Cuma Mayıs 10, 2024

Elimiz Yakanızda, Kavgamız Yüreğinizde Korku Olacak !(Hülya Onur)

Tam betimleme olmayabilir belki ama „Bir toplumun demokrasi düzeyini anlamak istiyorsanız cezaevlerine bakın…‘ mealinde bir söz vardı. Buna kadınları da eklemek yerinde olurdu. Çünkü toplumun ana öğesi, bir çok alanda öncüsü ve var edici öznesi, en çok üreten ama emeğinin en az görüleni, görünmez emeğin sahibi kadın sadece sistemin değil, sistemin çok yönlü imtiyaz tanıdığı erkeğin de sömürü ve baskısını üzerinde hisseder, yaşar.

Sistemin özellikle de politik kadınlara zindanlarda da daha ‚özel‘ davrandığı artık bilinen bir durum. Kadınlara salt kadın ve politik olduğu için bedeni üzerinden de saldırır faşizm. Ve bu sadece bizim gibi ülkelere has bir faşizan uygulama değil, tüm sistemlerin genel karakterinin bir sonucudur. Kapitalist ülkeler kılıfını uydurarak yapar, faşizmin hüküm sürdüğü bizim gibi ülkelerde ise açıktan uygulanan yöntemlerin en iğrenç olanlarından biridir kadının cinselliğine saldırı. Bunun son yaşatıldığı kişi ise hepimizin bildiği gibi Garibe Gezer olmuştur.

Geçmişe doğru yol aldığımızda 12 Eylül hala genel olarak kanayan yaramız olmaya devam ederken, bugünkü zindan gelişmelerinin bir ucunun da bu sürece dayandığını da düşünürsek, o sürecin yaraları kadınlar açısından biraz daha farklıdır. Erkek mahkumlar aileleri, çocukları üzerinden tecavüzle,ölümle tehdit edilirken, kadın mahkumlara uygulanan işkence yöntemi cinsel istismar, tecavüz olmuştur. T.C.vüzcü devletin tecavüzünü açıklayabilmek ise kadınların yıllarına mal olmuştur. 90′ lı yıllara gelindiğinde tek tek kadınlar tüm cesaretlerini toplayarak yaşadıklarını ve yaşatılanları, tanık olduklarını aktarabilmişlerdir ancak. Ve bu devam da eder sonraları. Bir şekilde #metoo ifşa hareketinin 90’lı yıllarda başlamasaydı da biraz bu. Adı konulmamış olsa da.

Kamile Öztürk tecavüze uğradığında sistemin faşist suratına tükürmekle kalmamış, zindandan çıktıktan sonra ‚ferman sizinse, dağlar bizimdir‘ deyip, düşmana karşı daha güçlü özsavunmada bulunabilmek adına, mücadelenin harına daha bir atılmıştı. Faşizm yenilmişti Kamile karşısında.
Peruşka (Perihan Polat);“Ben değilim kirlenen, zihniyetiniz kirli, faşizm tecavüz eder‘ teorisinin, dağlarda baş kaldıran kadının ayak izleriyle dolaşandı Peruşka. ‚Memelerimi kestiler, onca zulmü yaşayan halkımı düşünerek ahh bile edemedim. ‚ diyen Sakineler gibi dirençli, davaya-halkına inançlı önder kadınlardan sadece biriydi Sara(Sakine Cansız).

Sadece düşüncelerini ifade ettiğinden ötürü, tutarlı ve korkusuz tavrı faşizmi rahatsız ettiğinden dolayı zindana atılan; zindandayken can parçası annesini kaybeden, yetmezmiş gibi“Evin yakınına gömün,ölünce Aysel“im sık ziyaretime gelir.‘ vasiyetine uygun Ankara’da defnedilen annesinin cenazesine katılan ama devletin organize ettiği faşist güruhun saldırıları sonucu gömüldüğü yerden tekrar çıkarılıp, Dersim’e götürülmek zorunda kalan ve bu faşist saldırılara tanık olan Aysel Tuğluk. Hafızasını sıfırlamaya çalışarak,yaşatılanları o güzel yüreği ve beyni kaldıramadığından, hafıza yitimi, tıp diliyle demens hastalığına yakalanan ve kendi işlerini göremez hale getirilen bir direnç gülü.

