Tutsak Partizanlar: Senin/sizin sesiniz değerli…
Merhaba…
Yine bir sabaha uyandık… Ve yine bir hercai Karadeniz havasına tabi ki… Alışmak gerçekten de zor… Bilen bilir... Dört mevsimin bir gün içerisinde yaşandığı bir asi diyor burası… Solunum yolları hastalıklarının da kronikleştiği bir yermiş zaten… Bir de bu diyarların soğuk duvarları ardında yaşıyorsunuz!
Kütüphane günümüzdü bugün… Kütüphaneye çıkacaktık, hazırlanmıştık... Alacağımız kitapların listesi ve götüreceğimiz kitaplar hazırdı. Bakmayın öyle! Hazırlanma isteyen, meşakkatli bir iş kütüphane işi…
Kitaplarımızın büyük bir çoğunluğu kütüphanede bize ayrılmış, küçük bir odada çünkü. Koğuşa alabileceğimiz kitap sayısı kişi başına 15 tane düşecek şekilde sınırlandırılmış. İlk başlarda 5 kitap şeklinde ön görülmüş, daha sonra ise 15 kitapta karar kılınmış.
Kitap sınırlaması bir süredir yaygınlaştırmak istedikleri bir şey. Kitapları sınırlayacak kadar sınırsız bir tecrit ağı örenlerin örümcek işleri, yaşamlarımızı zorlaştırıyor kuşkusuz… Oysa “bilgi çağındayız” değil mi... Bu çağda kitap sınırlaması da olsa olsa F-T-L-H tipi cumhuriyetlerde olur herhalde… Neyse ki F tipi hücrelere nazaran 16 kişinin bir arada kalabileceği görece kalabalık olabilecek yerlerdeyiz. Mevcudumuz da 9 olduğu için “çok şükür!” diyebiliyoruz şimdilik… Yarına da “Allah Kerim” diyelim!
Kütüphane günümüz demiştik değil mi? Çıkamadık tabi ki…
Kütüphane saati geçmeye başlayınca koğuş temsilcisi arkadaş, gardiyanlarla görüştü. . “Sonuç yine olumsuz” dedi arkadaş. Bu hafta da çıkamayacakmışız kütüphaneye… Bakanlığın “sevinmemiz” için verdiği açık görüş, kütüphanemizi engellemiş. Sizin anlayacağınız açık görüş verildiğine sevinemiyoruz… Üç haftadır da çıkamıyorduk zaten… Gemi battı… Hava yağışlı… Personel yok… Tadilat var… Yok, var… Yok… Var… Yok... Var…
Var ve yok gibi çelişik ifadelerin bile durumumuz açısından yarattığı sonuçlar aynı… Sonuç “var” olsa da, “yok” olsa da kütüphaneye çıkarılamıyoruz!
Koster hikayesi mi diyelim, yılan hikayesi mi yoksa… Varın siz karar verin… Ama fikrimizi sorarsanız hepsi aynı deriz… Ortada olan şey-şeyler… Oynamaya niyeti olmayan gelinin “yerim dar” demesini anımsatıyor bizlere…
Mektuplar geldi bugün ayrıca… Dışarıdan, daha doğrusu dışımızdakilerden ses almak güzel…
Bize de gazetedeki arkadaşlar faks göndermişler. Ocak ayına PŞTA dergisi çıkarılacakmış. Anladığımız kadarıyla hasta tutsaklarla ilgili bir bölüm olacak bültende, isabet olmuş! Bir süredir bu konuya dikkat çekip ses olabilmek için geceli gündüzlü bir çalışma yapıyorduk biz de…
Gerçi biz sorunun adını “Hasta Tutsaklar” olarak koymuyoruz. Kuşkusuz içeride ağır hastalığa yakalanmış, dahası ilerleyen zamanlarda uygulamalardan kaynaklı hastalığa yakalanabilecek (şimdilik hasta adayları diyelim) insanlar mevcut... Bu üzüntü verici bir durum. Yanı başımızdaki insanların gün geçtikçe ağır bir ölüm yolculuğuna zaruri gidişlerini görmek can sıkıcı…
Fakat esas mesele bu değil… Bu bir şeylerin sonucu… Seslerin, yaşamların boğulmak istendiği dipsiz bir kuyu söz konusu olan… Bu kuyu da her şey mümkün…
Mimari yapısıyla yasası-genelgesi-tüzüğüyle, uygulamacılarıyla büyük bir cendere oluşturulmuş ve bu cendereyle insana ait olan her şey yıkılmak isteniyor… Kişiyi neseleştirmek başlıca amaç!
