Pazar Kasım 10, 2024

Deniz Tepeli sincan cezaevinde çiçek katillerini yazıyor

kaypakkaya-partizan
Tam 40 yıl önce yazılmıştı bu şiir. Zaman farklı, mekan ve olay aynıydı. 40 yıl sonra işte bugün zindan, Taksim, Kürdistan... Zaman aynı, mekan farklı, olay aynıydı. Doğanın yeşiline ve yeşerip büyüyen umutlara, yeşil bir fidan olan genç hayatlara tekme, gaz bombası, mermi, top, darağacı, hapis ve yalan ile saldırıyorlardı. Ve durmadan bağırıyorlardı "Yasak!" Bu dizginsiz şiddetin tek bir nedeni vardı; Onlar da bizim gibi inanıyorlardı eşit, özgür dünyanın olanaklılığına. Tek farkımız, onların bunu istememesiydi... Saldırıları haklılığımızın ispatından başka bir şey değildi.

 

“Bir gardiyan otlarımızı şiddetle, öfkeyle durmaksızın tekmeliyordu! Öfkelenmiştik. Ve şaşırmıştık. Hem de benzerlerini ve çok daha fazlasını defalarca yaşamış, görmüş, dinlemiş ve okumuş olmamıza rağmen çok şaşırmıştık. Boyları bir karış bile bulmayan topu topu beş altı kök ota karşı bu öfke ve bir insanın böyle basit, zavallı, sevgisi, şuursuz hale getirilmesi yine de şaşırtmıştı bizi. " Ne yapıyorsun sen?!! Ne yapıyorsun?!! Ne!!" " Küçücük ottan ve istiyorsun?!! Ne zararı var?!!..." " Yasak!" dedi. Sadece bu: Yasak. Bir yandan da tekmelemeye devam ediyordu.”

HAPİSHANEDE #GEZİ VE ÇİÇEK KATİLLERİ

Deniz Tepeli

Doğanın, yeşilin, toprağın veren, üreten, çoğaltan, hayatı çağıran ve çağrıştıran, hayatın kendisi ve zemini olan gerçekliği ile kadının özellikleri kesişir. Bundandır ki yaratmaya, üretmeye, katmaya, oluşturmaya dair pek çok tanımlama "doğurmak", "ana" , " "kadın eli değmesi" diye ifade edilir. Bundandır ki dünyanın her yerinde, her dönemde kadın ile doğa özdeşleştirilir.

İşte Zozan Hewalimiz de bu kadın ruhunu derinliğine yaşayanlarımızdan biridir. Tam da bu nedenle olsa gerek; tamamen betondan ve demirden oluşan bu mekanda ne yapıp edip küçük bir zindan mucizesi gerçekleştirmişti. Köklerindeki azıcık çamuru biriktirip bir şeyler ekeriz diye bize kantinden semizotu dahi satılmadığı, şık bir vazoya yerleştirilmiş harika bir çiçek gibi masamızı süslediğimiz çay bardağındaki, kök vermiş bir dal yeşil naneye gardiyanların "yasak" diyerek el koyması gibi olayların hayli sıradan olduğu; yüksek güvenlik önlemleri'nin oldukça sıkı tutulduğu bu ortamda toprak ve yaşayan yeşil bulmak mucizedir gerçekten de. Ama bizler de, binlerce yıldır cehenneme dönüştürülmüş dünyamızı cennete çevirmeye soyunmuş mucize yaratıcıları, gerçekçi olup imkansızı isteyen zamane büyücülerinden bazılarıydık. Mucize bizim işimizdi... Şu iktidarın bizden fiiliyatı ve kanunlarıyla özenle sakınıp sakladığını, annemizin doğa, faşizmin kanunlarını çiğneyip kendi kanunlarını uygulayarak biz kızlarına sunmuştu: Dört yanı yüksek duvarlarla çevrili beton parçası olan havalandırmaya doğamız rüzgarlarıyla getirip bırakmıştı ot tohumlarını ve tozları. O tozları logar kapağının küçük aralıklarında biriktirdik; damlaya damlaya göl olur misali, bir avucu bulmayan ama minik otlarımızın boy vermesine yetecek denli toprak olmuşlardı. Doğa onu oluşturmuş, ekmiş ve biz tutsak kadınlara hediye etmişti. Hewal Zozan da her sabah ve akşam tatlı sözler söyleyerek, büyük bir sevgiyle onlara su veriyor; uzman bir ziraat mühendisinden çok daha fazla bir özenle ilgileniyor, topraklarını havalandırıyor, kafalarını topraktan çıkışlarını, ne kadar boy verip filiz sürdüklerini ilgiyle izliyor, iğne ucu kadar çıkmış bir sürgünü bile gözden kaçırmıyordu... Öyle bir sevecenlikle yapıyordu ki tüm bunları, sevinç ve heyecanının akıntısına hepimiz kapılıyorduk. Ve tabi, hayata umutla bakan bir insan gibi biz de esprilerimizi eksik etmiyorduk: "Yakında organik tarım komünümüzü de kuracağız", " Keşke karpuz ekeydik, ne güzel yerdik", " Devlet tarım arazimizi 3B kapsamına almış, golf sahası yapacakmış burayı"...

