Pazar Mayıs 5, 2024

İbrahimî | Eren Balkır

1)Bilhassa köy sosyolojisi üzerine uzman olan Behice Boran, Türkiye İşçi Partisi’nin başında iken gençler gelirler ve köylüler arasında çalışma yapılmasını isterler. Basit bir oy toplama talebinin ötesine işaret eden bu soruya Boran şu cevabı verir: “Bize köylülerden dayak mı yedirteceksiniz?” Köylülerden korkan, salt Boran değil, altmış darbesiyle açılan sol burjuva siyaset alanıdır. On yıl içerisinde bu alanın tıkandığını, mücadeleyi sınırlandırdığını anlamak, o köylerden gelen gençlere düşer. Sol burjuva siyaset ise intikamını köylüyü köylülüğe, genci gençliğe, işçiyi işçiliğe politik-ideolojik olarak kapatmakla almıştır. Tıkanan, tıkamış, sınırlanan sınırlamıştır. Kendi içerisine aldığı dinamikleri, özel bireylere bölüp parçalamış, o gençlerin çığlığını o özel bireylerin özel sancılarına kapatmıştır. Sol, bu batılı burjuva siyaset alanına sırtını dayadığı ölçüde, dağılıp parçalanmıştır.

Altmışların sonu itibarıyla belirli bir siyasî-ideolojik tıkanmanın yaşandığı aşikârdır. Bu anlamda esasen Deniz Gezmiş’te zinde kuvvetler-askerdeki; Mahir Çayan’ın devrimci gençlikteki; Kaypakkaya’da işçi-köylüdeki tıkanmanın aşılma iradesinin dil bulduğu söylenebilir. Üçünde de aşma pratiği doğuya doğrudur. Umut filmini çekerken yaşadığı güçlüklere karşı öfkeyle, “bu ülkenin sadece Ankara-İstanbul’dan ibaret olmadığını öğreteceğim onlara” diyen Yılmaz Güney’in çığlığı da bu aşma pratiğine dâhildir. Bu nedenle üç aşma pratiğinde de Kürd’ün varlığı ve eylemliliği önemli bir rol oynar. Ama bugün tarihsel açıdan bir kapanma yaşanmakta, elli yıllık süreç içerisinde devrim olmadığı için, üç ismin aştığı yere doğru yönelme (HDP başlığı altında) fiilîleşmektedir. Umut, gene Ankara-İstanbul hattına bağlanmıştır.

Söz konusu aşmayı tıkanmayı giderme girişimleri arasında da geçişmeler yaşanmaktadır. Mahir’lerin Maltepe Cezaevi’nden kaçtıklarını gazeteden okuyan Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şivan) “keşke buraya gelseler, birlikte mücadele ederdik” der. Orası Güney Kürdistan’dır. Şahıslardan bağımsız olarak, burjuva siyasetinin genişletilmesi ile ona karşı konumlanma arasında fiilî bir gerilim söz konusudur.

İbrahim’se Kürecik Raporu’nda Sinan Cemgil’den ve arkadaşlarından bahseder. Buradan onun Deniz’lerin aşıp ilerlediği yoldan yürüdüğü görülür. İbrahim ilerledikçe o yol da ilerler. Onların “burjuva subaylarının darbesine ve burjuva reformculuğuna bel bağladıklarını, halktan uzak durduklarını” söyler.[1] Bu noktada, özellikle silâhlı mücadele konusunda, çobanların ayak izlerine bakar.

II

Örgütler, kaleme aldıkları geçmiş değerlendirmelerinde hikâye anlatıyorlar, tarih değil. Hikâye ile tarih arasında ciddi bir fark var. Örgütlerin kendi hikâyelerini anlattıkları çalışmalarda Marksizm yok. Sadece özel insanların özel hikâyeleri, toplantıları, eylemleri anlatılıyor. Bu hikâyelerin ve pratiğin bağlamı irdelenmiyor. Dinamikler, süreçler, dip dalga yok orada. Dolayısıyla örgüt-lenme meselesi, o hikâyeye ikna olanların toplanması olarak algılanıyor. Hangi bağlama girildiğinin, geçmişe dair hattın neresinde olunduğunun, temel dinamiklerle nerede buluşulduğunun anlaşılması geçersizleşiyor. İbrahim bu noktada da ayrıksı bir yerde duruyor. Mustafa Suphi[2] ve ilgili dönemi kavramaya çalışmasını buradan anlamak gerekiyor.

