Cuma Eylül 20, 2024

19 Aralık 2000: Ölümüne direniş!

kaypakkaya-partizan
19 Aralık 2000'de yapılan cezaevleri operasyonu, Türkiye'de etkileri sadece TDH ile sınırlı olmayan yeni bir dönemi başlattı. Çeşitli illerdeki 20 cezaevinde eşzamanlı yapılan ve yirmisekiz devrimci tutsağın katledildiği, yüzlercesinin yaralandığı operasyonla devrimci tutsaklar F tipi cezaevlerine nakledildiler Ölümüne direniş, öldürücü körlük

 

19 Aralık 2000'de yapılan cezaevleri operasyonu, Türkiye'de etkileri sadece TDH ile sınırlı olmayan yeni bir dönemi başlattı. Çeşitli illerdeki 20 cezaevinde eşzamanlı yapılan ve yirmisekiz devrimci tutsağın katledildiği, yüzlercesinin yaralandığı operasyonla devrimci tutsaklar F tipi cezaevlerine nakledildiler. Operasyonun ardından cezaevlerinde direniş kitlesel ÖO biçiminde yürütülürken, dışarda devlet kitle muhalefetini zorla bastırarak dağıttı. Bugüne kadar [16 Aralık 2004] yüzyirmiiki devrimci tutsağın şehit düştüğü ve yüzlercesinin kalıcı rahatsızlıklarla sakat bırakıldığı Ölüm Orucu Direnişi, 27 Mayıs 2002'de iki örgüt dışında sonlandırılarak tecrit karşıtı direniş fiilen yürütülmeye başlandı.

19 Aralık Katliamı, kamuoyunda çok değişik boyutlarıyla en fazla tartışılan konulardan biri oldu, olacak. Bu sayımızda, operasyonu Bayrampaşa Cezaevi'nde yaşayan, 2001 yılında Tekirdağ F Tipi Cezaevi'nden tahliye olduktan sonra direnişin talepleri doğrultusunda dışarda yoğun çaba harcayan ve temaslar yürüten TİKB dava tutsağı Hasan Selim AÇAN'la yaptığımız röportajı yayınlıyoruz:


- 19 Aralık 2000 katliamı sırasında siz Bayrampaşa Cezaevi’ndeydiniz. Saldırı nasıl başladı; operasyonun başladığını ne zaman, nasıl farkettiniz?
Selim Açan: Bir saldırı olasılığına karşı ‘malta’ olarak adlandırılan ana koridora, PKK’liler dışında her koğuştan birer nöbetçi çıkarılıyordu. Bizim koğuş adına çıkan nöbetçinin sabaha karşı; “Herkes kalksın! Orta katta anormal bir hareketlilik var!..” uyarısıyla yataklardan fırladık. Herhangi bir olağanüstü gelişme durumunda vakit yitirmemek için zaten tetikte ve yarı giyinik yatıyorduk. Ayakucumda hazır beklettiğim pantalonumu daha ayağıma tam geçirememişken -yani en fazla 30-40 saniye içinde- bombalar patlamaya, silahlar takırdamaya başladı. Anlaşılan perde açılmış ve büyük saldırı başlamıştı! Saatime baktım, 04:57’yi gösteriyordu.

Saldırının o ilk anlarında, bizlerde ‘panik’ yaratma düşüncesiyle ağırlıklı olarak ses bombalarıyla gözyaşartıcı bombaların kullanıldığını tahmin ediyorum. Bu arada sık sık seri atış (tarama) biçimini alan yoğun silah sesleri geliyordu. Havalandırmaya atılan bombaların çıkardığı duman ve gazın yoğunluğundan karşımızdaki koğuşu bile kısa bir süre içinde göremez hale geldik. İlk gaz kokularıyla birlikte gözlerimizden de sicim gibi yaş akmaya başladı. Böyle bir operasyon sırasında gazdan korunabilmek için, elimizdeki olanaklarla önceden maske ve gözlükler hazırlamıştık. Gerçi bunlar pet şişelerden yapılmış son tahlilde ‘ilkel’ şeylerdi belki ama, zaten gaz o kadar yoğundu ki, bizim o gariban maske-gözlük tertibatı anında iflas etti. O andan itibaren, karbonatlı suda ıslatılmış havlularla ağzımızı-burnumuzu kapatarak nefes almaya ve kendimizi korumaya çalıştık. Bu arada biz de hızlı hareket ederek, giriş kapısı başta olmak üzere koğuşun önceden belirlediğimiz noktalarına önceden hazır ettiğimiz malzemelerle hemen barikatlarımızı kurduk.

Bu ilk dalga 07:00-07:30’a kadar sürdü. Artık gün ağarmıştı. Çevreyi görebiliyorduk; bu arada radyo ve televizyonlardan 19 cezaevinde daha benzer operasyonlar düzenlendiğini öğrendik.

- O ilk dalganın arkası nasıl geldi, sonra neler yaşandı?
İlk dalgayla birlikte ortalık zaten ‘savaş alanına’ dönmüştü. Alt kattaki barikatları iyice sağlamlaştırdıktan sonra ara merdivenlere de iki ek barikat daha kurarak, hepimiz üst kata çekildik.