Ve ‚Ancak ölünce hakkımız aranıyor. “ diyerek protesto mahiyetinde olan intihar girişimini gerçekleştiren, yaşadıklarını kamuoyuna ilettiği için ‚cezası‘ faşizm tarafından tekli hücreye atılıp, katledilerek verilen Garibe Gezer.

Aslında verilen örnekler sadece zindanlarda genelde yaşatılanlara, özelde de kadınlara yönelik uygulamalara hatırlatma için değildi. Garibe’nin ‚Hakkımızı öldükten sonra arıyorlar.‘ sözü ,acı gerçeği, somut- gelinen durumu/muzu da ifade eder durumdaydı. Yüreğe işleyen, acıtan türden bir söylemdi,ifadeydi.

Öldükten sonra hak arama…

Öldükten sonra hak arama, lanetleme, az da olsa sayılar, sokağa çıkma durumunu ne kadar da tekrarlar olduk farkında mıyız acaba?

Mücadelenin ivme kazandığı görece iyi olduğu, örgütlü yapıların 12 Eylül’den sonra biraz da olsa toparlamaya başladı 80 ortası ve 90 yıllarının ortalarına kadar olan süreçte, yaşatılanlar her ne olursa olsun moral, motivasyon, örgütselliğe ve örgütlere inanç, devrime, sosyalizme dolayısıyla gelecek güzel günlerin doğacağını olan umut, zindanlardan dışarıya güç, direnç, moral ve umut olarak yayılıyor, dışarıdan içeriye aynı paylaşımla karşılık buluyordu.

12 Eylül’le birlikte aileler ilk başlarda kendi çocukları için cezaevi yollarına düşseler de, süreç içinde tüm çocukların kendi çocukları olduğu bakış açısı ve sahiplenişi gelişecektir ailelerde. İlla da analarda, kadınlarda. Zindanların önlerinde ağırlıklı olarak kadınlar, analar ziyaret için buluşmaya başlayacaklar, bu hiç birbirini tanımamış insanların, birbirleriyle kaynaşmasına, bir çok noktada karşılıklı paylaşımlarına yol açacaktır. Bir çok insanın tanışma aracı zindandaki çocuklarını, eşlerini, sevdalarını görüşe gittikleri zindan önleri olacaktır. Nitekim Cumartesi Anaları da bu paylaşım, kaynaşma ve sahiplenmenin sonucu olarak oluşmadı mı zaten?

Sorunlara, insanlık dışı yaptırımlara, yargısız infazlara keyfi uygulama ve haksız biçilen cezalara tek tek değil de ortaklaşa ses olmak, zindanlarda yaşatılan hak ihlallerini kamuoyuyla paylaşmak, bir nebze de olsa içerdekilerin dışarıdaki sesi olabilmek. Adresi derin devlet olan ama adına yargısız infaz denilen onca güzel insanın ortadan kaydedildiği, katledildiği 90-96 yılları arasında dışarıdan içeriye köprü olma noktasında önemli bir süreç de yaşanıyordu ayrıca.

Politikleşmenin, topluma moral, güç ve yön vermenin merkezi olarak görülen zindanlara devlet bir hal çaresi bulmalıydı. Ve bu çareyi de F Tipi tabutluklarda bulacaklarını zannettiler. Yaktılar, yıktılar, katlettiler kimyasallarla daracık alanlarda onlarca politik tutsağa biat ettirip, topluma da göz dağı vereceklerini düşünerek tarihin en önemli barbarlığını adım adım ördüler.

Buca, Sağmalcılar, Ulucanlar derken bir çok zindanda eş zamanlı operasyonlarla katliamlarını gerçekleştirdiler. Adına da utanmazca „Hayata Dönüş Operasyonu“ dediler.

Onlarca insan açlık grevi ve ardından devam ettirilen ölüm oruçlarında yıldızlaştılar, bir çoğu da bedenen, ruhen, zihnen engelli olarak yaşamlarını devam ettirmeye çalıştılar. O yıllarda zindanlarda olanların ama faşizmin bu saldırılarında öldüremediği insanların bir bölümü ya ağır hasta ya da faşizmin barbar yöntemleriyle tek tek katledilmeye doğru yol alındı, alınıyor da.

