Cumartesi Mayıs 18, 2024

Emekçiler işsizler yoksullar nerede?[1]

“Başkasının hayallerine tutsak olursanız belanızı bulursunuz.”[1]

Maltepe sahilindeki miting alanına açılan yollardan birinin kenarında durmuş, önümüzden akan kalabalığı izliyoruz. Kadın-erkek, çoluk-çocuk, İnsan seli. Etkileyici… Ellerinde Türk bayrakları, “adalet” pankartları, Mustafa Kemal’li sancaklar. Bulutsuz, sıcak bir yaz günü, bir pikniğe, deniz kenarında hava almaya gidiyormuşça bir gamsızlık, bir neşe… Arada bir - bizim gibi miting kıdemlilerinin hemen fark edeceği bir acemilikle- slogan atıyor, hemen ardından aralarında koyulttukları ikişerli-üçerli sohbete dönüyorlar.

Çoğunun üzerinde “adalet” yazılı bembeyaz, tiril tiril tişörtler, gözlerinde güneş gözlükleri, başlarında beyzbol şapkaları. Ayaklarda spor ayakkabılar… Yaşları 30-40 dolaylarında kümeleniyor. Bir CHP’liye “İşte çağdaş Türkiye’nin aydınlık yüzü” dedirtecek kadar temiz ve lekesizler.

Belki de fazlasıyla temiz. Pek azının giysilerinde bir oto tamirhanesinde, bir demir döküm atölyesinde, bir maden ocağında çalışmadan kaynaklanabilecek lekeler, kir, is, pas toz izi var. Pankart taşıyan, sevgilinin elini kavrayan, alkış tutan ellerin çoğu nasırsız, pürüzsüz.

Evet, o gün “Adalet” haykırışıyla Maltepe’deki miting alanını dolduran bir milyonu aşkın kişi etkileyici, güzel ve olumlu. Ama bir eksik var. İşçi-emekçi-varoş katılımı çok düşük. Önünüzden akanlar çoğunlukla iktidarın “hayat tarzı” konusundaki müdahalelerinden kaynaklanan kaygılarla yüklü, seküler bir orta sınıfın mensupları. İçeriği Kemalizm tarafından tanımlanmış bir modernizmin kazanımlarının bir bir ellerinden kayıp gitmekte oluşuna karşı tepkililer… Geri dönüşsüz bir sürece girilmiş olmasından korkuyor; ancak bu kez, örneğin Haziran 2013’deki, gövdelerini ortaya koyma kararlılığından yoksun gözüküyorlar…

Bu orta sınıf seli arasındaki tek tük kol emekçisi adacıkları ise, belli ki sosyalistlerin çalışma yaptığı Alevî mahallelerinden gelmişler. Ha bir de, iktidarın intikam hücumlarının hedef tahtasındaki gariban Fethullahçılar: Cemaatin üniversitesinde odacı, hastanesinde hastabakıcı olarak çalıştığı için ekmeğinden olmuş, kovuşturmalara uğramış, din bezirganı bir iktidarın “mütedeyyin” kitlelerin önüne attığı ikbal kırıntılarından nasibi ebediyen kesilmiş şaşkın, gariban dindarlar… (Miting alanına giderken eline her nasılsa tutuşturulmuş devrimci bir pankartı taşıyan kara çarşaflı, yüzü peçeli kadının görüntüsü hiç gitmeyecek gözlerimizden)…

Peki, emekçiler, varoş çocukları, yoksullar neredeydi?