O nedenle bizce sorunun adı “hasta tutsaklar sorunu” değil; faşizme bulanmış koyu bir tecrit saldırısıdır.
Böylesi bir kuşatma bir de ideolojik-politik nedenlerle yöneliyorsa, ortaya çıkan şey vahşet yüklü bir tablo…
Tutsakların ağır hastalığa yakalanmasında tecrit saldırısının etkisi sözkonusuyken, ayrıca hasta tutsaklara yönelmiş devletin intikam alma saiki durumu iyice katmerleştirmektedir. Evet evet… Yanlış duymadınız! Devlet hasta tutsaklardan intikam alıyor, ideolojik-politik kinini, nefretini kusuyor. Burası çok önemli bizce…
Güler Zere örneği var karşımızda… Hatırlanır… Çok açık ve net bir şekilde politik kaygılardan kaynaklı, Adalet Kurumu İstanbul Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Daire Başkanlığı, kesinlikle hapishanede kalamayacak durumda olan Güler’i, dalga geçercesine beş dakika içerisinde muayene etmiş ve “hapishanede tedavi edilmesinde sakınca yoktur” şeklinde karar alarak ölümüne neden olacak bir rapor hazırlamıştır.
Bu kararı veren yetkili ağızlardan Haluk İnce isimli halk düşmanı, katıldığı TV programında da politik kaygıları olduğunu net olarak ifade etmişlerdir.
Oysa ağır hasta olan bir kişinin tedavisini engellemek taammünden adam öldürmektir… Dahası İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre devletin tutukluların sağlığı ile ilgili önlemleri almaması-gereken tedaviyi sağlamaması işkence ve kötü muameledir.
Anlayacağınız, öyle işkenceyi bitirdik demekle olmuyor o işler! İşkence farklı şekiller altında yaşamımızın her anına yedirilmeye çalışılarak sürdürülüyor…
Mesela koğuş arkadaşımız Adnan Öztel’in “gözlerim kör oluyor arkadaş” çığlığı geliyor aklımıza…
Adnan “Behçet hastası” bir arkadaş… Behçet hastalığı, bağışıklık sisteminin dengesiz çalışması sonucunda yararlı hücrelere saldıran antikorların vücudun belli yerlerinde iltihap oluşturup ödeme neden olmasıyla tanımlanan bir hastalık… Behçet, tedavisi etraflıca ve önemsenerek yapılmadığı takdirde körlüğe neden olabiliyor.
Gözleri gün geçtikçe göremez hale gelen bir insanın çığlığı bu… Geç tedavi… Doktorların ilgisizliği… Sevklerin gecikmesi… İlaç kıtlığı (!), dahası bir de kullanılan “İmuran” isimli ilacın, Behçet hastalığının tedavisinde fi tarihinden kalma bir yöntem olduğunun yıllar sonra anlaşılması(!)… Hakikaten, bizce insanı ayrıca verem eder!
Şimdi yeni bir tedavi uygulanıyor. İki günde bir kullanılan ağır iğneler var. Onlar da zamanında kullanılmalı. Su misali anlayacağınız… On gün verip iki gün vermeyince bir anlamı kalmıyor.