Günün iyice ışımasından sonra, seslerden çıkarabildiğimiz kadarıyla saldırıda bir duralama oldu. Fakat bu arada hemen her yerden balyoz, kompresör ve iş makinalarının sesleri geliyordu. Öyle sanıyorum ki o kesitte -sabah saat 08:00-10:00 arasında-, zaten direnme diye bir niyet ve düşünceleri olmayan PKK’li tutsaklarla konuşup havalandırma duvarlarını yıkarak onları tahliye ettiler.

Saat 10:00 sularında DHKP-C koğuşlarının oralardan gelen bomba ve silah sesleri tekrar yoğunlaştı. Bizim havalandırmalara da taciz ateşini sıklaştırıp ara ara bomba atıyorlardı ama çatıdan arkalara doğru sandık sandık bomba taşıdıklarını görüyorduk. Bir süre sonra arkalardan yükselen dumanları da görmeye başladık. Gaz bombalarının artık aşina olduğumuz beyaz dumanlarına koyu siyah dumanlar karışıyordu. Büyük bir yangın çıktığı belliydi; ama bunun özel olarak kullanılan yangın bombalarıyla devlet tarafından çıkarıldığını çok geçmeden yaşayarak gördük.

Saat 11:00’e doğru bizim oralarda da tekrar saldırı yoğunlaştı. Kullanılan gazın haddi hesabı yoktu; kurşunlar ise artık hedef gözetilerek sıkılıyor, hareket eden herkes veya sürünerek hareket ettiği farkedilen her yer derhal ateş altına alınıyordu.

Bu kez o kadar yoğun ve o kadar farklı gaz bombaları kullanılıyordu ki, aldığımız tüm önlemlere rağmen nefes alamaz hale gelmiştik! Ne ağzımızı burnumuzu ıslak havlularla kapatmak kar ediyordu, ne de dudaklarımızı adeta emercesine beton zemine yapıştırmanın artık bir faydasını görebiliyorduk!.. Ciğerlerimiz patlayacak gibiydi. Halepçe Katliamı geldi o an birden aklıma. O katliamın adeta simgesi haline gelen bir fotoğraf vardır; bir baba ile küçücük kızının birbirlerine sarılmış bir vaziyette bir kaldırım kenarı ya da duvar dibinde soluksuz kalışlarını gösteren fotoğraf… O geldi aklıma ve o görüntü, kendimi kaybetmeyip dişimi sıkma kararlılığımı perçinledi adeta!

Nefes alabilmek için vurulmayı göze alarak kafalarımızı pencerelere dayadık. Bazı arkadaşlar, çok fazla gaz yuttukları için yerlerinden dahi kalkamayacak durumdaydılar. Birbirimize destek olup onları da pencerelere kaldırdık. Gözlerimiz ve ciğerlerimiz sanki alev alev yanıyordu. Bunun dışında hepimiz öğürüyor, öksürüyorduk. Bu arada rüzgar yetişti imdadımıza. Rüzgarın yön değiştirmesiyle birlikte gazın yoğunluğu giderek hafifledi. Gaz iyice dağılınca, karşımızdaki C-4 koğuşundaki arkadaşların alt kattaki yemekhanenin dip tarafında toplandıklarını gördük. Tam bu sırada hemen arkamızdaki kadınlar koğuşundan zılgıt sesleri ve “Devrim şehitleri ölümsüzdür!” sloganı gelmeye başladı. O anda nasıl ve kimler olduğunu bilemediğimiz şehitler olduğunu anladık. Saatime baktım, 11:30 falandı. Kadınlardan gelen sloganlara biz de sloganlarla karşılık verince üzerimize anında ateş açıldı.

- Yangın bombaları kullanılarak koğuşlar bu dalga sırasında yakılıyor galiba, öyle değil mi?
Evet, en azından bizim görebildiğimiz kadarıyla öyle. Önce tam karşımızdaki C-4 koğuşunun yakılışına tanık olduk. Saat 11:40 civarıydı. C-4’ün üst kattaki yatakhane girişine yukardan kapsül gibi bir şey düştü. Anında betondan alevler yükselmeye başladı. Oraların boş beton olduğunu bildiğim için, ‘ilk parlamadan sonra herhalde kendiliğinden söner’ diye düşündüm; ama yanılmışım. Atılan cisim muhtemelen napalm ve benzeri bombalarda da kullanılan fosfor içeriyordu ki, betonu bile tutuşturdu! Alevler kısa sürede o kadar hızlı yayılıp büyüdü ki, 5 dakika falan sonra pencerelerden alev dilleri fışkırmaya başladı. Bir süre sonra bütün üst kat cayır cayır yanıyordu. Pencerelerin kalın demirleri, ranzalar resmen balmumu gibi eriyordu. Bu arada C-4’ün hemen arkasındaki C-5’ten de benzer koyu siyah dumanlar yükseliyordu.