Mitinge katılıp katılmayacağını sorduğumda Ahmet, “ne işim var orada” yanıtını verdi. “Sahile inip balık tutacağım.” Ahmet kim mi? Çankırı’nın bir köyünden yıllar önce İstanbul’a göç etmiş, hayatını zenginlerin evlerinde bahçıvanlık yaparak kazanan bir kent yoksulu…

Birkaç gün önceki konuşmamızda ise 15 Temmuz gecesi televizyondan köprünün askerler tarafından kapatıldığını gördüğünde kimseden emir filan beklemeden kendini sokağa atıp soluğu bir tankın üzerinde aldığını anlatmıştı, muzaffer bir komutan edasıyla. “Binlerce kişi olup sokaklara aktık, darbecileri püskürttük…” Ahmet’ler bunun ardından gecelerce kışlaların kapısında yatıp askerlerin dışarı çıkmasını engellemişlerdi. Artık onların da torunlarına anlatacak öyküleri vardı…

Peki, 15 Temmuz’da sokaklara dökülen, 16 Nisan Referandumu’nda “vatanı kurtarmak, güçlü bir Türkiye yaratmak” adına oylarıyla diktatörlüğe payanda olan bu sıradan insanlar; yani iş buldukça boyacılık, komilik, nakliyecilik, kamyon sürücülüğü, kanalizasyon işçiliği, yani “ne iş olsa” yapan Recep, en büyük hayali “kapağı Avrupa’ya atmak” olan ve iki yakası bir araya gelmediği için bir türlü evlenemeyen tornacı delikanlı İsmail, dört çocuğuna iyi bir gelecek sağlamak için evlere temizliğe giden Yozgatlı Hatice… Kemalistler arasında yaygın olan kanaate göre “dinci, İslâmcı, yobaz, IŞİD’ci” oldukları için mi, yoksa “köfte-ekmeğe oylarını satmaya hazır cahil sefiller” olduklarından mı gövdelerini ahir zaman diktatörünün heves ve hırslarına yakıt eylemektedir?

Tayyip Erdoğan iktidarının çeperlerinde kent ve kır yoksullarını “din, iman, vatan, millet, bölünmez bütünlük vb.” adına manipüle ve seferber eden, iktidarın olanaklarından da yararlanarak mahalle mahalle, sokak sokak ülkenin dört bucağına nüfuz eden, öğretmen, imam, cemaat önderi, esnaf odası başkanı, kaymakam, muhtar, “yoksul babası” patron, mukabele hafizesi, sendikacı… vb.’lerinden oluşan bir yarı-formel mekanizma var, hiç kuşkusuz. Bunlar, AKP ve “reis”inin siyasal İslâmcı, olasılıkla da İhvan’la “iltisaklı” projesinin gövdesini oluşturuyorlar. Ve toplumun özellikle yoksul katmanlarını “yeni” rejimlerine kazandırmak için canla başla çalışıyorlar. Türkiye’de adım adım kurulmakta olan siyasal İslâmcı rejimin “öncü” kadroları…

Ancak AKP’nin (bir kısmı elinde pala, protestoculara, şortlu kadınlara saldıracak kadar militan) “kadroları” ile Hayır’cılar arasında devasa bir gri alan var: kır ve kent yoksullarından, taşeron işçilerden, lümpenlerden, varoş sakinlerinden, işsizlerden, topu atma tehdidi altındaki esnaftan oluşan bir gri alan. Çoğu “Elhamdülillah Müslüman”; Cuma’ları elden geldiğince kaçırmamaya çalışıyorlar; ama akşamları bir bira ya da bir kadeh rakı parlatmaktan vaz geçeleri yok, kapağı bir Avrupa ülkesine atmak, bir Avrupalı kadınla evlenerek yırtmak, son model bir ciple sosyete mahallelerde boy göstermek süslüyor gençlerinin düşlerini… Loto oynuyor, her dokuz çekiliş piyango bileti satın alıyor, maçları kaçırmıyor, saçlarını jöleleyip kentlerin ana caddelerini turluyorlar. Bir şeriat rejimi, en son isteyecekleri şey. Çocukları TEOG’a hazırlanırken imam-hatip dışında bir yerlere girebilmesi için çırpınıyorlar, örneğin. İçki, sigara zam yedikçe asapları bozuluyor. “Reis”in “dik duruş”u, “Güçlü Türkiye” söylenceleri, Kurtlar Vadisi milliyetçiliği ile, Fransa’da işçi olarak çalışmış babalarının oradaki emekçi haklarına dair anlattıkları, işsizlik ve aç kalma kaygısı, gelecek endişesi, insanca, güzel, rahat bir yaşamın düşleri, ebedi bir yoksunluk ve erişimsizlik çemberi içinde sıkışmışlık duygusu arasında salınıp duruyorlar. Yetememe, yetinememe duygusu, ne kadar çalışırsa çalışsın (tabii iş bulabildikçe) yoksulluk çemberini kıramayacağı kesin bilgisinin cenderesi…

