Cumartesi Mayıs 25, 2024

İbrahimî | Eren Balkır

1)Bilhassa köy sosyolojisi üzerine uzman olan Behice Boran, Türkiye İşçi Partisi’nin başında iken gençler gelirler ve köylüler arasında çalışma yapılmasını isterler. Basit bir oy toplama talebinin ötesine işaret eden bu soruya Boran şu cevabı verir: “Bize köylülerden dayak mı yedirteceksiniz?” Köylülerden korkan, salt Boran değil, altmış darbesiyle açılan sol burjuva siyaset alanıdır. On yıl içerisinde bu alanın tıkandığını, mücadeleyi sınırlandırdığını anlamak, o köylerden gelen gençlere düşer. Sol burjuva siyaset ise intikamını köylüyü köylülüğe, genci gençliğe, işçiyi işçiliğe politik-ideolojik olarak kapatmakla almıştır. Tıkanan, tıkamış, sınırlanan sınırlamıştır. Kendi içerisine aldığı dinamikleri, özel bireylere bölüp parçalamış, o gençlerin çığlığını o özel bireylerin özel sancılarına kapatmıştır. Sol, bu batılı burjuva siyaset alanına sırtını dayadığı ölçüde, dağılıp parçalanmıştır.

Altmışların sonu itibarıyla belirli bir siyasî-ideolojik tıkanmanın yaşandığı aşikârdır. Bu anlamda esasen Deniz Gezmiş’te zinde kuvvetler-askerdeki; Mahir Çayan’ın devrimci gençlikteki; Kaypakkaya’da işçi-köylüdeki tıkanmanın aşılma iradesinin dil bulduğu söylenebilir. Üçünde de aşma pratiği doğuya doğrudur. Umut filmini çekerken yaşadığı güçlüklere karşı öfkeyle, “bu ülkenin sadece Ankara-İstanbul’dan ibaret olmadığını öğreteceğim onlara” diyen Yılmaz Güney’in çığlığı da bu aşma pratiğine dâhildir. Bu nedenle üç aşma pratiğinde de Kürd’ün varlığı ve eylemliliği önemli bir rol oynar. Ama bugün tarihsel açıdan bir kapanma yaşanmakta, elli yıllık süreç içerisinde devrim olmadığı için, üç ismin aştığı yere doğru yönelme (HDP başlığı altında) fiilîleşmektedir. Umut, gene Ankara-İstanbul hattına bağlanmıştır.

Söz konusu aşmayı tıkanmayı giderme girişimleri arasında da geçişmeler yaşanmaktadır. Mahir’lerin Maltepe Cezaevi’nden kaçtıklarını gazeteden okuyan Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şivan) “keşke buraya gelseler, birlikte mücadele ederdik” der. Orası Güney Kürdistan’dır. Şahıslardan bağımsız olarak, burjuva siyasetinin genişletilmesi ile ona karşı konumlanma arasında fiilî bir gerilim söz konusudur.

İbrahim’se Kürecik Raporu’nda Sinan Cemgil’den ve arkadaşlarından bahseder. Buradan onun Deniz’lerin aşıp ilerlediği yoldan yürüdüğü görülür. İbrahim ilerledikçe o yol da ilerler. Onların “burjuva subaylarının darbesine ve burjuva reformculuğuna bel bağladıklarını, halktan uzak durduklarını” söyler.[1] Bu noktada, özellikle silâhlı mücadele konusunda, çobanların ayak izlerine bakar.

II

Örgütler, kaleme aldıkları geçmiş değerlendirmelerinde hikâye anlatıyorlar, tarih değil. Hikâye ile tarih arasında ciddi bir fark var. Örgütlerin kendi hikâyelerini anlattıkları çalışmalarda Marksizm yok. Sadece özel insanların özel hikâyeleri, toplantıları, eylemleri anlatılıyor. Bu hikâyelerin ve pratiğin bağlamı irdelenmiyor. Dinamikler, süreçler, dip dalga yok orada. Dolayısıyla örgüt-lenme meselesi, o hikâyeye ikna olanların toplanması olarak algılanıyor. Hangi bağlama girildiğinin, geçmişe dair hattın neresinde olunduğunun, temel dinamiklerle nerede buluşulduğunun anlaşılması geçersizleşiyor. İbrahim bu noktada da ayrıksı bir yerde duruyor. Mustafa Suphi[2] ve ilgili dönemi kavramaya çalışmasını buradan anlamak gerekiyor.