Ve günlerden bir gün.

Her sabahki gibi bir yandan kahvaltı yapıyor, bir yandan da sohbet ediyorduk. Sohbetimizin konusu onlarca şehirde süren Gezi parkı eylemleriydi yine. Bu kadar farklı insanı bir araya getiren ortak zeminden polisin vahşice saldırılarına; bu görüntülerin yıllar boyu Kuzey Kürdistan'da yaşanıyor oluşundan bunların Türkiye'de en duyarlı çevreler tarafından bile pek duyulup bilinmemesine, o açtan yabancı sessizliğe, eylemlerdeki hoş, zekice esprilerden polise sapanla taş atan yaşlı militan kadınımıza; "apolitik gençlik", "duyarsız toplum" söylemlerinin yanılgısından bunları "bu halktan bir şey olmaz" fikrini yaymak isteyen sistemin ürettiğine; barış sürecinin ve Kürtlerin ödedikleri bedellerin  bu uyanışa etkisinden, bu eylemlerin barış sürecine yansımalarına; "ah keşke bizde orada olsaydık"tan binlerce insanın hemencecik organize ettiği mükemmel komünal yaşama; sistemin her tür yozlaştırma, bireyselleştirme çabalarına rağmen insanın özünün tüm diriliğiyle insan içinde, ruhunda yaşadığından kadınların, dindarların, futbol taraftarlarının katılımına kadar sayısız yönleriyle konuşup tartışıyorduk... Ve Ethem'i, Abdullah'ı, Mehmet'i. En demokratik hakları bile kanla boğmaya çalışan iktidarın zavallılığını. Genç karanfillerin dallarından koparılışını. " Sadece devrim için" diyerek en önde koşan fidanları. Ve halkların, haklılıkların, öldürdüklerinin karşında egemenlerin gittikçe düzeysizleşen yalanlarını, çarpıtmalarını, acizlerini...