Adına Adli Tıp Kurumu denilen ama gelinen süreçte faşizmin tıp alanındaki yan kolu gibi çalışan ATK, zindanda kalamayacak politik tutsaklara „kalabilir‘ raporu vererek, bu ölümleri daha da hızlandırır konuma dönüşmüştür. Kanser hastası olan ama tedavisinin yapılması hakkını gaspetmenin yanında ilaçlarını dahi vermeyerek Diyarbakır zindanlarında ölmesini sağladığı Halil Güneş bunlardan sadece birisiydi. Faşizm her gün bir güzel canı yaşamdan koparıyor, yaşam haklarını da ellerinden alıyor.

Dolayısıyla „faşizm her gün daha pervazsızca ve topyekün saldırırken, gelinen noktada bizler nerede duruyoruz acaba“ diye sormadan edemiyor insan. Buna verdiğimiz yanıt aynı zamanda kendimizle de yüzleştiğimiz ve samimice yanıtını vereceğimiz an sözün bitmesi, eylemin başlaması anlamına gelecek demektir de.

Bir günde üç cenaze çıkıyorsa zindanlardan, yer yerinden oynamalıydı değil mi?
Bir ayda 7 can zindanlarda katlediliyorsa faşizme öfke seli olup akmalıydık değil mi?
Bir kadın yaşadıklarından dolayı hafıza yitimi yaşıyorsa,onun hafızası olmalıydık değil mi?
28 yaşında gencecik bir kadın,öldürülmeden önce, kadın gardiyanlar tarafından tecavüze uğrayıp, bunu kamuoyuyla paylaştığı an onun dışardaki sesi olmalıydık değil mi?

Cevap kocaman bir evet olacaktır muhtemelen.

Sonuç yeni yeni ölümlerse, burada sorun bizde de be kardeşim. Faşizmin katlettiğinin, ölümden beslendiğinin hepimiz kitabını yazarız. Sorun bizim ne yaptığımızla,soruna ne kadar ve ne şekilde müdahil olduğumuzla alakalı. Gözler kör, kulaklar sağır, diller lal olduğu müddetçe daha çok ölümleri bu gözler görecek, okuyacak kulaklar duyacak, diller anlatacak ama pratikte eyleme geçilmediğinde sıranın hepimize geleceğini unutmamalıyız. Unutmayalım ki, zindandaki zulümleri dışarıyı susturmak, korkutmak, biat ettirmek, kendine benzetmek için de yapıyor faşizm. İnsanı kendine yabancılaştırmak,istediği tipte insan yaratmak, saltanatını daha güçlü yürütmek, saraylarında katlettiklerinin kanlarıyla altın kadehlerini tokuşturmak yegane hedefleridir de.
Simit 3 lira, ekmek 5 lira olmuş kimin umurunda dar gelirli dışında. Umrunda olanları da zaten ya katlediyor, ya yıllara varan sözümüna adalet sistemiyle zindanlara göndererek susturmaya çalışarak halletmeye çalışıyorlar. Yani sınıf sınıfa karşı ama bizim mensup olduğumuz adına ezilen sınıf dediğimiz ve sıkca örgütlenmenin ortak hareket etmenin öneminden bahseden bizler ne durumdayız?

Faşizmin vicdanı yoktur

Ya bizim cenahın? Ölümleri, katledilmeleri, tecavüzleri, neden hep bir avuç insanla lanetlemek durumunda kalıyoruz. Hani gücümüz birlikteliğimizdeydi. Neler ,neler, neler… Demek ki ,kendini asıl silkelemesi ve sorumluluklarının bilinciyle hareket etmesi gereken bizleriz. Devrimci- demokratik güçler, halka önderlik ettiğini söyleyen mekanizmalar bu sorunların öncüsü olmadığı sürede, yapılan her şey okyanusta bir damla olsa da ,faşizme karşı direnişte oldukça zayıf ve cılız kalacaktır. Bugün zindanlardaki durumun her geçen gün daha kötüye gitmesinin nedenlerinin başında dışarının sessizliği geliyor.