Üç ismin aşma pratiğinin alameti olduğu doğru ise, onların öncelikle burjuva siyasete dair bileşenleri eleştiriye tabi tuttukları görülmelidir. İbrahim, “işçi-köylü”yle aşar, somut işçi ve köylüye gider. Burjuva siyasetinin sınırlarını zorlayıp aştıkça, dolaylı olarak, girdiği bilinmez coğrafyada ilerleyebilmek için, önceki devrimcilerin adımlarını izler. Bu hikâyeyi kendi öznel hikâyesiyle aynılaştıran, onu mülk edinen yaklaşım, burada bilinmeze yürüme iradesini boşa düşürür. Deniz, Mahir ve İbrahim, küçük burjuva ideolojisinin müdahalesiyle, gerisin geri, sınırın öte tarafına fırlatıp atılır. Onlar bazı şeyleri eksik bilmektedirler, bazı adımları doğal olarak yanlıştır. Üç önder göndere çekilir, böylece burjuva siyaseti alanından yaşanan huruc anlamsızlaştırılır. Her ne kadar İbrahim, “köylü partisi”nin küçük burjuva bir parti olacağını söylese de[3], takipçileri hareketi bu çizgiye çekerler.

Niceliğin, hikâye anlatımının, belirli özel şahısların başlatıp bitirdiklerinin merkeze oturduğu yerde aritmetikten başka bir şey hâkim olmayacaktır. Merkezdeki üç-beş özel insanın bir araya geldiği toplam, sonuçta başkalarına ihtiyaç duymayacaktır. Her şey onda bittiği için, ihtiyaç ortaya çıkmayacak, zorunluluklar görülmeyecek, ihtiyaç duymayınca örgütlemeyecek, başka süreçlere ve dinamiklere örgütlenmeyecektir. Oluşan dinamikler ve hareketler, o KP’nin hücreleri hâline gelmeyecektir. Her şeyi kendisine kapatanın başkasına, başkasının sözüne ve eylemine ihtiyaç duyması mümkün değildir.

Örgütlerin hikâyesinden KP tarihine geçmek zorunludur. Örgütler, özel kişilerin özel toplantılarını, özel eylemlerini anlatıp durmaktadırlar; teorik, nesnel, kolektif olanın içerisinde neler yaptığından bahsedilmemektedir. Bu noktada etiket, kariyer, imza, vitrin vb. belirleyici hâle gelmektedir.

Çetin Altan, Dr. Şivan’a, “siz dağa çıkın, biz sizi buradan destekleyecek yazılar yazarız” der. Şivan da şu anlamlı cevabı verir: “Biz yazı yazmasını da dağa çıkmasını da biliriz.” Altan, seksenlerde “Dersim’de, Munzur kıyısında tenis oynanıp vals yapıldığı günlerin hayalini kurduğunu" söyler. İbrahim’in hurucu iptal edildiğinde, o gerisin geri Altan’ın hayaline ait bir figürana dönüştürülür. Hurucun ricata dönüştüğü momentte, birileri bunu görür ve bataklıktan kurtulmak için çeşitli çabalar ortaya koyar, ama sırtlar başta belirtilen batılı burjuva siyasetine dayandırıldığı için, bu çabalar sonuç vermez. Niteliksel ve niceliksel manada Doğu’ya dönmemek, İbrahimî geleneği de o düzleme eklemleyerek ilerleyecektir. İlerleme de burjuva bir yanılsamadır.