Tüm bunlar 11:30-12:00 arası yarım saat içinde cereyan etti. Ardından yine bir bomba sağanağı başladı. Yine göz gözü görmez oldu, yine nefes alamaz hallere düştük, yine… yine…

Duman dağıldığında C-4’ün düştüğünü farkettik. Arkasındaki MLKP koğuşu da muhtemelen düşmüştü, çünkü oradan da ses seda gelmiyordu. Saat 13:00’ü biraz geçiyordu. Bu kez bizim hemen arkamızdaki kadınlar havalandırmasından çığlık sesleri ve “Yanıyorlar… yanıyorlar!..” haykırışları gelmeye başladı. Belli ki onların orada da yangın çıkarmışlar ve bazı arkadaşlar alevlerin arkasında mahsur kalmışlardı. Zaten bombaları öncelikle kapı ve merdivenlere yakın noktalarda açtıkları deliklerden atıyorlardı. C-4 yatakhanesi gözümüzün önünde böyle yakıldı. Akşam, bu kez bizim bulunduğumuz katta da yangın böyle çıkarıldı.

İkinci büyük dalgadan sonra 16:00-16:30’a kadar geçen sürede de bir hız kesilmesi yaşandı. Gerçi arada bir taciz ateşi falan açılıyordu ama bunlar önemli değildi. Bu sükunetin nedenini gece Edirne’ye götürülürken öğrendik. Meğer DHKP-C koğuşları da o saatlerde -yani 15:00-15:30 civarında- düşmüş. Zaten o kesitte bomba ve silah seslerinden çok, dörtbir yandan kompresör, balyoz ve iş makinalarının sesleri geliyordu. Bizim bulunduğumuz katta da ön ve arka taraflardaki hücrelerin tavanları delinmeye çalışılıyordu. Bizim koğuş, zamanında ‘revir koğuşu’ olarak yapılmış; onun için hangar tipindeki büyük koğuşlardan farklı olarak dar bir koridora açılan küçük küçük hücrelerden oluşuyordu.

- Akşamüzeri başlayan son büyük saldırı dalgası, sizin koğuştaki direnişin de kırılmasıyla noktalanıyor galiba; yanılıyor muyum?
Hayır yanılmıyorsun. Saat 17:00’ye doğruydu, bomba ve kurşunlar yeniden yağmaya başladı. Ama ne yağma!.. Bu kez, karşımızdaki C-4’ün çatısına ve yangının söndürüldüğü üst katına da mevzilenmişler pervasızca tarıyorlardı. Birbirleriyle yaptıkları konuşmalardan bizim alt kata da girdikleri anlaşılıyordu.

Hem kurşunlardan korunabilmek hem de hava alabilmek için yine tek sıra halinde koridor pencerelerinin altına mevzilenmiştik. Üzerimize kat kat kalın giysiler giymiştik, yüzümüzü ve ellerimizi ıslak havlu ve battaniyelerle korumaya çalışıyorduk. Ama ne fayda!.. Gazın yoğunluğu, sabah ve öğlenkilere rahmet okutacak derecede artmıştı. Asıl, sinir gazı gibi yeni bir tür bomba kullanmaya başladılar ki, etkisi anlatılır gibi değil… İnsanı tam anlamıyla soluksuz bırakmanın dışında, elektrik akımına tutulmuş gibi tir tir titretiyordu. Gece Edirne’ye götürülürken Tuncay yoldaş, “Parmak uçlarımdan sanki içime bir şey akıyor ve beynim boşalıyormuş gibi bir duyguya kapılıyordum” şeklinde tanımlamıştı o lanet gazın etkisini. Edirne’de karşılaştığımız Çanakkale ve Bursa’dan gelen arkadaşlar da benzer şeyler anlattılar: “İnsanlar kontrollerini kaybediyorlar, bağırıyor, çığlıklar atıyor, daha sonra kendilerini halüsinasyonlar gördükleri bir uykudan uyanmış gibi hissettiklerini söylüyorlardı” dediler. Benzer şeyler bizim orada da yaşandı.

İçeriye düşen bombaların epey bir kısmını -vurulma riskini göze alarak- tekrar havalandırmaya attığımız veya üzerine ıslak battaniye örterek etkisizleştirdiğimiz halde içerde kalmak gitgide güçleşiyordu. Buna rağmen direnmekte kararlıydık, kimsede teslim olma düşüncesi yoktu! Fakat karşımızdakiler de yüklendikçe yükleniyorlardı. Biraz soluklanabilme fırsatını bile artık fazla tanımadan dalga dalga bindiriyorlardı. Operasyonu yönettiği anlaşılan bir subay, megafonla sürekli olarak, “Geriye bir tek sizin koğuş kaldı. Ama biz Bayrampaşa’nın işini bu gece bitirmekte kararlıyız! Ya kendi kararınızla çıkacaksınız ya da sizi böcekler gibi filitleyeceğiz veya teker teker vuracağız! Tercih sizin!..” anonsunu yapıyordu. Bu arada bizim içerde kaç kişi olduğumuzu çok merak ediyorlardı. Sözünü ettiğim subay, elindeki megafonla çatı, havalandırma ve muhtemelen alt kattakilere ayrı ayrı sordu, “İçerde kaç kişi var?” diye. En kabadayısı 3-4 kişi olduğumuzu tahmin ediyorlardı. Gece 14 kişi olduğumuz gördükleri zaman çok şaşırdılar. Üsteğmenlerden biri, “Bu kadar adam nereye sığdınız, bu kadar zaman içerde nasıl durabildiniz?” diye ifade etti bu şaşkınlığını.

