Çarşamba Mayıs 22, 2024

Beni ve hamile eşimi çırılçıplak soydular!

Dışişleri eski bakanı Coşkun Kırca'nın, Kürt milletvekili K'ye cevap vermek için çıktığı meclis kürsüsünde, "Türkiye'de her Türk vatandaşı Türk'tür. Hepsi Türk'tür. Kendi vicdanınızda bunu hissediyorsanız öyledir; ama kendiniz sapmışsanız o zaman size ancak susmak ve susanlara karşı Türk devletinin gösterdiği sabırdan istifade etmek düşer, daha fazlası değil…"dediği günlerdi.


  "Beni eşim ve dört çocuğumla birlikte gözaltına aldılar. Neden gözaltına aldıklarını bilmiyordum. 'PKK'lileri saklıyorsunuz,' diyorlardı. Oysa PKK'lilerin yüzünü bile görmemiştim. Sonradan anlaşıldı ki bu bir bahaneydi. 'Bizim elemanımız ol,' diyorlardı. Kabul etmedim; çat pat konuşabildiğim Türkçemle, "Ben bu işlerden anlamam,"dedim, 'Önce beni, sonra da hamile eşimi soydular. Eşimin bağırtısı hâlâ çınlayıp durur kafamın içinde. Yaralı bir kuş gibi çırpınırken, soyundurmamaları için onlara yalvarıyordu. Ama onu duyan yoktu. Kimsesiz, çaresizdik. Allah bile duymuyordu feryadımızı. Bizi soyarken kahkahalarla gülüyorlardı. Çok utanıyorduk. Kollarımızdan asarak bayıltıncaya kadar copladılar. Bize yapılan o kötü muameleleri kendime bile anlatmaya utanıyorum. Unutmak istiyor ama unutamıyorum. 


Altı yaşındaki çocuğumun da gözlerini bağladılar. Aradan bir yıl geçtiği halde eşim kan kusmaya devam ediyor. Gecelerimiz cehennem oldu, eşim geceleri bağırarak sıçrıyor yataktan. Çocuklarım aşırı sinirli ve hep korku içinde.
Bugün o yaraların bedenimizdeki acısı geçti ama ruhumuzda açılan yaralar taptaze.  Bana ve eşime yapılan o şerefsizlikler hep gözümün önünde. Öyle şeylerdi ki, mezarda dahi unutulmaz."


Bu sözler K'ye derdini anlatmaya gelen Hakkari' li bir köylünündü.
"Zulme dayanamayınca köyü terk edip ilçeye geldik,"diye devam etti. 
Ne var ki orada da rahat bırakılmamıştı. Gözaltına alınan bir akrabası için gittiği karakolda adını verdiği bir subay, 'Gel, bi¬zimle çalış,"demiş ona. "Bazı köylerde öldürülecek vatan hainleri var, onları öldüreceksin. Öldüreceğin her kişi için sana otuz milyon lira para ya da bir kamyon dolusu sigara veririm,'demiş.
Gamlı bakışlarını yerden kaldırmadan,"Kabul etmedim,"dedi. Gülmeyi unutmuş kederli yüzü güneşte kuruyup kararmış bir deri gibi kırışmıştı. Çöp gibi incelmiş parmakları arasında tuttuğu sigarasından derin bir nefes çekerek devam etti: "Kendi insanımı nasıl öldürebilirim, köpek sütü mü emmişim?"
Subayın tacizleri sürünce karısını ve çocuklarını alıp göç sefaletine katılmak zorunda kalmış.
Gitmek için ayağa kalkarken, "Kusura bakma başını ağrıttım,"dedi ve K' nın elini sıkıp bir gölge gibi sessizce odadan çıktı. 
A ise tüyleri diken diken eden başka bir vakayı daha önce Kerboran'da dinlemişti. Kerboran adı Dargeçit olarak değiştirilen ilçeydi.  
8 Mart 1991 tarihli Cumhuriyet gazetesinin de yazdığı gibi, Kerboran'da sessiz yürüyüş yapmak isteyen topluluğa ateş açan astsubay Mustafa Ataç, Rukiye Bozkurt adlı genç bir kızı öldürmüştü.  