Ekonomik, maddi, manevi, moral, motivasyona en fazla ihtiyaç duydukları bir süreçte, zindanda onca insanı bir başlarına bırakmak vicdanımızı sızlatmalı. Zindanlardan gelen mektuplarda hala direnç var, umut var, geleceğe mavinin güzelliğinde bakmak var. Ama o mektuplarda bolca sitem var, yalnız bırakılmanın getirdiği hayal kırıklığı var, yalnızlık var, hüzün var. Bunlara merhem olmaya çalışmak bizim görevimiz olmalı. Oradakiler bizim onurumuzdur doğrusu sloganlarlda kalmayıp, zindanlara ulaştırılmalı. Bizim sesimiz, gücümüz oralara ulaştığında onların faşizme karşı mücadelesi daha güçlü, sesleri daha gür çıkacaktır. Garibe’ler öldükten sonra hakkımız aranıyor ‚çaresine‘ başvurmayacaklardır. Demem o ki, insanın en büyük değeri vicdanıdır. Vicdanın körelmesi insanlığın, insani değerlerin de çöküşe geçmesi anlamına gelir. Buna asla müsaade etmemeliyiz.

Varsın faşizm güçlü zannetsin kendini

Güçlü olduklarını zannediyorlar zindanlarda. Tek tek katletmeyi güçlülük, imhayı tutsakların iradelerini teslim almak olarak görüyorlar ya.
Bilmiyorlar ki, ‚bir gider bin geliriz, katletmek kurtuluş’ları değil. Bu çeliğin aldığı suyu unutmayacağını biliyorlar ama bazen unutuyorlar. Sıkça hatırlatmak gerekiyor bu süreçte.

2001 Aralık 19-23 ‚ü sürecinde ‚bizi diri diri yaktılar.‘ haykırışı tüm topluma yayılmıştı. Aslında bu tüm toplumun da diri diri yakıldığı anlamına geliyordu. Tüm topluma bir mesajdı, faşizmin kanlı yüzünü bir kez daha gösteren haykırıştı da. Tüm topluma televizyonlardan koğuşların, kullandıkları kimyasallarla demir ranzalarının dahi yakıldığı o vahşet, katliam anı canlı izlettirilmişti. Bu da aynı ölçüde topluma verilmek istenen korkunun bir parçasıydı. „Yakmayıp da besleyecek “ halleri yoktu ne de olsa. „Asmayıp da besleyelim mi?“ den, „Yakmayıp da besleyelim mi?“ sürecine girilmişti. Şimdi de ‚Öldürmeyip de besleyelim mi?“ süreciyle yine kara icraatlarına devam ediyor faşizm. Zindanda kalamayacağını bildiği halde politik tutsakları insanlık dışı yaptırımlara tabi tutarak, işkence sonucu, intihar süsü verip tek hücrelerde faili belli bir şekilde katlederek yapıyor artık faşizm imhasını.

Aslında zindanlarda yaşatılanlar bugünün edimleri değil. Dünden bu güne 100 yıllık faşist yapılanma T.C. devletinin tarihine bakıldığında her dönem farklı vahşet, katliam, tecavüz, soykırım uygulandığını görmek zor değil. Dersim’in, Koçgiri, Ağrı-Zilan’ın hala kanayan yaraları sarılmadı. Sivas ‚ın dumanı sönmedi daha. Roboski’de her Aralık karlar kızıla dönmeye devam ediyor.

Yani demem o ki, faşizmin kanunu kördür, sağırdır, dilsizdir, vicdanı yoktur. Kandan beslenir, var olmaya, saltanatını sürdürmeye devam eder.
Ama bu devran böyle gitmez…’Keser döner sap döner‘, divan kurulur, hesap sorulur… İşte o gün geldiğinde haramileri toprak ana dahi kabul etmeyecek!