Artık o kadar yoğun gaz kullanıyorlardı ki, aynı koridorda az ötemizdekileri bile göremez hale gelmiştik. Bir taraftan gaz, bir taraftan kurşun yağmuru varken bunların üzerine bir de yangın bindi. Saat artık akşam 20:00’ye yaklaşıyordu; koridorun girişinde bulunan, yani bizim çıkabileceğimiz tek yerin ağzında bulunan tuvalet ile ondan sonra gelen 1. ve 2. hücrelerden alevler fışkırmaya başladı. İşin kötüsü suyumuz tükenmeye yüz tutmuştu. Çünkü her gaz saldırısı sırasında hem soluk alabilmek hem de derilerimizi yanmaktan koruyabilmek için, ellerimizdeki havluları sulara batırıp batırıp yüzümüze tutuyorduk.

Çok geçmeden, baştan 4. ve en arkadaki 9. hücrelerde de yangın çıktı. Tam anlamıyla “iki ateş arasında” kalmıştık. Alevlerle aramızdaki bağlantıyı kesebilmek için aradaki leğen, bidon, battaniye, vb. türü eşyaları elden ele geçirerek boş odalara veya uzaklara atmaya çalışıyorduk. Fakat sürekli ateş altında tutulduğumuzdan bu kolay olmuyordu. Üstelik yerler su ve cam kırıkları içindeydi, alevler de çok hızlı büyüyor ve yayılıyordu. Biz arka tarafta belli bir kontrol sağlayabilmiştik, fakat ön tarafta daha fazla hücre yandığı için oradaki arkadaşlar zorlanıyorlardı. Nitekim Turan Tarakçı bu çabalar sırasında vuruldu. Yarası ağırdı ve kan kaybediyordu. Biraz daha geriye, ön grupla bizim aramıza çekerek yarasına tampon yapmaya çalıştık. Tam bu sırada, önünde uzandığımız 7. hücrenin tavanında açılan delikten bir el feneri uzandı. Etrafı taradıktan sonra bizleri farkedince fener söndü. Hemen ardından korkunç bir patlama sesi duyuldu. El bombası atmışlardı. Patlamayla birlikte etrafa şarapnel ve cam parçaları fırladı. Bunlardan birinin belime saplandığını daha sonra farkettim. Hemen arkamdaki İsmail Yüce de çeşitli yerlerinden yaralanmıştı.

Artık önde, arkada her yer yanıyordu. Alevlerden olabildiğince uzak durabilmek için birbirimizin üzerine yığılmıştık adeta. Olabildiğince sıkışıp büzüldüğümüz halde alevlerden uzaklaşamıyorduk. Çünkü toplam 9 hücreden 2’si hariç hepsi yanıyordu. Ayakkabımın tabanındaki lastiğin bile yumuşadığını hissettim. Elimizin altında kalan bir şişe suyu ayakkabılarıma ve paçalarıma dökerek giysilerimin tutuşmasını geciktirmeye çalışıyordum. Bu sırada önlerdeki arkadaşlardan, “Yapabilecek hiçbir şeyin kalmadığını, tutuşmak üzere olduklarını” belirterek “Çıkalım!” önerisi geldi. Dişimizi biraz daha sıkmaya çalıştık ama çok sürmedi. Hepimiz mutabık kalarak çıkmaya karar verdiğimizi duyurduk.

Merdivenlerde özel donanımlı subay ve astsubaylar tarafından karşılandık. Ortalık zifiri karanlıktı, her yer yanmış ve yıkılmış, etrafa demir ve beton parçaları dağılmıştı… Bizi karşılayanların tuttukları fenerlerin ışığında maltaya çıktık. Malta tam anlamıyla ana baba günüydü. Yüzlerce subay, astsubay ve er, ikişer üçer sıra oluşturacak şekilde maltanın iki tarafına dizilmişlerdi. Erlerin çoğu robocop giysili, subay ve astsubayların çoğu ise ileri teknoloji ürünü teçhizatla donanmıştı. Koğuş kapısının ağzında herbirimizi ince bir üst aramasından geçirdikten sonra, ikişer ikişer birbirimize kelepçelemeye başladılar. Yanıma gelen bir üsteğmen “içerde başka kimse olup olmadığını” sordu. Varsa söylememi istedi. Çünkü girmeden evvel koğuşu tekrar bombalayacaklarmış! Herhalde bir bubi tuzağıyla karşılaşmaktan korkuyorlardı. Sonra herbirimiz bir astsubay ve refakatindeki erlere zimmetlenerek arka taraftaki tabur barakalarının oraya götürülmeye başlandık ama o koridordan çıkıp arkaya gidene kadar tekme, yumruk, dipçik, cop darbesi inmeyen yerimiz kalmadı.