Üç ismin aşma pratiğinin alameti olduğu doğru ise, onların öncelikle burjuva siyasete dair bileşenleri eleştiriye tabi tuttukları görülmelidir. İbrahim, “işçi-köylü”yle aşar, somut işçi ve köylüye gider. Burjuva siyasetinin sınırlarını zorlayıp aştıkça, dolaylı olarak, girdiği bilinmez coğrafyada ilerleyebilmek için, önceki devrimcilerin adımlarını izler. Bu hikâyeyi kendi öznel hikâyesiyle aynılaştıran, onu mülk edinen yaklaşım, burada bilinmeze yürüme iradesini boşa düşürür. Deniz, Mahir ve İbrahim, küçük burjuva ideolojisinin müdahalesiyle, gerisin geri, sınırın öte tarafına fırlatıp atılır. Onlar bazı şeyleri eksik bilmektedirler, bazı adımları doğal olarak yanlıştır. Üç önder göndere çekilir, böylece burjuva siyaseti alanından yaşanan huruc anlamsızlaştırılır. Her ne kadar İbrahim, “köylü partisi”nin küçük burjuva bir parti olacağını söylese de[3], takipçileri hareketi bu çizgiye çekerler.

Niceliğin, hikâye anlatımının, belirli özel şahısların başlatıp bitirdiklerinin merkeze oturduğu yerde aritmetikten başka bir şey hâkim olmayacaktır. Merkezdeki üç-beş özel insanın bir araya geldiği toplam, sonuçta başkalarına ihtiyaç duymayacaktır. Her şey onda bittiği için, ihtiyaç ortaya çıkmayacak, zorunluluklar görülmeyecek, ihtiyaç duymayınca örgütlemeyecek, başka süreçlere ve dinamiklere örgütlenmeyecektir. Oluşan dinamikler ve hareketler, o KP’nin hücreleri hâline gelmeyecektir. Her şeyi kendisine kapatanın başkasına, başkasının sözüne ve eylemine ihtiyaç duyması mümkün değildir.

Örgütlerin hikâyesinden KP tarihine geçmek zorunludur. Örgütler, özel kişilerin özel toplantılarını, özel eylemlerini anlatıp durmaktadırlar; teorik, nesnel, kolektif olanın içerisinde neler yaptığından bahsedilmemektedir. Bu noktada etiket, kariyer, imza, vitrin vb. belirleyici hâle gelmektedir.

Çetin Altan, Dr. Şivan’a, “siz dağa çıkın, biz sizi buradan destekleyecek yazılar yazarız” der. Şivan da şu anlamlı cevabı verir: “Biz yazı yazmasını da dağa çıkmasını da biliriz.” Altan, seksenlerde “Dersim’de, Munzur kıyısında tenis oynanıp vals yapıldığı günlerin hayalini kurduğunu" söyler. İbrahim’in hurucu iptal edildiğinde, o gerisin geri Altan’ın hayaline ait bir figürana dönüştürülür. Hurucun ricata dönüştüğü momentte, birileri bunu görür ve bataklıktan kurtulmak için çeşitli çabalar ortaya koyar, ama sırtlar başta belirtilen batılı burjuva siyasetine dayandırıldığı için, bu çabalar sonuç vermez. Niteliksel ve niceliksel manada Doğu’ya dönmemek, İbrahimî geleneği de o düzleme eklemleyerek ilerleyecektir. İlerleme de burjuva bir yanılsamadır.