Peki, bu durumda neden AKP’ye oy veriyorlar, diye sorabilirsiniz. Gayet basit: AKP onların ezilmişlik, umutsuzluk, hiçlik duygularını bir kimliğe tahvil edebilmeyi becerdi. Türkiye kırsalının bilinçaltının derinliklerine işlemiş 40’lı yılların tek-parti (CHP) rejimine karşı öfkeyi, Batıcı-elitizme beslenen hıncı ihya ederek, kentlileşmiş torunların ezilmişlik duygusunun akacağı tepki yatağını döşedi. “Bu cehape var ya bu cehape, halka süpürge tohumundan ekmek yedirdi!” cayırtısı, kof ve nafile bir ajitasyon değil, bu ülkenin ezilmişlerine (ve dahi sömürülenlerine) tarihsel bir süreğenlik duygusu verme ve kendilerini karşısında konumlandırıp teyit edecekleri bir “öteki” kurgulama girişimidir. Batıcı, elitist, züppe, halkına yabancılaşmış ve Batılıların desteğiyle her nasılsa iktidarı ele geçirmiş, yıllar yılı bu mazlum milletin inançlarına, hayat tarzlarına saldıran, kafası bozuldukça bacıların baş örtülerine el atan bir seçkinler kliği… Kapitalist cumhuriyetin paryalarının, itilip kakılanların ezilmişliklerinin kefaretinin yüklenip ardından teneke çalarak kovalanabilecek kolay bir günah keçisi. Hele ki “Eski rejim”in üç sacayağı, yani silahlı kuvvetler, yargı kurumu ve üniversiteler Fethullahçı kardeşlerle kolkola etkisizleştirildikten sonra…

Bir “durum”u oluşturan karmaşık nedensellikleri tekil (ve kolay anlaşılabilir) bir boyuta indirgeyerek bu tekil etkeni “günah keçisi” ilan etme, faşizmin (ve bütün türevlerinin) en sık başvurduğu demogojilerden biridir. “Cehape elitizmi” hiç kuşku yok ki Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarında despotik uygulamaları, dayatmalarıyla bir yandan palazlanmakta olan Türkiye burjuvazisinin gereksindiği sermaye birikiminin önünü açmış, bir yandan da toplumu Kemalist “çağdaş uygarlık” ideali doğrultusunda tekil ve seküler bir ulus-devlet olarak biçimlendirmek üzere bir toplum mühendisliğine soyunmuştur. Bunu saptamak ve eleştirmek bir şey, bu eleştirileri kesif bir anti-entelektüalizm/popülizm halitasına dökerek devletin dümenini ele geçirip rotasını değiştirme, başkalaştırma çabalarına malzeme kılmak, başka bir şeydir. AKP “anti-elitizm” ile kestirmeden ve doğrudan onunla ilintilendirdiği “anti-entelektüalizm”i T.C.’ni İslâmcı bir Ortadoğu gücüne dönüştürme projesine halk desteğini sağlamak üzere kullanmaktadır.