- Devrimci kamuoyunda da genel kamuoyunda da, özellikle Bayrampaşa’da daha inatçı ve daha uzun süreli bir direniş sergileneceği beklentisi yaygındı. Fakat Ümraniye ve Çanakkale dışında kalan diğer bütün cezaevleri gibi Bayrampaşa da sanki beklenenden daha erken ve daha çabuk düştü. Sizin bu konudaki değerlendirmenizi öğrenebilir miyiz?
Sorunun yanıtı hayat tarafından verilmiş zaten! Tarihsel bir gerçek olarak bütün çıplaklığıyla ortada duruyor. Aklı olan herkes bunun üzerine biraz düşünür; hiç olmazsa bugün ve gelecek açısından gerekli sonuçları ve dersleri çıkarır. Bunların en başına da; cezaevlerinde özellikle de ideolojik-politik kimliğimize ve kişiliğimize yönelik saldırı ve dayatmalara karşı net bir duruş ve direniş sergilemeyen bir ‘devrimciliğin’ devrimci olarak kalamayacağını, öte yandan kendini giderek sadece ‘cezaevlerinde direniş’ temelinde varedip sürdürmeye çalışan bir devrimciliğin de aynı akıbetten kurtulamayacağını yazmak gerekir herhalde. Tabii, ne kadar geniş haklara ve olanaklara sahip olunursa olunsun, cezaevlerini “kurtarılmış bölge” olarak görmek gibi bir akılsızlığa da bir daha kapılmamak gerektiğini bu ilk derse eklemek kaydıyla!

Yalnız, Bayrampaşa’nın 19 Aralık’ta “yeterince direnmediğini” düşünmek haksızlık ve insafsızlık olur. Ama konumu ve misyonu açısından düşünüldüğünde, ‘kendisinden beklendiği gibi’; olanakları ve potansiyelleriyle birlikte düşünüldüğünde ise ‘olması gerektiği gibi’ direndiğini iddia etmek de, gerçeğe aynı ölçüde saygısızlık olur.

- O zaman sizce Bayrampaşa neden bu kadar “çabuk” düştü?
Bu konuda da aşırı basit açıklamalardan, ‘tekleştirilmiş’ nedenlere dayalı indirgemecilik ve düzleştirmelerden uzak durmak gerekir. Bayrampaşa’nın kendisinden beklenen direnişi sergileyememiş olmasının bir değil, bir sürü nedeni var. Belki de bu nedenlerden önce ya da bu nedenler kapsamında ilk olarak Bayrampaşa hakkındaki abartılı beklentilere de kaynaklık eden “Bayrampaşa efsanesi”nin kendisini tartışmak gerekiyor. Bayrampaşa olduğundan daha farklı, daha fazla, yani şişirilmiş ‘hormonlu bir gerçek’ olarak yansıtılmıştır bana göre kamuoyuna! Farklı amaç ve niyetlerle de olsa, hem devlet yapmıştır bunu hem de bazı örgütler… 12 Mart dönemi, 12 Eylül ve 1994 sonrası itibariyle, toplamı 15 yılı aşan bir süre 8-9 farklı cezaevinde yattım. Bayrampaşa Cezaevi kadar içi boşalıp dışı kabuk bağlamış, devrimci ruhunu kaybedip aristokratlaşmış, “devrimci politika”nın garip bir atraksiyona dönüştürülüp biçimlere ve ritüellere indirgendiği başka bir cezaevi görmedim!.. Örneğin bu yönden baktığımızda, “19 Aralık, gerçekte olduğundan fazla şişirilmiş bir balonu söndürmüştür” diyebiliriz.

Fakat bir başka yönden baktığımızda, devlet Bayrampaşa’ya diğer bütün cezaevlerinden biraz daha farklı ve özel bir ağırlıkla yüklenmiştir. Bu da bir yönüyle belki yine yukarda andığımız abartının bir sonucudur ama 19 Aralık günü de maddi bir gerçek olarak karşımıza çıkmıştır. Ümraniye dışında diğer bütün cezaevlerinde operasyon ağırlıklı olarak İl Jandarma Alay Komutanlıkları'na bağlı sıradan birliklerle yapılmıştır. Ama Bayrampaşa’ya, Ankara ve İstanbul’dan bu operasyon için aylarca özel eğitime tabi tutulan özel birlikler getirilmiştir. Fakat bütün bunlar bir yana, Bayrampaşa 19 Aralık’a asıl hazırlıksız yakalanmıştır.

