalarının kabarmasını önlemenin ve geriletmenin gerici taktikleri de üretilmiş oluyor.
Kapitalist sistem her yönüyle çürümüştür. Her şeyden önce ahlaki olarak çürümüştür. Çünkü üretim biçimi, insanların lehine değil, bir avuç burjuvazi dediğimiz zebanilerin lehine toplumsal yaşama biçim verebilmektedir. Üretim ve bölüşümün toplumsal karakterinden kaynaklı ahlaksızlık toplumsal yapının tüm alanlarına yansımaktatır. Meta üretim sisteminin sınırsızlaştırılması; insanın insanı sömürmesi, insanın insana baskı uygulaması, insanın insanı ücretli köleliğe mahkum etmesi, insanın insanın elindeki yaşam araçlarını (özel mülkiyet adı altında) alması, toplumsal çürümeyi de hızlandırmaktadır.
“Can çekişen” emperyalizm, ne yazik ki, kendiliğinden ölmeyecek ve yeryüzünden defolup gitmeyecektir. Emperyalist-kapitalist canavarı insanlığın sırtından, doğanın kucağından atacak olan toplumun devrimci ve dinamik gücü işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, özel mülkiyetsiz sosyalist toplumu gerçekleştirdiğinde; toplumsal refah ve güven ortamı gelişecek, insanın insanı her türlü ezme, sömürme ve insanın doğayı tahrip ve talan eylemine son verecektir. Temel sorun: İşçi sınıfının örgütlenmesi, kapitalizmi yıkıcı bir bilinç düzeyine ulaşması ve harekete geçmesinin zorunluluğu vardır. Bunu, yaşamın her alanında eyleme dönüştürecek olan sınıfın kendi sınıf bilinçli partisidir.

Yusuf Köse
Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.
http://yusuf-kose.blogspot.com/
Son Haberler
Sayfalar

SİBEL ÖZBUDUN – TEMEL DEMİRER 2014
Hayaller(imiz)le, cüret(imiz)le, umut(larımız)la yolumuzu açacağız 2014’te de sen/siz orada biz burada; Cemal Süreya’nın, “Artık hayallerim suya düşecek diye/ kaygılanmıyorum./ Çünkü, onlar düşe düşe/ yüzmeyi öğrenmişler,” dizelerini terennüm edeceğiz inat ve ısrarla…

İT DALAŞINDA TARAF OLUNMAZ, SINIFIN NET TAVRI KONUR
Sınıfsal mücadele yaşadığımız coğrafyada belirleyici özellik taşıyor. Bölgemiz Türkiye’deki örgütlü sınıf mücadelesinin seyrine göre şekil alacaktır. Ezilenlerin başkaldırışı da göre ilerleme veya gerileme gösterecektir. Bu gerçek Kürdistan için de geçerlilik taşımaktadır.

Sermaye, Siyaseti Çıkarlarıyla Örtüştürür[1]
“AKP-Gülen Savaşı” içinde yolsuzlukların çok az bir kısmının dışa vurumundan sonra, siyaset, bu kirli güçler arasındaki savaşıma odaklandı. Bunun böyle olması doğal. Bu olay, özellikle Haziran (GEZİ) Ayaklanması’ndan sonra hızlanan ve beklenen bir durmdu. Daha önce yazdığım “üç vakte kadar” başlıklı bir yazıda, hükümet açısından “iki vaktin” bittiğini, “üçüncü vaktin” ise içinde olunduğunu yazmıştım. Bu herkes tarafından da bilinen bir gerçekti. Haziran Ayaklanması var olan süreci hızlandırmış ve daha kaçınılmaz bir hale getirmiştir.