Bu projenin bir yanı ise, emekçi kitlelerin ezilmişliğinin gerçek müsebbibi olan kapitalist sistemin kaptan köşkünü “laik-Batıcı” burjuvaziden kendi “cenahı”na devretme hesabıdır. Kaptan köşkünde “Batıcı/laikçi” elitlerin yerine İslâmcı burjuvazi geçerken forsalar, köleler, yani “ne iş olsa” yapan Recep, yani tornacı delikanlı İsmail, yani evlere temizliğe giden Yozgatlı Hatice oldukları yerde, kürekçi sıralarında kalacaktır. “Yabancı(laşmış)/Batıcı” elitlerin yerini alan, “kendilerine benzeyen” yeni efendilere bir çeşit ünsiyet ve minnet duygularıyla yüklü olarak.

AKP’nin toplumu yeniden biçimlendirme girişimini toplumun üst katmanlarını iktisadi müsadere ve kayırmacılıkla değiştirme, alt katmanları kültürel/toplumsal müdahalelerle dönüştürme olarak özetleyebiliriz. Alt katmanlarla girdiği “rıza rezonansı”nın erimini sürekli genişletme çabası içinde olduğu ise, eğitim, diyanet, sosyal hizmetler, yerel yönetimler, “sivil toplum” örgütlenmeleri vb. alanlarında yaptıklarında açığa çıkıyor.

Eğer bunlar doğruysa, iktidar partisi ile muhalifleri arasındaki “gri alan”da yer alan geniş kitleleri orta sınıfa hitap eden söylemlerle ikna etmenin olanağı yoktur. Yaşam tarzına dayalı söylemler: laiklik, çağdaşlık, kadın hakları vb. onları heyecanlandırmıyor. Hatta ve hatta (ve ne yazıktır ki) siyasal yaşama olanca yabancılaştırılmışlıklarıyla, “adalet” dahi deneyim-uzak bir söylemdir: Adalet ve Kalkınma Partisi “adalet”i başörtülü kadınlara kamusal yaşamın yolunu açarak tesis etmiştir; manipüle ettiği medya kanalları sayesinde cezaevlerini dolduran yüzlerce gazeteci, binlerce muhalif, sosyal medya kovuşturmaları, işten atılan akademisyenler, öğretmenler, cezaevlerindeki işkenceler, vb. ya “görünmez” ya da kitleler indinde kriminalize olmuşlardır.

Öte yandan -CHP’nin son birkaç yıldır denediği üzere- sağcı/dindar/milliyetçi söylemler de, “gri alan”ın CHP’ye (ya da sola) yönelmesinde etkili olamamaktadır. Öyle ya, “sağ” söylemlerin otantik sahibi ortadayken, neden eğretisine yönelsinler ki? Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısına Ekmeleddin İhsanoğlu’yla (ya da - diyelim ki Prof. Cihangir İslâm’la) çıkmak, protesto alanlarında “yeryüzü sofraları kurmak” da nesi?

Şu görülmeli, CHP’nin dokusu ve kurgusu, bu kitleleri ikna edecek sömürü ve tahakküm karşıtı söylemleri üretmeye müsait değildir; dahası, bu parti böylesi bir uğraşa girişebilecek, yürütebilecek kadrolardan da yoksundur. Bu, sayıları ne denli az, ne denli daralmış olursak olalım, biz sosyalistlerin, devrimcilerin alanıdır.

Bu bakımdan, sosyalistlerin, devrimcilerin “hayat tarzına” ilişkin kaygıları ve şimdilik -ne yazık ki- bizlerden gayrısını fazla ilgilendirmeyen özgürlük taleplerini olduğu kadar, kitlelerin ekmek davasını, işsizliği, iş güvencesizliğini, ücretlerin düşüklüğünü, hayat pahalılığını, sosyal hakların yitimini, barınma sorunlarını, kentsel hizmetlerin (elektrik, temiz su, doğalgaz, iletişim, ulaşım…) yüksek ve giderek yükselen bedellerini, sağlık ve eğitim hizmetlerinin kalitesizliğini ve emekçileri giderek düşen yaşam standartlarına mahkûm ederken kaynakları yağmalayarak uçuşa geçen yeni Müslüman-kapitalist sınıfı, bu yeni sömürü düzenindeki adaletsizliği (yani “kalkınma” ile “adalet” arasındaki ters orantıyı) sorunsallaştırmak, örgütlü-örgütsüz kitleler nezdinde bunlara yönelik bir talepkârlığı biçimlendirebilmek üzere işe koyulmak gerekiyor.