- Nasıl yani?
Basbayağı! Bayrampaşa 19 Aralık saldırısına gerçekte ‘hazırlıksız’ yakalanmıştır! Bu, her şeyden önce kafaca bir hazırlıksızlıktır! O gün ya da bugün, kim tersini kanıtlamak için hangi yaygarayı koparırsa koparsın, maddi olgular ve sonuçlarla ortada olan bu gerçeğin üzerini örtemez! Düşünün ki adamlar, istendikten sonra pekala denetim altına alabileceğimiz orta maltadan cezaevine sızıyorlar. Bütün havalandırmaları ateş altına alabilecek şekilde her yere mevzileniyorlar. Ve nihayet harekete geçip alt maltadan da içeri girmeye başlıyorlar. Bayrampaşa olarak biz ancak o zaman uyanıyoruz saldırının başladığına!!! Baskın o kadar geç farkediliyor ki, karşımızdakiler de “Bayrampaşa efsanesi”nin baskılanmasıyla aşırı korkak hareket etmeseler, birçok koğuşu yatakta basmaları işten bile olmazdı herhalde!!! Bayrampaşa geçmiş yıllarda -bırakalım adeta randevulu gelen böyle bir baskını-, başka cezaevlerinde gerilim yaşanan günlerde bile bu kadar rahat ve gevşek hareket etmemiştir.

- “Randevulu baskın” diye bir deyim kullandınız. Bunu biraz açar mısınız?
19 Aralık saldırısı, öyle beklenmedik bir zamanda gerçekleştirilen ‘ani’ bir baskın falan değil! Göstere göstere geldi. Ayrıca böyle bir operasyona girişilmesinin kesin olduğu istihbaratı DHKP-C ve o zamanki TKP(ML) temsilcilerine önceden iletilmiş. Ama onlar, içinde bulundukları ruh hali ve siyasal körlük nedeniyle, kendilerine iletilen bu bilgiyi ne diğer devrimci örgütlerle paylaştılar ne de kendileri ciddi bir önlem almışlar!

Biliyorsunuz bu iki örgüt (ve peşlerine takılan TKİP), erken ve zamansız olduğu kadar da bölücü bir tutumla ÖO’ya başlamışlardı. Soruna “ölümler olmadan” bir çözüm bulma çabası içine giren malum arabulucu heyetleri devreye girmişler, Bayrampaşa’ya gelip gidiyorlar ve bu iki örgütün temsilcileriyle görüşmeler yapıyorlardı. Bu görüşmeler faslı, bunlar sırasında nelerin pazarlıklarının nasıl yapıldığı, hangi zigzagların çizildiği, nasıl sorumsuz ve ciddiyetsiz tutumlar sergilendiği başlı başına ele alınıp kamuoyununun her şeyden önce dürüst bir biçimde bilgilendirilmesi gereken ayrı bir konudur. Bunların sonuncusunda, yani Yücel Sayman’ın basına görünmemek için Bayrampaşa’ya arka taraftaki Özel Tip kapısından girdiği gece, daha önce -galiba 11 Aralık gecesi- yapılan görüşmeler sırasında önce “Evet” denilip yarım saat sonra cayılan bir teklif temelinde son bir uzlaşma çabası da sonuçsuz kalınca, arabulucular, bu konuda aldıkları istihbaratları da aktararak kesinlikle bir operasyon yapılacağını ısrarla ve defalarca söylüyorlar: “Bizim yapabileceğimiz bir şey kalmadı. Şimdi biz gidiyoruz ama bundan sonra gelenler artık operasyon için gelecekler ve şunu da bilin, bunun da eli kulağında….”

Fakat işin başından beri F tipi saldırısının cezaevlerine yönelik daha önceki saldırılardan farkını göremedikleri gibi dargrupçu hesaplarla da gözleri karardığı için bütün süreç boyunca akılalmaz bir siyasal körlük sergileyen 'sol' tasfiyeciler, bu uyarıları ciddiye almıyorlar.

Operasyona hazırlıksız yakalanmanın da temelini oluşturan F tipi saldırısının gerçek amacını ve hedeflerini, dolayısıyla bunun önceki saldırılardan farkını ve işin ciddiyetini kavrayamadıklarını, operasyon sırasında direniş adına sergilenen kimi tutumların yanlışlığından da görebiliriz. Örneğin kendini yakmalar… 19 Aralık günü bu eyleme girişen devrimcilerin altını çizerek ifade ettikleri korkusuzluğa ve sergiledikleri örgüt adamlığı tutumuna saygı duyarız. Zaten bizim eleştirimiz onlara değil, seçilen eylem biçimi ile onun arkasındaki politika ve mantığa yöneliktir. Katliamı zaten göze almış, hatta belli sınırlar içinde bunu amaçlayarak girişilen bu operasyonun önünün bu tip eylemlerle alınabileceği nasıl düşünülebilmiştir? Nitekim, bunların operasyonun önünü kesmek şurada dursun, hızını bile kesmediği 19 Aralık günü pratikte de yaşanarak görülmüştür! Hatta daha fazlası görülmüş; böyle bir operasyonun niyet ve amaçları görülemediği için düşüncesizce belirlenen bu biçim, devletin gazla boğarak, kurşunlayarak ve bizzat yakarak gerçekleştirdiği katliam gerçeği konusunda kamuoyunda bir bulanıklık ve tereddüt yaratabilmesine zemin sunmuştur. İşledikleri akılalmaz hataların ve suçların üzerini örtme çabası içerisinde çırpınıp duran birileri hala, bu eylemleri gerçekleştiren devrimcilerin kararlılıkları ve yiğitlikleri üzerine vurgu yapıp dikkatleri sırf bu sınırlar içine hapsetmeye çalışabilirler belki ama gerçekler acıdır ve inatçıdır. Seçilen bu biçim, direnişi güçlendirici değil devletin yaptığı katliamın üzerini, en azından bir dönem için sis bulutuyla perdelemesini kolaylaştırıcı bir sonuç doğurmuştur.