Ne yaparsa yapsınlar!
Korkutamayacak!
Biat ettiremeyecek!
Susturamayacak!
Çelikten iradelerini teslim alamayacaklar!
Korkuyorlar; çünkü faşizmin korku salması, korkmasındandır.
Kadınlardan,
Gençlerden,
LGBTİ +’lardan,
İşçiden,
Köylüden,
Emekçiden,
Emekliden,
Memurdan,
Değişik milliyetlerden ve inançlardan,
Devrimci muhalefetten,
Kadın hareketinden…
Toplumun tüm ezilen, sömürülen, ötekileştirilen, cinsiyet ayrımcılığını derinden yaşayan, emeği-kimliği-bedeni baskı altına alınan ve sömürülen toplumsal kesimlerden korkuyorlar.
Korktukça saldırganlaşıyorlar.
Ama korkunun ecele faydası olmayacak!
Kaybedeceksiniz!
Değişik milliyetlerden halkların birlikte mücadelesi kazanacak!
Kadınların örgütlü birlikte mücadelesi kazanacak!
Gençlik kazanacak!
İşçi ve emekçi kazanacak!
Biz kazanacağız!
Biz kazanacağız!
Ve toplumda ezilen, sömürülen bir kişi kalmayana kadar elimiz yakanızda olacak.

Hülya Onur

2369

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Misafir yazarlar

Kadınlar ve İşçiler

Kadınlar neden, niçin ve nasıl eziliyor, neden cinsiyet ayrımcılığın en temel ve en tepe noktasında yer alıyor, neden öldürülüyor neden erkek baskısı kadın üzerinde şiddetleniyor vb. soruların yanıtı ile; işçiler neden, niçin ve nasıl sömürülüyorsa verilecek yanıtlar aynı yerde arandığında, kadının kurtuluşu sorununa, daha genel anlamda ise işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş sorununa daha doğru yaklaşılmış olacaktır.

Yerel Seçimler ve Proleter Tavır

 

 

Türkiye 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimlere kilitlenmiş bulunuyor. Baskı, yasaklamalar, açlık, yoksulluk, pahalılık ve işsizlik en can alıcı sorun olarak ülke gündemindeki yerini korurken, tüm burjuva partiler 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde kazanacakları belediyelerin hesaplarını yapmakla meşguller.

Misak Manuşyan ve 23’ler Ölümsüzdür!

Misak Manuşyan (1.9.1906 – 21.2.1944) ve yoldaşlarını, Nazi kurşunları ile Paris’te katledilmelerinin 80. yılında saygıyla anıyoruz İnsanlığın düşmanı faşizmi ise bir kez daha lanetliyoruz.

İnsanlığın başına kara bulut gibi çöken, yıkımlar, savaşlar ve dahası onarılması mümkün olmayan felaketlere sebep olan Hitler Faşizmi, 1933 yılında Almanya’da iktidara gelmesiyle başladı. 1929 ekonomik ve sosyal bunalımını atlatamayan ve çözüm bulmakta zorlanan, kapitalist-emperyalist ülkeler, sorunlarını savaş yolu ile çözmek, pazarların yeniden paylaşma savaşına giriştiler.

ÖNCE SERMAYE, SONRA, YİNE SERMAYE

13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan iline bağlı İliç'de Çöpler Madencilikte meydana gelen toprak kaymasında 9 (bu rakamın daha  yüksek olduğu iddiası da var) işçi toprak altında kaldı. Bu son olayda, “maden kazası” olarak adlandırılan işçi katlimının, doğa katliamı ile birlikte olağan hale getirildiği ve bu seri katliamların, sermayenin birikimi ve büyümesi için olmazsa olamaz kuralı olduğu  gerçekliğiyle karşı karşıyayız.

Ağır tecrit, büyük direniş (Nubar Ozanyan)

Biz 5 Nolu Amed Zindanı’ndan tanırız faşizmin üniformalı generallerini ve kan yüzlü zindan bekçilerini! Özgürlük mahkumlarına intikam alırcasına en ağır işkencelerin nasıl yapıldığını çok iyi hatırlarız. Devrimin öncü ve önderlerine nasıl düşmanca yüklendiklerini iyi biliriz. Sadece memleketimizden değil, biz ağır tecrit koşullarını ve ölümcül duvar sessizliğini, Peru devriminin önderi Başkan Gonzalo yoldaşın 29 yıl süren direnişinden biliriz.