Bu görev ne kadar geciktirilirse, AKP’nin “gri alanlar”ı -korkarım ki telafisi mümkün olamayacak bir tarzda- temellükü o denli ilerleyecektir. AKP olanca demogogluğuyla, popülizmiyle, el çabukluğuyla aydın düşmanlığına dönüştürdüğü anti-elitizmiyle, “vatan-millet-bayrak-din-iman” çığırtkanlığıyla emekçi yığınları fethe çıktı.

Bu fethin tamamlanmasına, yani devleti ele geçirmiş olan partinin toplumu temellük etmesine seyirci kalırsak, iktidar partisi ve “Reis”inin körüklemekte olduğu “laik-dinci”, “Alevî-Sünnî”, “Kürt-Türk”, “Batıcı/gayrımilli-yerli/milli” kör dövüşü içinde yitip gitme olasılığımız yüksektir…

15 Temmuz 2017 17:39:02, İstanbul.

N O T L A R

[1] Kaldıraç Dergisi, No:193, Ağustos 2017…

[2] Gilles Deleuze. 

45400

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

Hızır

Hdp'liler katı atık tesisinin yeri değiştirilmesi konusunda öneri gelirse destekleyeceklermiş.

Demek ki gelmese...

De gurban... aha çevreci projeniz... aha boğuniz... aha siz...

Sütlüce'ye akmasın... kendi içimize... köyümüze.... aksın diyorsanız...

De... hadi...

Sütlüce'ye katı atık tesisi kurulmasın.... kendi köyümüze kurulsun... diye önerge getirinde sizi görem.

De.... Hadi kurban...

De.... Hadi...

Gerçekten çok akıllıca.

Gerçekten çok sinsice.

Liberallerin ve Ulu“sol”cuların Solculuğu-1- (Sentez)

"İşçi sınıfının devrimciliğine karşı çıkanlara sol denebilir mi? Ya da bunlar gerçekten sol olabilir mi?"

Sınıflı bir toplumda, bu toplumun alternatifi olarak sınıfsız toplumu öngören ve bunun mücadelesini veren Marksizm-Leninizm-Maoizm’in eleştirilmemesi, özellikle de mülk sahibi sınıfların ideolojik ve siyasal temsilcilerinin eleştirileri ve demagojik saldırılarına maruz kalmaması düşünülemez.

Barbara ve Sara olma zamanı! (Nubar Ozanyan)

Emekçi kadınlar birçok şeyden mahrumdur. Yoksun olduğu esas şeyler, özgürlük ve örgütlülüktür. Faşist devlet şiddeti, feodal baskı, Türk şovenizmi, egemen erkek zihniyeti, işgal ve saldırı, erkek adalet, aile ve din, dışlanma, aşağılanma vb. Saymakla ve yazmakla bitmiyor. 

KKB’li TİKKO Savaşçısı:Kobanê Ruhuyla Rojava’yı Savun!

Faşist TC içindeki klikler, Kobanê zaferinden bu yana dillerden düşmeyen bir yarasında birleşti.

Milli birlik ve beraberliğe ihtiyaç duydukları böylesi günlerde sağdan soldan TC faşizmi her zaman birleşmiştir. Bu bazen masa altından olur, bazen kapalı kapılar ardında, bazense öylece aleni. Burjuvazinin kalbini korkudan hoplatan bir işçi direnişi olabilir, emperyalist tekellere geçit vermeyecek bir çevre direnişi olabilir, faşizmi zayıflatacak bir demokrasi talebi olabilir, ataerkiyi ve heteroseksizmi titretecek bir adım olabilir bu gizli ya da açık el sıkışmaların sebebi.