III

Parlamentarizme yönelik itiraz, burjuva siyasetinin çektiği sınırlara dönük bir itirazdır. Bu itiraz, sırtını Batı’ya vermiş bir tür solculuğun reddini ifade eder, o böyle kavranmalıdır. Deniz’in, Mahir’in ve İbrahim’in sonrasında “takipçileri” tarafından gene Batılı ve Batıcı bir tarza kapatılmak istenmesi, eleştiriyi beklemektedir. Bu üç ismin Batı’ya ait ve dair birer “ajan”a indirgenmesi, onun gene burjuva zihniyet dairesinde, putlaştırılmasını, en iyi hâliyle peygamberleştirilmesini getirmiştir. Her şeyin başı ve sonu olmaya mecbur olan küçük burjuva, İbrahim’i de hikâyenin başı olarak kodladığında yol alabileceğini düşünür. Oysa onun gerekli, zorunlu devrimci dönüşümleri gerçekleştirdiği tarihsel bağlama ait kılınması ve dönüşümlerin her momentte güncellenmesi gerekir. İbrahim’in yanında olmak, onun eleştirilerinden azade olmanın ama gene onun eleştirdiği konuları yapmanın kılıfı hâline gelir.

Bugün İbrahim’i yeterince Maoist bulmayıp öz Maoizme geri dönenler, başka bir örgütün yürüttüğü devrimci savaşı “intihar eylemi” olarak nitelemektedirler. Oysa bilinmektedir ki “intihar eylemi”, Batılı liberallerin zihinlere nakşettiği bir kavramdır. Bu zihniyete göre, o koşullarda İbrahim şahsında, Dersim’e huruc gerçekleştirmek de bir tür “intihar eylemi”dir. Ondan uzaklaşmanın gerekçesi de burada aranmalıdır.

Bugün İbrahim’i “peygamber” ilân edenler, küçük burjuva dünyalarına politik bir boya çalma derdindedirler. Her şeyin başı ve sonu kendileri olduğu için, onun peygamber ilân edilmesi şarttır. Duruma göre başlangıç noktası değiştirilmektedir. Eskiden İbrahim iken, şimdi laikleşildiği ölçüde, Deniz Gezmiş’lerin idamı hikâyenin başladığı an olarak kodlanmaktadır. Başkalarını küçük burjuva siyaset aklına sahip olmakla eleştirenlerin ortaya attıkları “Bütünsel Marksizm” kurgusu ve etiketinin de bir “mühendislik procesi” olduğunu görmeleri gerekir.

IV

Öcalan dâhil belirli isimlerin hayat hikâyeleri, sadece küçük burjuva şeflik, mühendislik ve yöneticilik düzeyinde istismar edilecek şekilde okunmaktadır. Oradaki bağlamın, kişilerin ait oldukları ilişkilerin, mücadelelerin hiçbir önemi yoktur. Önemli olan, o kişiden bugüne dair, yöneticilik ve şeflik için notlar çıkartmaktır. Burada da tarih bilinci değil, hikâye anlatıcılığı vardır.

Dolayısıyla İbrahim’deki Kemalizm eleştirisi, bağlamından çıkartılmakta, bu eleştiri, ülkenin üst siyasetine dair söz söyleme imkânı olarak istismar edilmektedir. Kemalizm belirli özel şahısların hikâyesi olarak algılanmakta, ona gene benzer hikâyelerle karşılık üretilmektedir.

“[…] Emperyalizm feodalizmi tasfiye etsin, biz de sosyalist devrimi yapalım, tam bir Menşevik mantığı odur.”[4] Burjuva siyaset, örgütlerin yuvarlandığı bataklıktır. İlerlemeci kurgu ile tıpkı İbrahim’in ifadesi ile, “kapitalizm bizim karşımızdaki engelleri kaldırsın” denilmektedir. “İlerlemeyi burjuvazi sağlasın, biz de sosyalist devrimi zihnimizde canlı tutalım” devrimcilik değildir.

Böylesi bir yaklaşım, işin, davanın ve kavganın ortaklaşmasına asla bakmayacaktır. Batıcılık, burjuva siyasetine kul olma ve ilerlemecilik, mevcut işi, davayı ve kavgayı her daim kötü, yanlış ve eksik görecektir. Çelik kendisine verilen suyu unutmayacaksa, bu, işin, davanın ve kavganın ortaklaşmasını gerektirir. Hafıza ve unutmamak, beyindeki nöronların belirli bağlar kurması ile ilgili ise, o vakit halkın mücadelesinin çelikleşmesi ve aldığı suyu inkâr etmemesi, ancak ortaklaşmayla, kurulan bağların örülmesiyle, örgütlenmeyle mümkündür. Özel insanların özel hikâyeleri merkezde durdukça, genelin ihtiyacı ve zorunluluğu görülmeyecektir.