               HEP'li bir grup milletvekili olayı araştırmak için Kerboran'a gitmişlerdi. Karlı bir günün güneşli öğle vaktiydi. Önce mezarlığa gidip genç kızın mezarını ziyaret etmiş, sonra da kalabalıkla birlikte belediyeye ait geniş bir salona geçmişlerdi. İçeride giyimlerinden ve yabancı hallerinden polis oldukları belli olan birkaç kişi daha vardı. 
Milletvekilleri halkla sohbet ederken bir ara yetmiş beş seksen yaşlarında gösteren yaşlı bir adam girdi içeriye. Pamuk beyazı saçları şapkasının altından kıvrılarak dışarı taşmıştı. Beyaz saçlarından yayılan parıltı kırışmış kumral yüzüne nurani bir ışık saçıyordu. Hafifçe öne bükülmüş bedeni kısa ile orta boy arasında bir yerdeydi. Ne şişman, ne de zayıftı. Gözleri mavi bir ateşle parlıyordu.


Kapının arkasında kalabalığa şöyle bir baktıktan sonra yaşından beklenmeyen bir çeviklikle gelip milletvekillerinin elini sıktı. Orta yaşlarda olan birinin kalkıp kendisine verdiği plâstik bir sandalyeye oturarak yüzünde sevimli bir gülümsemeyle kalabalığa,"Cemaat hepinize merhaba, "dedi. Mavi ışıklı bakışları kenarda sessizce oturan polislere uzanırken, başını kinayeli bir edayla sallayarak, "Size de merhaba,"diye devam etti.
Yeniden milletvekillerine dönerek, "Memleketimize tekrar hoş geldiniz,"dedi. Milletvekilleri, "Nasılsın amca, ne var ne yok?"diye sorunca, yaşlı adam, "Vallah,"dedi, çenesi ile duvarın dibinde oturan polisleri göstererek; "Onlar bize PKK'li olun dediler, biz de PKK'li olduk."
Milletvekilleri gülerek bir yaşlı adama, bir de sivil giyimli polislere baktılar. Adamın şakalaştığını sanıyorlardı. Oysa adamın böyle bir hali yoktu, sesi gibi yüzündeki çizgiler de bir anda sertleşmişti. 


"Benim kimseden saklayacak bir şeyim yok,"dedi. Eliyle polisleri işaret etti: "Onlar beni, ben onları tanıyorum. Benim adım Behçet'tir, Kürtçe anlıyorlar, konuştuklarımı onlar da duysunlar.
Bir gece gelip beni ve oğlumu alıp götürdüler. 'Siz PKK'ye yardım ediyorsunuz, ekmek veriyorsunuz,'dediler. Böyle ihbar etmişler. Hangi namussuz bizi ihbar etmişse etmiş işte. 'Siz PKK'nin nerede olduğunu biliyorsunuz, ya bize yerlerini gösterirsiniz, ya da ölürsünüz,'diyorlardı. Gelen vurdu, giden vurdu. Falaka, askı, elektrik…akla ne gelirse üç gün nefes aldırmadan işkence yaptılar. Tabanlarımızı copladıkları için yürüyemez hale gelmiştik, sanki ustura ile doğruyorlardı. Moraran kollarımız ve bacaklarımız kütük gibi şişmişti. PKK'nin yerini bilsek bir saniye dahi beklemeden söylerdik, ama bilmiyorduk. Bilmediğimiz bir şey için ne diyelim. Bir gece, 'Sizi öldürüp pis cesetlerinizi toprağa gömeceğiz,'diyerek, bizi gözlerimiz bağlı olarak bilmediğimiz bir yere götürdüler. Sonradan anladık ki gittiğimiz yer uzakta bir yamacın başıydı. Şakaklarımıza tabanca dayayarak konuşmamızı istiyorlardı. Ya konuşacaktık, ya da öldürülecektik. Ne konuşacaktık, nereyi gösterecektik bilmiyorduk! Ne bilelim PKK nerede!
Herhalde traktör lastiğiydi, çok büyüktü çünkü. Bizi ayrı ayrı iki büklüm lastiklerin içine sokup, bayır aşağı yuvarladılar. Allah düşmanıma göstermesin, korkunç bir baş dönmesi ve mide kasılması ile yuvarlanmaya başladık. Çamaşır makinesinin motoru çamaşırları kuruturken nasıl vınlayarak dönüyorsa, o kahpe lastikler de öyle çılgınca dönüyordu. Öğürtüler arasında bayılmışız.


