Perşembe Mayıs 9, 2024

Bir Tabut Daha Çıkmasın Diyorsak… – Hevi Devrim

Bir hafta içinde hapishanelerden üç tabut çıktı. İlki Garibe Gezer’indi. Hani yaz aylarında süngerli odada işkencenin her türlüsü ile, taciz ve tecavüzle, teslim alınmaya çalışılan Garibe Gezer. Yaşadıklarına bedenini ipe gerip bir protesto eylemiyle karşı çıkan Garibe Gezer.

“İntihardan kaynaklı psikolojik sorunum olup olmadığını sormuşsunuz. Taciz ve işkenceden psikolojim etkilendi evet. Ancak intihara bilinçli olarak başvurdum. Çünkü ancak öldüğümüzde hakkımız aranıyor.” diyordu avukatına yazdığı mektupta. Yaşarken sesini duyuramayacağını bildiği için intiharı bir siyasi eylem olarak kurgulamıştı. Baskı ve sindirme politikalarını, treadman uygulamalarını, tecridi, yaşadığı işkenceyi, tacizi, tecavüzü ifşa eylemidir onun seçtiği yol. Tam da bunun için “İntihar girişimim eylemseldir” demişti yine aynı mektupta.

Her intihar yaşama, yaşamda kalanlara bırakılan bir protesto dilekçesidir adeta. Garibe’nin vermek istediği mesajın muhatapları en başta bizlerdik; tecridi kaldıracak, faşizmi yıkacak mücadeleyi örgütleme iddiasında olan bizler… Faşizme karşı mücadele edenler… O, 24 Mayıs’ta süngerli odada uğradığı taciz ve tecavüze, işkence ve saldırılara, hapishanelerdeki sessiz ölüme itiraz etti. Bizi sarsmak, diri diri gömüldükleri tabutluklara karşı ses olmamızı sağlamak için intihar girişiminde bulundu. Geride kalanlara bir ışık olmak için. Bir çaresizlik değildi onunki, bir duruş, bir eylemdi. Ancak o eylemi de yetmedi. Gerekli karşılığı bulamadı. Tecrit saldırısına karşı toplumsal muhalefet güçleri harekete geçmedi. Ve işkence devam etti. Oysa zindanların derin delhizlerinde kaybolmayacak bir ses olmak istemişti Garibe. Yaşamıyla yaratamadığı sahiplenmeyi ölümüyle yaratmak için kendi yaşamından vazgeçmeyi bile tercih etmişti. Bu sesi duyduk, ancak kendi mahallemizin içine sıkışan bir sesle karşılık verdik, rutinleşen bir tepkinin ötesine geçmedi Garibe’nin çığlığına yanıtımız. Dayanışmamız sosyal medyayla sınırlıydı. Tecrit duvarlarını döven bir öfke patlaması değildi bizimki. Garibe’nin yaşadıkları, hapishanelerde yaşanan “hak” ihlalleri listesine yazılmıştı ve ötesi yoktu. Sonuç ortada.

Garibe’ye yaşatılanlar, faşizmin kadın düşmanı yüzünün de en çıplak ifadesiydi. Kadınlar olarak bir hemcinsimiz “Gece karanlıktan kork”sa “kenti ateşe ver”eceğimizi söylüyorduk ya, dayanışmamız bir devrimci tutsağı, Garibe’yi yaşatmaya yetecek kadar büyük ve kapsayıcı değildi henüz. Bir devrimci kadın, onca işkenceden sonra yine erkek-devlet şiddetinin her türlüsüne o hücrede yalnız başına karşılık vermek zorunda kaldı. Sesini bedenine yükledi, çığlık yaptı. Yine de bu kenti ateşe vermedik. Kadınlar olarak, faşizmi ve erkek egemenliğini yıkmak, özgürlüğümüzü kazanmak için, başka Garibelerin ölmemesi, cinsel saldırıya uğramaması, işkence görmemesi ve tecrit duvarları ardında sessiz ölüme maruz kalmaması için zindan duvarlarını döven bir mücadele hattını örmedik.

Haftanın ikinci tabutu Hali Güneş’indi. Yıllardır ağır hasta tutsaklar listesindeydi. Ağırlaşan durumuna dikkat çekmek, kamuoyu oluşturmak için tutsak yakınları ve insan hakları savunucuları zaman zaman onun için eylem yapıyorlardı. İsmine yıllardır aşinayız. Her gittiği hastanede heyet raporu “cezaevinde kalamaz” raporu veriyor, ancak Adli Tıp Kurumu hapishanede kalabilir raporu düzenleyerek tahliyesini reddediyordu. Bir ölüm düşünün ki yıllar yılı ATK’dan alınan red kararlarıyla zaten devlet tarafından bilinçli olarak örgütlenmiş olsun ve biz seyirci kalalım. Hapishanede en ağır ağrı kesicilerle hayatını devam ettirmeye çalışıyordu Halil Güneş. Hücresinde ağrıları dayanılmaz olduğunda oyalanmak ve ağrısını unutmak için kazak söküp yeniden ördüğünü, binbir çeşit uğraşı ile acısını dindirmeye çalıştığını yazıyordu bir mektubunda.