III

Parlamentarizme yönelik itiraz, burjuva siyasetinin çektiği sınırlara dönük bir itirazdır. Bu itiraz, sırtını Batı’ya vermiş bir tür solculuğun reddini ifade eder, o böyle kavranmalıdır. Deniz’in, Mahir’in ve İbrahim’in sonrasında “takipçileri” tarafından gene Batılı ve Batıcı bir tarza kapatılmak istenmesi, eleştiriyi beklemektedir. Bu üç ismin Batı’ya ait ve dair birer “ajan”a indirgenmesi, onun gene burjuva zihniyet dairesinde, putlaştırılmasını, en iyi hâliyle peygamberleştirilmesini getirmiştir. Her şeyin başı ve sonu olmaya mecbur olan küçük burjuva, İbrahim’i de hikâyenin başı olarak kodladığında yol alabileceğini düşünür. Oysa onun gerekli, zorunlu devrimci dönüşümleri gerçekleştirdiği tarihsel bağlama ait kılınması ve dönüşümlerin her momentte güncellenmesi gerekir. İbrahim’in yanında olmak, onun eleştirilerinden azade olmanın ama gene onun eleştirdiği konuları yapmanın kılıfı hâline gelir.

Bugün İbrahim’i yeterince Maoist bulmayıp öz Maoizme geri dönenler, başka bir örgütün yürüttüğü devrimci savaşı “intihar eylemi” olarak nitelemektedirler. Oysa bilinmektedir ki “intihar eylemi”, Batılı liberallerin zihinlere nakşettiği bir kavramdır. Bu zihniyete göre, o koşullarda İbrahim şahsında, Dersim’e huruc gerçekleştirmek de bir tür “intihar eylemi”dir. Ondan uzaklaşmanın gerekçesi de burada aranmalıdır.

Bugün İbrahim’i “peygamber” ilân edenler, küçük burjuva dünyalarına politik bir boya çalma derdindedirler. Her şeyin başı ve sonu kendileri olduğu için, onun peygamber ilân edilmesi şarttır. Duruma göre başlangıç noktası değiştirilmektedir. Eskiden İbrahim iken, şimdi laikleşildiği ölçüde, Deniz Gezmiş’lerin idamı hikâyenin başladığı an olarak kodlanmaktadır. Başkalarını küçük burjuva siyaset aklına sahip olmakla eleştirenlerin ortaya attıkları “Bütünsel Marksizm” kurgusu ve etiketinin de bir “mühendislik procesi” olduğunu görmeleri gerekir.

IV

Öcalan dâhil belirli isimlerin hayat hikâyeleri, sadece küçük burjuva şeflik, mühendislik ve yöneticilik düzeyinde istismar edilecek şekilde okunmaktadır. Oradaki bağlamın, kişilerin ait oldukları ilişkilerin, mücadelelerin hiçbir önemi yoktur. Önemli olan, o kişiden bugüne dair, yöneticilik ve şeflik için notlar çıkartmaktır. Burada da tarih bilinci değil, hikâye anlatıcılığı vardır.

Dolayısıyla İbrahim’deki Kemalizm eleştirisi, bağlamından çıkartılmakta, bu eleştiri, ülkenin üst siyasetine dair söz söyleme imkânı olarak istismar edilmektedir. Kemalizm belirli özel şahısların hikâyesi olarak algılanmakta, ona gene benzer hikâyelerle karşılık üretilmektedir.

“[…] Emperyalizm feodalizmi tasfiye etsin, biz de sosyalist devrimi yapalım, tam bir Menşevik mantığı odur.”[4] Burjuva siyaset, örgütlerin yuvarlandığı bataklıktır. İlerlemeci kurgu ile tıpkı İbrahim’in ifadesi ile, “kapitalizm bizim karşımızdaki engelleri kaldırsın” denilmektedir. “İlerlemeyi burjuvazi sağlasın, biz de sosyalist devrimi zihnimizde canlı tutalım” devrimcilik değildir.