F tipi saldırısının, dolayısıyla 19 Aralık Katliamı'nın içeriğini ve amacını kavrayamamanın 19 Aralık günüyle sınırlı bir diğer örneği, Bayrampaşa’da sergilenmiş. Gece Edirne’ye götürülürken yolda anlatıldı. Murat Ördekçi’nin ölümsüzleşmesiyle onlarca devrimcinin ağır bir biçimde yaralanması, operasyon sırasında havalandırmada halay çekilmeye başlanması sırasında gerçekleşmiş. Zaten seni katletmek amacıyla gelmiş ve işini de bir an önce bitirme çabası içinde olan, üstelik faşizm gibi bir düşmanla çarpışırken, tamamen çıplak ve korunmasız bir biçimde havalandırmaya çıkıp halay çekmeye kalkmak hangi akla hizmettir?!! Ulucanlar Cezaevi Direnişi'nin özel koşullarında doğmuş bir tutumu aynen kopyalamaya çalışmanın cesaret ve kararlılıkla ne ilgisi vardır? Bu sadece senin karşındaki düşmanın hangi amaçla geldiği konusunda hala uyanamamış olduğunu gösterir. Olayı anlatan DHKP-C’li tutsakların bizzat kendileri de ifade ettiler: Bu düşüncesizce hareket karşısında adamlar bile önce kısa bir şaşkınlık yaşamış, ardından da siperlendikleri bütün çatılardan ve pencerelerden basmışlar kurşunu… O havalandırmadaki direniş, en ağır darbeyi bu düşüncesizce hareket üzerine yemiş. Murat’ın dışında galiba Cengiz Çalıkoparan da bu sırada şehit düşmüş; çok sayıda arkadaş, hem de ağır bir biçimde yaralanmış. Zaten yaralı sayısının çokluğu dışında bir de dar bir alana sıkışılıp kalındığı için, öğleden sonra erken bir saatte çıkma zorunluluğu doğmuş. Savaş bir cesaret işidir ama ondan da önce bir akıl işidir. Şimdi hangi demagoji ve yiğitlik edebiyatı bu akılsızlığın üzerini örtebilir? Askeri Allahuekber Dağları’nda kırdıran Enver Paşa kafası, harp tarihlerinde ‘cesaret’ veya ‘cüret’ örneği olarak değil başka sıfatlarla anılır.

- Özellikle devrimci-demokrat kamuoyunda yaygın olarak sorulup tartışılan konulardan biri de, 19 Aralık operasyonunu önlemenin mümkün olup olmadığı… Daha önceki röportajlarınızdan birinde, akılcı bir manevrayla bunun ihtimal dahilinde olduğunu hissettirmiştiniz. Son olarak bu konuyu da biraz açar mısınız?
Bu konuda dün ne diyorsak bugün de aynı görüşteyiz! Üstelik o zamanlar sonuçta, düşünsel bir tahlil ve öngörüye dayalı olarak yaptığımız değerlendirme ve uyarıların, sürecin daha sonraki gelişimi sırasında yaşanan somut gelişmeler ve olgular tarafından da doğrulanmasının verdiği bir güvenle tekrarlıyoruz bugün bunları.

19 Aralık operasyonunun önünü almak mümkündü! Bu fırsat hem de iki kere geldi ’sol’ tasfiyecilerin önüne. Birincisini 4 Aralık tarihinde yaptığımız yazılı bir öneriyle biz sunduk kendilerine; ondan bir hafta kadar sonra da, arabulucu heyetlerle yaptıkları görüşmeler sırasında bizzat kendilerinin önce “Tamam” dedikleri bir formülün sonucu olduğunu daha sonra öğrendiğimiz bir gelişme yarattı bunun elverişli zeminini. Ama ikisini de değerlendiremediler, çünkü durumun ve gidişin farkında değillerdi!