„Dijitalleşme“ Kitabım Üzerine

Kitabın konusu, işçi sınıfının nicel ve nitel varlığıyla doğrudan ilgilidir. Özellikle üretim sürecinde dijitalleşmenin artmasıyla, işçi sınıfının sınıfsal niteliğine yönelik ciddi saldırılar gelmeye başladı. İşçi sınıfının ortadan kalkacağı, burjuvazinin, ücretli iş gücü sistemi olmadan, salt makineler üzerinden artı-değer elde edeceği gibi, doğrudan kapitalist sistemi var eden temel olgular yok sayılmaya başlandı.

Yavuz Proletarya Ev Sahibini Bastırırmış

-Seçimleri Boykot-

Zavallı kılıçdaroğlu.

Kazanınca (parlamentarizme) geçmeyi başarabilince) kazanabilmek için yaptığı her şeyin anlamsızlaşacağıyla o kadar ilgilenmişti ki ...

Aman neyse biz proletaryalara ne.

Ulusalcıların - sosyal demokratların ağır bedellerle anlamsızlaştırdığı parlamentarizm komplolarla tarihin tozlu sayfaları içerisinde kaybolup giderken...

imamoğlu'nun şapkada çıkardığı tavşan özgür özer'e eşbaşkan'ım diyerek itibar kazandırma yarışına düşen dem'liler ile...

Tarih bilgisi ve gelecek tasavuru (Deniz Aras)

Geçtiğimiz hafta içinde bir dönem TC içişleri memuriyeti görevinde bulunan ve bu “vatani görevi” sırasında devletin başta gözaltında kaybetmeler olmak üzere Kürt halkına ve devrimcilere yönelik katliam saldırılarını sürdürmesini “başarı”yla yerine getiren, günümüzde özü başına muhalif bir faşist partinin lideri Meral Akşener’in “mertçe cinayet” sözü çok konuşuldu.

Ermeni bir devrimci: LEVON EKMEKÇİYAN (Nubar Ozanyan)

Özgürlük uğruna yürütülen savaşımda her savaşçının önüne çıkan tehlikeli yol ayrımı ve kararlardan biridir “Ya onurunu ayaklar altına alıp teslim olacaksın! Ya da ölümlerden ölüm beğenerek direneceksin.” Levon Ekmekçiyan birkaç günlük yaşam uğruna kendini düşmana satmadan yaşamayı esas aldı. Düşündü fedailerin komutanı Kevork Çavuş’u, Antranik Ozanyan’ı, Mariam Çilingiryan’ı ve yanıbaşında çatışmada şehit düşen yoldaşı Zohrab Sarkisyan’ı. Sonra çocukluğunda anlatılan ve dinlemekte zorlandığı soykırım hikayelerini. Hangi Ermeni gencinin yüreği yaralı hafızası intikam dolu değildir ki?

“Unutturulan” Bir Devrimcinin Ardından 29 Ocak 1983, Kanlı Şafak

Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının başına kara bulut gibi çöken 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü’nün elebaşı olan Kenan Evren, Muş halkına yaptığı ve tarihe geçen konuşmasının bir bölümünde “Asmayalım da besleyelim mi?” sözünü, Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan için söylemişti.

12 Eylül faşist cunta yılları idamların, işkencelerin, gözaltında kayıpların, vatandaşlıktan atılmaların, azgın devlet terörünün yaşandığı yıllar olmuştur. Bu dönemde siyasi nedenlerle aralarında 17 devrimcinin de olduğu 51 kişi idam edilerek katledilmiştir.

Almanya'da Faşizme Karşı Kitlelerin Büyük Protestosu

Alman emperyalist burjuvazisi, son yıllarını ekonomik kriz içinde geçirdi ve bu krizi savuşturabilmiş değildir. Tersine, giderek derinleşmektedir. Kendileri için söylenen “Avrupa'nın hasta adamı” sözüne karşı, ekonomi bakanın Lindener'in doğrudan ağzıyla; “hasta değil, yorgun adamı” olduğunu kabul etti.

Sayfalar