Uyandığımızda neresi olduğunu bilmediğimiz kapalı bir mekândaydık. Gözlerimiz paçavralarla hâlâ bağlıydı. "Soyunun,"dediler, tir tir titreyerek soyunduk. Şerefsizin biri elime bir cop tutuşturup, "Bunu oğluna yap,"dedi. O an bin defa ölmek istedim. Yalvardım, yakardım para etmedi. Aniden arkamda korkunç bir ağrı oldu. İçimin yırtıldığını, parçalandığını hissettim. Böğürtüm göğü deliyordu. Nasıl titriyordum, Allah hiçbir kuluna göstermesin. Copu çekip çıkardıklarında içimde ne varsa hepsi copla birlikte dışarı çıktı sanki.
Gözlerim bağlı ama kulaklarım işitiyor. Oğlumun bağırtısından anladım ki, bana yaptıklarını oğluma da yapıyorlar. Oğlum çığlıklar arasında yalvarıyor ama dinleyen kim! Dünya o an başıma yıkıldı, Allah'a ve kendime bir söz verdim: Dedim ki, oğlum buradan sağ çıkarsa bu Allahsızlığın öcünü alması için onu dağa, PKK'ye göndereceğim.
Allah belalarını versin, oğlumun feryatları duvarlarda top mermisi gibi patlıyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Evlat acısı, dayanamadım; kendimi kaybettim, küfür etmeye ve başımı duvara vurmaya başladım. Ölmek istiyordum. Beni kana bulanmış bir halde kıskıvrak yakalayıp yere yatırdılar. Oğlumun arkasından çekip aldıkları copla beni vuramaya başladılar.
Bizi o çıplak halimizle daracık demir bir kafese soktular. O kafese nasıl sığdık, hâlâ aklım almıyor. Kafeste bayılmışız. Orada ne kadar kaldığımızı bilmeden kendimize geldiğimizde betonda yatıyorduk. 


Artık bende korku diye bir şey kalmamıştı. Gözümdeki paçavrayı sıyırıp bildiğim hatırladığım ne kadar küfür varsa hepsini sayıp döktüm. Kendilerini gördüm diye, tilki görmüş tavuk sürüsü gibi kaçıştılar. İçeride sadece ben ve oğlum kalmıştık. Oğlum da gözlerindeki paçavrayı atmış, küfür ediyordu. Çıplak halde zor bela ayağa kalktık. Bu sırada sivil giyimli biri kucağında bizim elbiselerle içeri girdi. 'Bu şerefsizler size ne yapmışlar böyle?'diye güya arkadaşlarına küfür etmeye başladı. Ben, hepiniz şerefsizsiniz dedim ona. 'Yemin billâh benim bu işlerle ilgim yok, ben böyle şeylere karşıyım,"dedi.
Bizi o gün serbest bıraktılar.


Oğlum bir hafta kadar evde kaldı. Yaraları biraz kabuk bağladıktan sonra, "Ben gidiyorum,"dedi. Benden ve annesinden helallik istedi. Kardeşleri ile kucaklaştı, annesinin elini öptü, gelip karşımda durdu, 'Baba seni seviyorum,'dedi, ağlamamak için kendini zor tutuyordu, sesi titriyordu, bana dokunsa ağlayacaktı, ben de ağlamamak için dilimi ısırıyordum; elini hafifçe havaya kaldırdı, 'Xatré we,'dedi ve hızla kapıdan çıkıp gitti. Kız kardeşi ağlayarak arkasından gitmek istedi, öteki oğlum, 'Sakın gitme ve ağlama,'dedi; "Kahramanların arkasından ağlanmaz. "


Onlar artık gerilla kardeşleri, ben ve annesi de gerilla annesi ve babası olmuştuk. Hepimiz onunla gurur duyuyorduk.
Günlerimiz onu düşünmek ve geride bıraktığı anıları konuşmakla geçiyordu. Dağdaki bütün gençler artık bizim çocuklarımızdı. Onlar neyse biz de oyduk, işte devletin polisleri, duysunlar; biz de PKK' li olduk.


Diken üstünde beklediğimiz haber iki yıl sonra geldi. Oğlumuz şehit olmuştu. Biz şehit anne ve babaları, oğlumuzla kızımız da şehit kardeşleri olmuştuk. Halk sağ olsun, o günlerde bizi yalnız bırakmadılar. Onların sayesinde oğlumuzla daha da çok gurur duyduk.
Bir ay geçmiş ya da geçmemişti; kızım, "Ağabeyim nöbeti bana devretti,"dedi. Gittiğinde bir tek düğünlerde ve bayramlarda giydiği sarıçiçekli entarisini giymişti. Düğüne gider gibi gitti.
Annesi şimdi her sabah çıkıp uzun uzun dağlara bakıyor."