Tutarlı bir devrimci militanlıkla aklı beş karış havada gezmeyi -özellikle de propaganda ve ajitasyon söz konusu olduğu zaman- birbirine karıştıran altı boş “sol” keskinliğin daha sonra üzerinde çok demagoji ve spekülasyon yapacağından adımız kadar emin olduğumuz halde, 4 Aralık 2000 tarihli mektubumuzda, erken ve zamansız bulduğumuz ÖO eylemine “ara vermeleri” önerisinde bulunduk! Çünkü, F tiplerine karşı mücadelenin talepleri konusunda dışa karşı farklı bir görünüm çizerlerken pratikte, hem o sırada sürdürdükleri kendi eylemlerinin yaptırım gücünü zayıflatan hem de F tiplerine genel karşı çıkışın zeminini zayıflatan zigzaglar çiziyorlardı. Daha açık bir ifadeyle, liberal aydınların bile F tiplerinin kendisine karşı çıkmaya devam ettikleri ve muhalefetin “F tipleri açılmasın!” sloganı temelinde yükselmeye devam ettiği bir kesitte onlar daha işin başında, “9 kişi mi yoksa 12 kişi mi?” temelindeki pazarlıkların tarafı olmuşlardı!!! Bu tutarsız ve istikrarsız gidişin doğurabileceği felaketli sonuçların önüne geçme sorumluluğu ve düşüncesiyle yaptık biz o öneriyi; “Eylemi böyle sürdüreceğinize şimdi ara verin, yarın bir gün hep birlikte daha güçlü bir biçimde tekrar başlarız” dedik. Bu aynı zamanda, önünü arkasını fazla hesaplamadan atıldıkları bir maceradan çıkabilmeleri için onlara gösterilen bir çıkış yoluydu. Ama ne fayda! Gözleri dargrupçu küçük hesaplarla kararmış, sürecin mahiyetini bile tam çözememiş küçük burjuva kafa, ne bu mesajı alabildi ne de uzattığımız dalı tuttu! Bunun yerine, “12’ye beş kala TİKB bizden eylemi bırakmamızı istiyor” temelinde dedikodu ve demagoji yaptılar. Bu 12’nin gerçekte hangi 12 olduğunu çok değil 15 gün sonra hep beraber görüp yaşadık!

Bundan bir hafta kadar sonra, dönemin Adalet Bakanı o bilinen demecini verdi. Ne diyordu o demeçte? “F tiplerinin açılışını erteleyeceğiz! Toplumsal mutabakat sağlanmadan, demokratik kuruluşların da kabul edip onaylayacakları düzenlemeleri yapana kadar F tiplerini açmayacağız!” Bunu söyleyen elbette bir burjuva politikacısı, üstelik iktidarsız kukla bir bakan. Ama o bu sözleri bütün dünyanın önünde ve devlet adına verdi. Bu demeç üzerine bir parça akıl ve feraset gösterilse, örneğin kamuoyuna, “Cezaevlerindeki devrimci tutsaklar olarak biz ne bu bakana ne de bu devletin verdiği sözlere güveniyoruz ve güveniriz! Ama mademki o bu demeciyle, demokratik kurumların ve bizim de güven duyabileceğimiz kamuoyu temsilcilerinin hakemliğini kabul ediyor, F tiplerinin açılışını erteliyor ve onların onayı olmadan bu cezaevlerinin açılmayacağı sözünü dünyanın önünde veriyor, o zaman bizler de bu yönteme bir şans tanımak amacıyla eylemimizi askıya alıyoruz!” şeklinde bir açıklama yapılsaydı kim ne kaybederdi?

Biz ne yapacağımızı bildikten, kendimizden ve güçlerimizin duruşundan emin olduktan sonra devrimciliğimiz ve direniş adına bir kaybımız olmazdı. Ama devletin, “F tipleri falan bahane. Bunların derdi başka…” demagojisi başta olmak üzere, 19 Aralık Katliamı için kullandığı bahaneleri hasmımızın elinden almış olurduk. Bırakalım kamuoyunu, en yakın destek güçlerimizi oluşturan ailelerimizin bile kafalarındaki soru işaretlerini ve tereddütleri dağıtmış olurduk. Bizim bu feraseti göstermemize rağmen diyelim ki devlet yine saldırıya kalkıştı. Biz yine direndiğimiz gibi ve direnebildiğimiz kadar direnirdik. Üstelik daha baştan sokaktaki insanın bile kafasında tamamen haklı ve meşru bir direniş özelliğine sahip olurdu bu. Ve sürecin akışı da kesinlikle 19 Aralık sonrasında olduğundan farklı olurdu!

O günün koşulları ve güç dengeleri içinde direnişin arkasındaki destekleri büyütüp pekiştirecek buna mukabil bize fazla bir şey kaybettirmeyecek bu bel çalımını atmak için çok fazla bir zeka, gelişkin bir taktik manevra yeteneği falan da gerekmiyordu. Bir parça mantık ve bir parça durup düşünmek yeterliydi! Ama bunu gösterebilmek için, sürecin karakterini ve amacını derinlemesine kavramış olmanın yanı sıra, aracı değil amacı merkeze alan, ÖO yapmış olmak için ÖO yapan değil F tipi saldırısını püskürtebilmek için gerektiğinde ÖO’yu da içeren çokyönlü bir direniş politikasına sahip olan bir stratejik yaklaşım gerekiyordu. Sol tasfiyecilerde olmayan da bunlardı!

Alınteri, 18 Aralık 2011

3053