Katliamlar Diyarı Şırnak
Röportajda Vali Mustafa Malay 15 Ağustos 1992 tarihli olayda asker ve PKK'lilerin öldürüldüğünü söylüyor. Belleği kendisini yanıltıyor herhalde. Olayda asker ya da PKK'li kimse ölmemişti.
Ben o tarihte Şırnak milletvekiliydim.
15 Ağustos gecesi Şırnak'ı harabeye çeviren silahlı saldırıyı gelen telefonlarla haber aldım. Hükümetin oralarda hiçbir yetkisinin olmadığını biliyordum. Ancak bir ümit yine de İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'i aradım ve duruma müdahale etmesi istedim.
İsmet Sezgin PKK'in saldırdığını ve çatışmaların devam ettiğini söyledi.

Fettullah Gülen hareketi hakkında
“Yeminine bakıp insana inanma,insana bakıp yeminine inan.”[2]
Ahmet Şık, “Dokunan yanar” diye uyarmıştı Fettullah Gülen (FG) hakkında herkesi; karanlık(lar)ın büyük yangınlar ile aydınlanacağı vurgusuyla başlamalıyım diyeceklerime…
Türk(iye) İslâmının dünden bugüne hülasası olarak yorumlanması mümkün olan FG, yeni bir tarihsel blok ve hegemonya hareketi girişimidir.

Yerel Seçimler ve Siyaset

KDP,PKK...Tez,antitez ...sentez?
Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinde KDP bir tezdir.Emperyalizm ve sömürgecilikle mücadelede yarı-modern bir başlangıç.Kurulduğu dönemdeki emperyalizmin ve işbirlikçisi yerel sömürgeciliğin ittifaklı çullanmışlığından kaynaklı parçacı bir tez.Toplumsal gelişmenin düzeyine bağlı olarak aşiretler/aileler ittifakı temelinde politika örgütleyen bir tez.Parçacılığı o kadar belirgindir ki, Doğu Kürdistan’da Süleyman Muini ve Kuzey Kürdistan’da Saitler komplolarındaki rollerini gözardı edebilmemizi, ne Barzani ailesine ne de yüzyıllık direnişlerine duyduğumuz saygı sağlaya

“Postmodern zamanlar"da din (ve islam)
“de omnibus dubitandum est.”[2]
“Din: Teorisi/ Pratiği, Dünü, Bugünü” Sempozyumu’nun Ankara ayağındaki “Dini- Eleştirel Olarak Anlayabilmek” oturumunda öncelikle bir saptamamı sizinle paylaşmama izin verin.
Sempozyumun pratik örgütlenmesi sürecinde, kendini sosyalist/ komünist olarak niteleyen kimi çevrelerin, “dinin tartışılması”na bir hayli soğuk ve mesafeli yaklaştıklarına şahit oldum.

“Cujus regio , ejus religio !” [*] [1]
“Kralların kutsal olduğu, antropolojik ve tarihsel bir malumun ilamıdır; ne ki onlar öyle doğmazlar; ancak hükmettikleri eliyle kutsallaştırılırlar.”[2]
“Din” ile “iktidar” ilişkilerini, konu başlığındaki “iktidar” kavramının farklı yorumları çerçevesinde farklı biçimlerde ele almak mümkün, kuşkusuz: günlük yaşamın kılcal damarlarına nüfuz etmiş gündelik iktidar ilişkilerinin din tarafından tahkim ediliş tarzı; bizatihî dinsel iktidar (ve hiyerarşi) biçimleri ya da siyasal iktidar ile din ilişkileri.

Biz Seni Bekledik Zeki Yoldaş. Dört Gözle, Büyük Umut ve Heyecanla Bekledik/Hasan Aksu
Yetmişli yılların başı ve ortalarında Zeki yoldaşı sıkıyönetim mahkemelerinde dik duruşlarıyla, faşizmi yargılayışlarıyla tanıdık. Partili ideolojik, siyasal, savunusunu faşizmi yargılarken izledik. Faşizmi kendi kalelerinde yargılarlarken ülkemizde Partizan hareketinin tanınmasında, kavranmasında önemli etkileri oldu. Zeki yoldaş ve diğer yoldaşları şahsen tanımazdık belki ama onların çabaları, örnek tavırları bizleri Kaypakkaya çizgisinde buluşturmuştu.