Yaşlı adam pencereden karşıdaki dağlara bakarken sustu, kalbi oralarda bir yerde atıyordu sanki, gerilla kızını görür gibiydi, mavi gözlerinde mutlu bir tebessüm yanıp söndü.
Bir vecd sessizliği çökmüştü içeriye. İnsanlar başka bir âleme göçmüştü sanki, nefeslerini tutmuş kıpırtısız bir halde öylece kalakalmışlardı.
Yaşlı adam milletvekilleriyle vedalaşıp içeridekilerin büyülenmiş bakışları altında kapıya doğru ilerlerken, polislere bakarak, "Kızıma bir şey olursa erkek kardeşi nöbeti devralacak,"dedi.
Polisler bakışlarını kaçırdılar, yaşlı adamın arkasından bakmadan başlarını öne eğdiler.


Yirmi üç yıl sonra postadan A'ya bir zarf geldi. Zarfın içinde Uğur Kaymaz'ın bir fotoğrafı çıktı. Uğur Kaymaz tertemiz çocuk bakışları ile bir melek kadar güzeldi. Yüzündeki masumiyet bakan gözleri ateş gibi yakıyordu.  Fotoğrafın altına, "Ey büyüklerim, sizler özgürlük nutukları atarken benim körpe bedenim on üç zalim kurşunla delik deşik edildi,"diye yazılmıştı. 
A içinde kor bir ateşle fotoğrafa bakarken, televizyonlar Roboski'de otuz dört kaçakçının PKK'li diye savaş uçakları ile bombalanıp öldürüldüklerini haber veriyordu.
Yıllar akıp gitmiş, hiçbir şey değişmemişti.


Güneş alçalmaya başlamıştı. Gök ağlıyor, yer inliyordu. Baharın gelişini müjdeleyen bir sığırcık telaşla kanat çırpıp yüksek beton duvarın arkasında gözden kayboldu. A, omuzları çökmüş bir halde uzun hayallere dalacağı yatağına doğru küçük adımlarla yürüdü. 
*Yeni yazdığım GERİYE DÖNÜP BAKTIĞIMDA adlı kitabımdan iki gerçek hayat hikâyesi


alinakmahmut@hotmail.com           

93262

Mahmut Alınak

Eski kürt milletvekillerindendir.Çeşitli kitapları bulunmaktadır.Aralık 2011 yılına kadar sitemizde sürekli yazılar yazan Mahmut Alınak,Aralık 2011'de KCK tutuklamalarına maruz kalarak tutsak edilmiştir.Temmuz 2012'de tahliye edilmiş olup,zaman zaman yazıları ile okur kitlesine ulaşmaktadır.

alinakmahmut@hotmail.com

Mahmut Alınak

Entellektüel Aydın Bulanıklığı Ya da Devrimi Ehlileştirme Aymazlıkları

 

BirGün gazetesinde 7 Aralık 2011 tarihinde bir röbartaj yayınlandı. Fikret Başkaya(FB) ile Gün Zileli(GZ)’nin konuşmaları. Konuşmanın ana konusu "devrimler”di. Aydınların devrim üzerine konuşmaları, fikir yürütmeleri ve üretmeleri, burjuvaziyi ve onun düzenini "teşhir etmeleri” elbette olumludur. Sorun devrim üzerine olunca, bunun değerlendirilmesi ve tartışılması da bir o kadar gerekli oluyor.

materyalist bilgi teorisi ve komünist partileri

 

“İnsan pratiği, materyalist bilgi teorisinin doğruluğunu tanıtlar.” Marks

 

İnsanın üretimdeki, üretim içindeki ilişkileri ve faaliyetleri, diğer tüm faaliyetlerinin üstünde ve onların üzerinde belirleyici bir rol oynama temel özelliğine sahiptir. Bu bağlamda, insanın bilgisi  üretimdeki faaliyetlerinden bağımsız değil, bizzat ona bağlı olarak gelişir ve şekillenir.