Bunun için de az çarpışmadık! Eczacı ilaç vermez, rapor lazım der! Rapor için uzman lazım! Uzman için sevk lazım! Sevk için ring lazım! Ring için şoför lazım! Hepsini bir arada bulabilmeniz ise devr-i alem yapmak isteyen bir vatandaşın bunu 80 günde gerçekleştirmesinden daha zor!
Yok artık! diyebilirsiniz, ama yaşanan eksiksiz olarak bu… Ring olmadığı için bir hafta ertelenen sevk, daha sonra ring olduğu fakat şoför olmadığı için, daha sonra da ring ve şoför olduğu halde doktor müsait olmadığı için birer hafta ertelenmişti: Adnan’ın sevki. Aziz Nesin’i yad edelim, adamı zorla deli ederler hikayesi gibi yaşananlar…
En son ilaçların zamanında verilmemesi, iplerin koptuğu an oldu bizim için. Kapılar dövüldü ve ilaçların derhal getirilmesi istendi.
Şimdilik sorun giderilmiş gibi görünüyor. Lakin yaşananları münferit olarak değerlendirmediğimiz için andaki olayın “çözüm”ünün sorunu esaslı olarak gidereceğini düşünmüyoruz. Çünkü yaşananlar zihniyetle ilgili şeyler… Ve halkımız “Dervişin fikri ne ise, zikri odur” demiş. Sistemsel bir şeyden bahsediyoruz yani…
Mesela yine yoldaşımız Cemal’in sevk gününün açık görüş gün ve saatine gelecek şekilde ayarlanması olayı vardı. Ailesi uzaktan geliyor Cemal’in. Dolayısıyla hastaneye gitmedi. Tabi bu denk gelme işi tesadüf olabilir. Özel bir kasıt aramıyoruz ille de… Fakat yeniden sevkini yaptırmak için revire gittiğinde “Ailen de gelecek zamanı bulmuş, söyle gelmesinler o zaman!” şeklinde bir ifade ile sevkini yapmışlar. Bu cümleleri sarf eden düşüncenin hastalık üreten bir merkez gibi işlemeyeceğini kim iddia edebilir?
Yine Barış arkadaşımızın kelepçeleri açılmadan muayene ettiği için şikayet ettiği doktorun “Ne olacak canım, savcının yanına gidip çayımızı içip geri geliriz!” gibi bir rahatlık hissetmesi ne kadar sistemsel bir şeyde boğulmak istendiğimizi gözler önüne sermiyor mu?
O halde bizden yana karşı koyuşun da bütünlüklü olması gerekiyor. Papazı feda eden Müslüman Türk ve Kürt arkadaşların başına gelenin başımıza gelmesini istemiyorsak, bu sorunu sahiplenmeli ve bunu insanlaşma mücadelesi olarak görmeliyiz. Tecrit ağının dayanağı olan başta İnfaz Kanunu olmak üzere, onun ruhuna sinmiş teslim alma politikalarına karşı savaş açmalıyız! Bu politika teşhir edilmeli; bu politikanın sonucu olan ağır hasta arkadaşlarımız derhal serbest bırakılmalıdır!
Senin/sizin sesiniz değerli… Burada boğulmak istenen seslerle yaşamlarla amaçlanan sessiz-soluksuz bir toplumdur.
Sessiz bir toplum istemiyoruz!
Bugün P/C’li dostlarımıza, Hasan Ferit Gedik’in anısına ailelere göndermek için yaptığımız el emeği-göz nuru ürünlerimizi vermiştik. Ayrıca böylesi paylaşımlarla oluşan duygusal hava emin olun ki bizleri ayakta tutan şeyler…
Dayanışma yerel değil; evrenseldir ve sinerji yaratır. Buna hepimizin ihtiyacı var. Tecrit zulmüne ve cidarlarına karşı panzehirimiz budur!
Sevgiyle, bağlılıkla….
Bafra F Tipi Hapishanesi A-5 Tutsak Partizanları
(27 Aralık 2013)