Üniversitede fizik okurken Kürt özgürlük mücadelesinin sıra neferi olmak için yönünü dağlara vermişti. Bir çatışmada ağır yaralı yakalandığında sene 1993’tü. Ağır işkencelere maruz kaldı yaralıyken, teslim olmadı. Sürgün sevkler, işkenceli sorgular, fiziksel ve psikolojik baskı, hücre cezaları hiç eksik olmadı hayatında. Kaç ölüm gördü, kaç ölümün kıyısından döndü, hep başı dik çıktı. Senelerdir kemik kanseri ile cebelleşiyordu. Üstüne akciğer kanseri ve türlü hastalıklar eklendi. “Tesbih taneleri ile say”dığı yıllara bir de “bu çağın şu illet hastalığı”na inat hep direngen, hep üretkendi. “İsyan ve direnişin dili”yle yazdığı son şiir kitabının adı AŞKAOS. Yaptığı bir röportajda “Aşk ve kaos kavramlarının içerik olarak birbirini tamamladığı kanaatindeyim. Yerelde, güncelde yaşanan tüm belirsizliklere, öngörüsüzlüklere rağmen, global olarak hakikat anlamında uyum ve ahenktir. Yaşamı özgür kılabilmenin tek yolu bunu AŞK’la yaşamaktır.” diyordu. O aşkla bağlandığı ütopyasını gerçek kılmak için bitmek bilmez bir enerjiyle yaşama tutundu, ölmenin yaşamaktan daha kolay olduğu zamanlarda…

Halil Güneş’le aynı gün faşizmin zindanlarında bir cenaze daha çıktı. Lens kanseri teşhisi konmasına rağmen tedavi edilmeyen, yetmedi tek kişilik hücreye kapatılan Abdülrezak Şuyur’un otopsi raporu, şüpheli ölüm olarak kayıtlara geçti. Üç devrimci tutsak da faşist Saray iktidarının, devrimci tutsakları teslim alma politikalarına karşı direndikleri için katledildiler.

Devrimci tutsaklar siyasi düşünceleri ve eylemlerinden dolayı içerideler. Onlar faşizmle cepheden her gün, her saat vuruşuyor; bir avuç gökyüzünde sınırsızlığı, sonsuzluğu yaşıyorlar. Dışarıdaki faşist kuşatma ve baskı ortamının içeriye yansıması çıplak zor, tecrit, insanlık dışı baskı ve uygulamalar, ölümler oluyor.

Faşist devlet, tıpkı 19 Aralık katliamında olduğu gibi içeride ve dışarıda bizleri hücrelere hapsetmek, tecrit duvarlarıyla yalnızlaştırmak istiyor. Öfkemiz, isyanımız birbirine karışmasın; her bir çığlık kendi içinde boğulsun diye toplumsal muhalefet dinamiklerini bastırmak için baskı ve zoru çok daha yoğun devreye sokuyor. Tüm mücadele araç ve yöntemleriyle, her alan ve cephede faşizme karşı mücadeleyi büyütmediğimiz her an (içeride-dışarıda) hücre duvarlarımız daha da kalınlaşıyor.

Hapishanelerden çıkan her bir tabuttan sorumluyuz. Kendi hücrelerimizden çıkmadığımız için. İçeriden yükselen isyana karşılık olmadığımız, faşizme karşı mücadeleyi büyütmediğimiz için. Onların hücrelerin duvarlarını parçalayan sesine ses olmayan, eylemine eylemle karşılık vermeyen bizler, bu cinayetleri izlemiş olduk. 19 Aralık katliamının hesabını sormadığımız, hapishanelerden çıkan tabutlara sessiz kaldığımız, tecridi yıkacak bir mücadele gücü açığa çıkaramadığımız için suçluyuz. Artık yeter, bu son olsun, diyorsak “Zindanları yıkacağız, tutsaklara özgürlük” sloganını pratik mücadelemizin temel şiarı haline getirmeli, kentleri ateşe vermeliyiz.

1968

“Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya savaşı yaklaşıyor.” Mu gerçekten de?

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev, 11-12 Temmuz 2023 tarihlerinde Vilnius’ta gerçekleşen NATO Liderler Zirvesi’nde Ukrayna’ya yapıla gelen silah yardımlarının daha da arttırılması kararına ilişkin olarak şu değerlendirmede bulunmuş:

“Çıldırmış olan Batı, başka bir şey düşünemez oldu. Aptallık noktasına kadar en yüksek düzeyde öngörülebilirlik içerisindeler. Bu bir çıkmaz sokak. 3.Dünya Savaşı yaklaşıyor.” (1)

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Halkın günlüğü gazetesinde yayımlanan bu makaleyi yerinde ve doğru tespitlerinden ayrıca Kaypakkaya'yı anlama ve algılama yönünden değerli bir yazı olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederiz.