Ya Özgürlük Mücadelesinden Yanasınız ya da Değilsiniz

Türk egemen sınıfları, Cumhuriyetin 100. yılını kutlamaya hazırlanırken ikinci yüz yılı için de nutuk atmaya başladılar. Halkımızın deyimiyle perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.

Nitekim ilk yüzyılı işçilere, emekçilere, devrimcilere, komünistlere, ezilen ulus ve azınlık milliyetlere, kadınlara, LGBTİ+lara, inanç gruplarına zulmetmekle geçen bir yüzyıldır. Bu baskıcı, asimilasyoncu, ırkçı, cinsiyetçi, tekçi ve emperyalizm uşağı sömürü-soygun düzeni, Kemalist cumhuriyetin ikinci yüzyılı da birinci yüz yılını izleyecektir.

Katliamlar Cumhuriyeti

13 Kasım'da, İstanbul'un en kalabalık caddesinde yapılan bombalı saldırı, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir kere daha katliamlar cumhuriyeti olduğunun acı bir kanıtı oldu.

Çamur at…[ismail cem özkan]

Kasım ayını soğuk bir gününde kalabalığın henüz tam yoğunlaşmadığı bir saatte İstiklal Caddesi'nde bir katliam yaşandı. Banka konan bir bomba patladı ya da patlatıldı ve 6 masum, hiçbir şeyden haberi olmayan insan öldürüldü…

Ateş düştüğü yeri yakar ve acısını kelebek kanadı gibi evrene yayar, fakat küresel evrenimizde o kadar çok acı yaşanıyor ki, eskisi gibi haber dahi olmuyor… Yaşanan olay ajans bülteninde geçen birkaç satıra dönüştü… Acılar, düşen ateş ve yok olan hayaller…

BORAN için – İmera Fera Yeşilgöz

Herkes olması gerektiği yerde mücadele görevini, parti görevini yerine getirmekteyken, yani her şey olması gerektiği gibiyken gelen her not kalp atışlarımızı hızlandırır. Her şeyden evvel “bir şey mi oldu?” kaygısı hissedilir.

Bir TİKKO savaşçısı:“Devrimci mücadeleye katılma tercihimin bir geçmişi var!”

Avrupa metropolünden gelen bir devrimci olarak, kapitalizmin “vahşetinin kalbinde” yaşarız. Hepimizin hayatı, değerlendirme mantığına göre yapılandırılıyor. İster klasik sömürü ilişkileri ve işgücünün yabancılaştırılması olsun, ister ayrıştırma ve izolasyona dönük eğilimler ya da sosyal yaşamda kendi kendimize olan yabancılaşma olsun; sürekli akan bir damlanın taşı oyduğu gibi insan, kapitalist merkezlerde sürekli kapitalist ideolojinin ekonomik, sosyal ve teknolojik saldırılarına maruz kalıyor.

Kaypakkaya’nın Yoldaşı Olmak! (OKUR POSTASI)

Bazen bulunduğumuz yerlerin, taşıdıkları değeri istemesek de göz ardı edebiliyoruz. Benim Partizan’la tanışmam yılları alıyor ama aktif olmam 3 seneyi buluyor. Birçok insandan şunu duyardım İbo’nun kültüründen gelenler sağlam olur. O kültürü almışsan uzakta da olsa onu yaşatmaya çalışırsın. O bağlılık hiç bitmez.

CHP'NİN İHANETLERİ /Mehmet Emin Gündoğdu

 


   Bu yazının amacı kısa bir CHP değerlendirmesi yaparak, bu partinin izlediği politik hattı ortaya çıkarmak ve okuyucuya bir fikir vermek. Çünkü bu parti tarihi boyunca hep mevcut düzenin koruyucusu olmuştur. Düzen ne zaman tıkansa CHP yardıma koşar. En son marifeti unutulmuş bir konuyu yani türbanı gündeme getirerek Erdoğan hükümetine koz vermiştir.

Sayfalar