Böylesi bir yaklaşım, işin, davanın ve kavganın ortaklaşmasına asla bakmayacaktır. Batıcılık, burjuva siyasetine kul olma ve ilerlemecilik, mevcut işi, davayı ve kavgayı her daim kötü, yanlış ve eksik görecektir. Çelik kendisine verilen suyu unutmayacaksa, bu, işin, davanın ve kavganın ortaklaşmasını gerektirir. Hafıza ve unutmamak, beyindeki nöronların belirli bağlar kurması ile ilgili ise, o vakit halkın mücadelesinin çelikleşmesi ve aldığı suyu inkâr etmemesi, ancak ortaklaşmayla, kurulan bağların örülmesiyle, örgütlenmeyle mümkündür. Özel insanların özel hikâyeleri merkezde durdukça, genelin ihtiyacı ve zorunluluğu görülmeyecektir.

Elli yıl önce huruc edilen zemin, nicelikselcilik, parlamentarizm ve genel burjuva siyasetidir. Bu hurucun kendisine kapanma, özelleşme tehlikesi mevcuttur. İbrahim’in “eğer bir gün partinin çıkarları ile halkın çıkarları karşı karşıya gelirse, tavrımız halkın çıkarlarından yanadır” sözü bu özelleşmeye karşı bir direnç gibidir.

Elli yıl önce huruc edilen zemin, Türkiye İşçi Partisi’dir. Bugün sol, toplamda ana rahmine geri dönme eğilimindedir. Yeni bir elli yılın başında, solun bu yönelimi, doğunun kurduğu işçi partisinin dişlerini söküp buraya uyarlanmış bir hâle sokma yönündedir. Bu anlamda İbrahimî gelenek gene doğululaşmalı, seçimde oy verse de halkın çıkarlarına ters olan bu yönelime kalbini ve aklını vermemelidir. Akıl ve kalb, devrime ve kıyama aittir.

 

Eren Balkır

İŞTİRAKÎ – Mayıs 2015

 

Dipnotlar

[1] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yay., Ocak 1992, s. 22.

[2] “Kaypakkaya’nın TKP Tahlilleri” Muzaffer Oruçoğlu.

[3] Kaypakkaya, a.g.e, s. 55.

[4] A.g.e., s. 61.

41595

Esas İşçi mi Köylü mü ?

Ya... bunlar insanı zoraki öncü ederler ya.. öncü.

Zindan(lar)in Türkçesi[1]

“Hapse düşmemiş bir insan,devletin ne olduğunu bilemez.”[2]

Çiğdem Diren Sarısülük;Sevgide Yoldaş olabilmek

Tüm Yoldaş kalabilenlere !

Sevgiyi, sensizlikte yaşamak öylesine zor ki güzel yürekli dost. Zamanı mıydı bu zamansız yolculuğun? Tüm güzellikleri onurluca yaşamayı, en güzel şeyleri hiç ummadığımız zamanlarda yapardın, yaparken de kıskandırırdın bizi.

Ya bu sefer ne demeli...

Hrant Dink’in Katline 2015 Perspektifinden Bakmak

 Başlıklı Yuvarlak Masa Toplantısı (18 Ocak 2014, Alba Oteli, Ankara) 

12.05 Moderatör Sibel Özbudun’un Hoşgeldiniz Konuşması. 

İnsanı faşist kılan nedir? Ergün Aslan

 İnsanı faşist kılan siyasi düşünceleri değil sergilediği üretim ilişkileridir.
Ya.. niye kullanmadığımız bilgilerimiz körelmek zorunda ya..
Haftanın son dört günü neydi?
Ne güzelde ara sıra olsa da göçmen işçi mi yoksa  yerel işçi mi daha köylü olduğunu karıştırıyor olsam da kolektifliğin sözcülüğünü, tabanlığını kaptırmayan her göçmenle kolektiflikteki  göçmenlerin yol açtığı gettolaşmayı değil de kolektifliğe hiç uğramayan yerel halkın kolektifte yol açtığı gettolaşmanın yarattığı sorunları tartışıyorduk.Ama şimdi...