HER GÜN DÖRT İŞÇİ, BEŞ KADIN

“Son kötü günleri yaşıyoruz belki

İlk güzel günleri de yaşarız belki

Kekre bir şey var bu havada

Geçmişle gelecek arasında

Acıyla sevinç arasında

Öfkeyle bağış arasında//

Biz kırıldık daha da kırılırız/

Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.”[1]

 

ÇİN: KARMAŞIK BİR SORU(N)…[1]

“ben hiç başlamamış bir dündeyim.

yağmur yağacak...

hiç başlamamış bir yarın çok var.

hiç bitmeyen bir dün de çok var...”[1]

 

Arif Dirlik’in, “Sadece bir ulus değildir; bir uygarlıktır,” notunu düştüğü Çin’in geneli veya özelde ise “bugünü” hakkında yazmak kolay değil.

Binlerce tarihsel bağıntı ve güncel referanslarıyla Çin, çoklu bir örnektir.

SINIF KONUŞMAZSA MEYDAN ÇAPULCULARA KALIR

EYLEM BIRLIKLERININ GÜNÜMÜZDEKI ÖNEMI VE DÜŞÜLMEMESI GEREKEN HATALAR ÜZERINE

 

EĞITIM NOTLARINDAN ULUSAL SORUN

 

ULUSAL SORUN

 

Ulusal sorun oldukça geniş bir konudur. Ulusal soruna ilişkin kapsamlı tartışmalar yapılmıştır. Doğru görüşler bu tartışmalar sonucu ortaya çıkmıştır MLM’lerin ulusal soruna yaklaşımları Leninizm döneminde şekillenen ulusal soruna ilişkin görüşlerden farklı değildir. Ulusal soruna ilişkin ülkemizde de farklı değerlendirmeler vardır. Bu farklılıklardı da öğrenmek önemlidir.

 

Faşizm

 

 Almanya’nın caddeleri ve şehirleri kanla sulandı. Viyana’nın işçi semtleri,askeri birliklerin ateşiyle yakılıp yıkıldı., harabeye döndü.Yoksulluk, yıkım, felaket ve acı. Üstünde insanlığın en ünlü beyinlerinin eserlerinin yakıldığı ortaçağa özgü odun yığınlarının alevleriyle aydınlatılmış kapitalist baskı ve uygarlığın batışı, giyotin ve cellat baltası. Faşizm işte bunları getirdi. Ayrıca dünyayı felakete, yeni bir korkunç katliama sürüklemek tehdidini de beraberinde getirmektedir.  Dimitrov

                  

Prometheus’un Torunları Ateşi Yeniden Harlıyor

Tarihte hep direnenler kazanmıştır. Haklı olanlar, düşmana karşı savaşta bir çok defa yenilmelerine karşın, direnmelerinin karşılığını eninde sonunda almışlardır. Bu kural, salt geçmişe ait olmayıp geleceğe de aittir. Yunanistan’da da olacak olan budur. İşçi ve emekçiler, alın terlerinin "borç” adı altında emperyalist tekellere peşkeş çekilmesini ve bu ağır sömürü dayatmasını asla kabul etmeyeceklerdir.

Hindistan İşçi Ve Emekçilerin Tarihi Mücadeleleri İle Enternasyonal Dayanışma Her Alanda Yükseltilmelidir

Emperyalist burjuvazinin ve gericiliğin "sosyalizm hayalleri öldü” yaygaraları, küçük burjuvazinin sosyalizmden öcü görmüş gibi kaçarak: ”işçi sınıfının devrimciliği bitti” söylemleriyle liberal burjuvazinin ideolojik ve siyasal güzergahında yerini almaları; dünyada işçi ve emekçilerin sosyalizme olan güvenini bütünüyle yıkmaya yetmediği gibi, onların sosyalizm için mücadele ateşini yükseltme savaşımının önünde de engel olamıyor.

Hindistan İşçi Ve Emekçilerin Tarihi Mücadeleleri İle Enternasyonal Dayanışma Her Alanda Yükseltilmelidir

Emperyalist burjuvazinin ve gericiliğin "sosyalizm hayalleri öldü” yaygaraları, küçük burjuvazinin sosyalizmden öcü görmüş gibi kaçarak: ”işçi sınıfının devrimciliği bitti” söylemleriyle liberal burjuvazinin ideolojik ve siyasal güzergahında yerini almaları; dünyada işçi ve emekçilerin sosyalizme olan güvenini bütünüyle yıkmaya yetmediği gibi, onların sosyalizm için mücadele ateşini yükseltme savaşımının önünde de engel olamıyor.

Sayfalar