Derken gardiyanlar sabah sayımı ve havalandırma kapısını açmak için geldiler. Ancak havalandırmadaki tuhaf hareketlilik dikkatimizi çekti. Sohbeti kesip oraya yöneldiğimizde gördüğümüz şuydu: Bir gardiyan otlarımızı şiddetle, öfkeyle durmaksızın tekmeliyordu! Öfkelenmiştik. Ve şaşırmıştık. Hem de benzerlerini ve çok daha fazlasını defalarca yaşamış, görmüş, dinlemiş ve okumuş olmamıza rağmen çok şaşırmıştık. Boyları bir karış bile bulmayan topu topu beş altı kök ota karşı bu öfke ve bir insanın böyle basit, zavallı, sevgisi, şuursuz hale getirilmesi yine de şaşırtmıştı bizi. " Ne yapıyorsun sen?!! Ne yapıyorsun?!! Ne!!" " Küçücük ottan ve istiyorsun?!! Ne zararı var?!!..." " Yasak!" dedi. Sadece bu: Yasak. Bir yandan da tekmelemeye devam ediyordu. Bildiği tek kelime ve yapabildiği tek hareket bunlarmış gibi mekanik bir uyumla ve mesleki kariyerinin zirvesindeki en mühim işi yapıyormuş gibi büyük bir azimle yapıyordu bunları. Öyle ki bu iş disiplini ve azimle, faydalı bir iş yapıyor olsaydı eğer, mesela müzikle uğraşsaydı, dünyanın en iyi müzisyenlerinden biri olurdu kuşkusuz! O ise tekmeliyor ve "yasak" diyordu. "Hangi kanunda var bu yasak?" " Bir ottan bile korkuyorsunuz!"...Tabi ki açık açık hiçbir kanunda yoktu. Ve bir ottan korkuyorlardı, evet. Kırmızı görmüş boğa gibi saldırıyordu. Boğalar renk körüdür ya; saldırdıkları kırmızı değildir aslında. Onların da saldırdıkları bir tutam ot değildi elbet.

Hani bir uçurumun kenarında ya da koca bir kayalıkta yani hiç olamazmış, olanaksızmış gibi görünen bir yerde hani, bir ağaç yahut bir çiçek boy verir ya. Umuttur o. İnattır. Her şeye rağmen'dir o. Direnmektir. G. G. Marquez'in harika ifadesiyle "olağanüstü gerçeklik”tir. Var olmanın ilanı, ifadesi olan var etmektir o. 

Hani insanlığın eşit, insanca, yaşanılır bir dünyanın olabilirliğine derin inancının bir ifadesi, sembolüdür ya cennet fikri, işte bizim de bu dünyayı cennete dönüştüreceğimize inancımızın bir sembolüydü, küçük ama güçlü bir ispatıydı o yeşiller; imkansızı var etmenin, yenidünyalar kurmanın sembolü. Zindan kapılarının üzerimize kapanmasına, ama dünyanın önümüze açılmasına neden olan ideallerimizin her dem yeşil, taze, inatçı oluşunun simgesi, dünya cennetimizin küçük bir iremiydi onlar."Yasak" olan buydu. Ayakları altında ezip tarumar etmeye çalıştıkları yeşil bu.

Ne yazık ki bazıları yeşili bir sermaye çeşidi, faşizmin bir türü ve üniforma rengi olarak seviyorlardı sadece. Geri kalan tüm yeşiller yasaktı, suçtu.

Hukukun orantısız üstünlüğü ve aşırı ileri gitmiş demokrasi memlekette o kadar boldu ki, bunu sadece insanlara sunmak diğer canlılara haksızlık olacak, eşitlik ilkesiyle çelişecek ve muktedirlerin cömertliğine halel getirecekti. Şiddetli adalet duyguları ve adaletlerinin terazisi gibi son derece hassas olan vicdanları bir tutam otu bile bu nimetlerden mahrum bırakmaya asla razı olamazdı. Bir prensip meselesiydi bu. Tartışılamaz, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemezdi... Tüm bunlar birleşince olması gereken olmuş, 2013 yılı Haziran'ında  Ankara Kadın Cezaevi'nde vur emriyle aranmakta olan yeşillerimizin cezaları görüldükleri yerde derhal infaz edilmişti. Gardiyanın ağzından "yasak" dışında bir söz çıkmamasından hemen anlamıştık zaten dosyaya gizlilik kararı konduğunu. Haliyle öğrenemedik bizim minik yeşillerimizin suçu neydi; örgüt üyesi olmamakla beraber örgüt adına suç işlemek mi, örgüte yardım ve yataklık etmek mi, yoksa geriye kalan yüzlerce suç tanımından biri miydi? Bilmiyorduk. Bildiğimiz tek şey Can Yücel'in kesinlikle bizden daha şanslı olduğuydu; hiç olmazsa öğrenebilmişti sardunyanın suçunu. Böylece o, bir zindan klasiğini Nisan 1973'de Adana Cezaevin'nde "Sardunyaya Ağıt" şiiriyle unutulmaz ve tabi ki bol iğneli, ironik olarak tarihe kayıt düşmüştü:

"İkindiyin saat beşte/ Baş gardiyan Rıza başta/ Karalar bastı koğuşu/ İkindiyin saat beşte/ /Seyre durduk tantanayı/ Tutuklayıp sardunyayı/ Attılar dip kapalıya/ İkindiyin saat beşte// Yataklık etmiş ki zaar/ Suçu tevatür ve esrar/ Elbet bir kızıllığı var/ İkindiyin saat beşte// Dirlik düzenlik kurtulur/ Müdür koltuğa kurulur/ Çiçek demire vurulur/İkindiyin saat beşte// Canların gözleri yaşta/ Aklı idamlık yoldaşta/ Yeşil ölümle dalaşta/ Sabahleyin saat beşte"

Tam 40 yıl önce yazılmıştı bu şiir. Zaman farklı, mekan ve olay aynıydı. 40 yıl sonra işte bugün zindan, Taksim, Kürdistan... Zaman aynı, mekan farklı, olay aynıydı. Doğanın yeşiline ve yeşerip büyüyen umutlara, yeşil bir fidan olan genç hayatlara tekme, gaz bombası, mermi, top, darağacı, hapis ve yalan ile saldırıyorlardı. Ve durmadan bağırıyorlardı "Yasak!" Bu dizginsiz şiddetin tek bir nedeni vardı; Onlar da bizim gibi inanıyorlardı eşit, özgür dünyanın olanaklılığına. Tek farkımız, onların bunu istememesiydi... Saldırıları haklılığımızın ispatından başka bir şey değildi.

Sonra ne mi oldu?

Gardiyanlar, sayelerinde "dirlik düzenlik kurtulmuş" havasıyla çekip gittiler. Biz de öfket ve şefkat dolu olarak hemen yeşillerimizin başına toplandık... Hırpalanmış, ezilmiş, kırılmışlardı; yeşil ölümle dalaşta'ydı. Zozan Hewal yaralarını inceledi, başlarını kaldırdı onların, okşadı. İçine sevgi sözcüklerini de kattığı ikinci cansularını verdi. Ve sonraki günlerde yeşillerimiz yeniden canlandılar kimileri kırıldıkları yerden de dikelip büyümeye devam ettiler hatta. Yaşıyorlardı. Yeşillerdi. Böyle olacağını biliyorduk.

Biliyorduk. Kayalıkta çiçek, uçurum kenarında ağaç, çölde vaha, dünyada cennet olacaktı, biliyorduk. Çünkü olmuştu da. Kendi tarihimizden biliyorduk bunu. Sadece aynı mekanda yaşananlardan da değil;  binlerce yıl öncesine kadar milyonlarca yıl boyunca sürmüş kadın eliyle yaratılan demokratik doğal toplumdan biliyorduk. Sadece acıların değil, ondan çok daha önce var olan özgür toplumun kaydını düşmüştük tarihe. Doğa annemizden aldığımız toplumsallaştırma, yaşatma, yaratma becerilerimizle insanlık tarihinin %98'i eşit yaşamıştı. Bugünün %51'le azınlığı olsak da, yarının özgür dünyasını ellerimizle kuracağımıza %100 inanıyorduk.

Not: Ve ekte fotoğrafını yolladığımız otlarımız, tam dirilmek üzereyken, gardiyanlar tarafından yolundu. Artık yoklar…

Deniz Tepeli

2013 

Ankara Kadın Kapalı Cezaevi 

F-1

Sincan/ANKARA

5886