Zemherinin Kızıl Gülü‏

Bugün 24 Ocak 2011..

Boğazımda düğümlenmiş hüzünler..

İçimde tarifi zor  duygular..

Ve dilimde 18 Mayıs 1973′te Diyarbakır işkencehanesinde ser verip sır vermeme geleneğinin önderi olarak ölümsüzleşen İbrahim Kaypakkaya’nın "Devrim için her zaman ölecekler bulunur" adlı şiirinin sözleri..

"…gider,

  …gider, nice koç yiğitler gider

Senin de içinde  bir oğlun varsa çok değildir,

Ey mavi gök! 

Ermeni Meselesi hallolunmuştur Talat Pasa 29 Agustos 1915

Ermeni Soykırımı , İttihat ve Terakki Partisi hükümeti idaresinde ama tüm devlet kurumları ile gerçekleşmiş bir olaydır.Hükümet ve devlet uyum içerisinde artık Ermeni'lerin varlığını or tadan kaldırdıktan sonra Ermeni sorunu'' hallolunmuştur ''  diyerek '' kurtulduklarını '' zannetmişlerdir.Aradan yüz yıl geçmiş olmasına rağmen Ermeni sorunu güncelliğini olduğu gibi korumaktadır. 100.yıl yaklaşırken Türkiye, yeniden dünya gündeminde tartışılır ülke konumu ile dikkatleri üzerinde toplayacaktır.

24 Ocak Vartinik Baskını ve Ali Haydar Yıldız.. / Muzaffer Oruçoğlu

 

 Hayatımın unutulmaz anı. Menzil ve yaşam hakkı vermeyen haşin bir kış. Geyiklerini mağaralarına kapatan sisli, boranlı yüce zirveler. Yarı yıkık bir ev ve halkın korkarak, ‘sizi öldürecekler, gidin buralardan,’ diye mırıldana mırıldana acıdığı, destek vermeye çalıştığı bir avuç silahsız gerilla. Ve seher öncesinin toz karı hafif hafif ırgalayan ruzigarı ve tüfek şakırtıları.

Karışık

Yeni yılın ilk ayını epey aşarak yazıyorum ilk yazımı, belki korktum, belki panik yaptım, belki bir şey bekledim, ya da kimsenin aklına gelmeyecek hesaplar yaptım, yani derine daldım. “derin” kelimesi nasıl bir algı yaratır, nereden yakalar adamı, nasıl eğer, nerede büker, ne hale sokar, bilemem. Ama içimde tedirgin, kuşkucu, rahatsız ve hasta bir yer etti. Nerede bir erk, kurum, parti, örgüt, hele hele devlet varsa derini mevcuttur. Başka bir gücün olduğu ve derinlerden zelzele kudretine sahip bir şey bu…

Gaz kullanımı - ya da halkın zehirlenmesi üzerine (*)

“Zulüm bizdense; ben bizden değilim!”[1]

En net hâliyle Adolf Hitler’den biliriz “Gazlamak filli”nin ne olduğunu; elbette onun öncesinde I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda veya İngilizlerin Kürtlere karşı kullandığını; sonrası da bunun Şeyh Wassan ile Doli Smakoli’den Halepçe’ye uzandığını “es” geçmeden…

“Kimyasal gazdır” bunun adı; farklı versiyonlarıyla…

Kimyasal gazların, “biber”, “portakal”, “Brezilya” vb. versiyonlarıyla IMF İstanbul, KCK Diyarbakır, 1 Mayıs Taksim’inde ve bir alay itiraz eyleminde tanıştık…

"Özerlikçi"Anayasa sonrasında Bolivya dersleri (1)

“Anayasacıların öncelikle önemsedikleri şey, otorite ve gücün sınırlandırılması ve dağıtılmasıdır. Bu sınırlamalar felsefe ve ahlâki tartışmaların geniş alanından beslenir...”[2]

Sayfalar