“Kim Daha Kötü Kaypakkaya’cı?”

Kaypakkaya’yı sevmek (Deniz Faruk Zeren)

Kim, ne zaman onun ismini ansa devletin en katı, en soğuk, en acımasız yüzüyle karşı karşıya kalıyor!

Kim ne zaman onun fotoğrafını assa, taşısa, devletin sorgularıyla, kelepçesiyle, zındanlarıyla tanışıyor!

Kim, ne zaman onu sevdiğini, izinde yürüdüğünü söylese vay haline!

Bu dünyada, bu ülkede sevilmesi suç olan kaç insan var?

On yıllar önce katledilmiş, katilleri açığa çıkarılmak bir yana korunup gizlenmiş, mezarına giden yollara bile karakollar kurulmuş, adına yazılan şarkılar yasaklanmış bu insan güzeli, İbrahim Kaypakkaya’yı sevmek neden suç?

“Özgür yaşa ya da öl” (Nubar Ozanyan)

Sömürgecilik pratiği ve politikası hemen her yerde ve anda benzerlikler taşımaktadır. Amerika’dan Fransa’ya, Hollanda’dan Portekiz-İspanya’ya uzanan sömürgeci tarihin işgal ve yıkıma dayalı ayak izleri hep aynıdır. Sözde yoksul ve geri kalmış ülkelere medeniyet götüren uygar ülkeler(!) sömürgeci tarihlerini kolonyal çıkarlarına göre yazarlarken yerli halklar ise tarihi direniş ve isyanla yazmaktadır. Bu hikaye, yeni biçim ve kodlarda sürdürülse de özü ve gerçekliği hep aynı kalmaktadır.

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur.

Sınıf Savaşımı Uzun Bir Yürüyüştür

Bugün karşı karşıya olduğumuz yoksulluk tablosu, kapitalist gelişmenin ve sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucudur. Yaratılan zenginlikler bir tarafta birikirken diğer tarafta ise yoksullaşma ve yıkım büyümektedir. Bu, kapitalizmin genel yasasıdır. Proletaryanın yoksullaşması, bir avuç egemen sınıfın ise zenginliğine zenginlik katmasıdır.

KATLİAMININ 30. YILINDA MADIMAK VE ES GEÇİLEN BAŞBAĞLAR.

Sözüm öncelikle komünist ve sol- sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte sıtandartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman 'bizim cenah' dediğimiz kesimlerce de  halka karşı işlenmiş ağır  suçları tereddütsüzce kınayacağız acaba?

Çok genelleme yaparak, üzerinde durmak istediğim esas konuyu bunun gölgesinde silikleştirmek  istemiyorum.

Her 2 Temmuz'da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?

Komünistlerin Birliği Çağrılarına Dair

MKP’li arkadaşlar, arada kısa molalar vermekle birlikte, uzunca bir süreden beridir ki komünistlerin birleşmesi gerektiğine dair çağrılar yapmaktalar. Ve mütemadiyen yakınıp durmaktalar: "Muhataplarımızdan yanıt alamıyoruz" diye. 

Evet, görüldüğü kadarıyla muhatapları bu çağrılara ilgisiz olmalılar ki, yanıt vermiyorlar. MKP’li arkadaşlar da kendilerince bir basınç oluşturma adına; adeta Temcit pilavı misali, her fırsatta bu çağrılarını yinelemekte ve muhataplarını kamuoyuna şikâyet edip durmaktalar.

Aşka ve Hayata Dair Tutkulu Dizeler

“Şiirsiz toplum eksiktir.

Şiirsiz insan yalnızdır.”[1]

 

İzmir’in Şakran 2. Nolu T-Tipi Zindanı’nda yatan Hasan Şeker’in, ‘İki Acı Esinti’[2] başlıklı şiir kitabı; aşka ve hayata dair tutkulu dizeleriyle çıkageldi postadan…

Avrupa da İbrahim olmak!

18 Mayıs 1973‘den bugüne Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin ellinci yılı.

50 yıldır söndürülemeyen meşaledir İbrahim Kaypakkaya!! Bu yazının amacı İbrahim Kaypakkaya‘yı anlatmak değil, Onu anlatan onlarca yazı yayınlandı bu yazı da başlıktan da anlaşılacağı üzere İbrahim Kaypakkaya‘yı Avrupa‘da anan ardıllarının pratik, teorik düzlemde, Kaypakkaya‘yı nasıl andıkları? Neyi, nasıl, ne kadar anladıklarını  irdelemek  bu yazının amacı.

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

Sayfalar