Elli yıl önce huruc edilen zemin, nicelikselcilik, parlamentarizm ve genel burjuva siyasetidir. Bu hurucun kendisine kapanma, özelleşme tehlikesi mevcuttur. İbrahim’in “eğer bir gün partinin çıkarları ile halkın çıkarları karşı karşıya gelirse, tavrımız halkın çıkarlarından yanadır” sözü bu özelleşmeye karşı bir direnç gibidir.

Elli yıl önce huruc edilen zemin, Türkiye İşçi Partisi’dir. Bugün sol, toplamda ana rahmine geri dönme eğilimindedir. Yeni bir elli yılın başında, solun bu yönelimi, doğunun kurduğu işçi partisinin dişlerini söküp buraya uyarlanmış bir hâle sokma yönündedir. Bu anlamda İbrahimî gelenek gene doğululaşmalı, seçimde oy verse de halkın çıkarlarına ters olan bu yönelime kalbini ve aklını vermemelidir. Akıl ve kalb, devrime ve kıyama aittir.

 

Eren Balkır

İŞTİRAKÎ – Mayıs 2015

 

Dipnotlar

[1] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yay., Ocak 1992, s. 22.

[2] “Kaypakkaya’nın TKP Tahlilleri” Muzaffer Oruçoğlu.

[3] Kaypakkaya, a.g.e, s. 55.

[4] A.g.e., s. 61.

41535

Hukuk Mu Dediniz?

Güney Afrika Cumhuriyeti'nde, emperyalist bir tekelin çıkarları uğruna maden işçilerinin katledilmesi (16.08.2012)

Burjuvazi ve onu hizmetindeki kalem erbabı; “hukuk”, “adalet”, “hukukun üstünlüğü”, “yargı bağımsızlığı”, “bağımsız Türk mahkemeleri”, “demokrasi” “insan hakları” gibi kavramları çok sever. Her fırsatta bunları dile getirirler. Burjuvaziyi tanımayanlar; “bunlar ne kadar da adalet ve hukuk düşkünüymüş” diye hayret içinde kalır ve alıkışlarlar, kendi zayıf “hukuk düşkünlüklerinnden" ve  zayıf “adaletli” oluşlarından utanır olurlar.

 

“Zamanın ruh(suzluğ)u”na karşı İbrahim Kaypakkaya

“Geçmiş asla ölü değildir.Geçmiş, geçmiş bile değildir.”[1]

 

Postmodern vazgeçiş dört yanımızı kuşatmışken; çürüyen “zamanın ruh(suzluğ)u”na inat İbrahim Kaypakkaya hakkında yazmak, konuşmak çok önemlidir ve gereklidir…

Gereklidir çünkü gerçeklerin “unutuşa”, “suskunluğa” terk edilmek istendiği yalanın egemenliğinde, Mihail Yuryeviç Lermontov’un ‘Düşünce’ başlıklı şiirindeki, “Kaygıyla bakıyorum bizim kuşağa!/ Geleceği ya boş ya karanlık görünüyor...” dizeleri anımsamamak/ anımsatmamak elde değil…

Beşikçi ve Kürd resmi ideolojisi

Ömrünü Türk resmi ideolojisiyle mücadele etmekle geçirmiş,Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin kırk yıllık emektarı İsmail Hoca’nın Apocu resmi ideolojinin yeniden üretiminden ve propagandasından sorumlu Ferda Çetin üzerinden eleştiri adı altında saldırıya uğraması hazin olmanın ötesinde Kürdistan’da Kürdistanlıların iktidarından yana kesimlerle Türkiyelileşme sevdalısı entegrasyoncu kesimler arasındaki ideolojik cephe savaşının başlangıç düdüğü olma potansiyeline de sahiptir.

 

Edebiyatin Latin Cephesine kenar notlari[*]

“Adını değiştir,öykü seni anlatsın.”[1]

“Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız akademisine de girmedim. Yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye dahi olsa bunlar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burjuva bir ailede yetiştiğim hâlde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem,” vurgusuyla ekler Jean Paul Sartre: 

Latin Amerika'dan barış süreçleri 'El Salvador’ örnegi

  * Anlaşıldı:Savaş artık Barış demek.Öyleyse bundan böyle domuzlara at,kız çocuklarına erkek deyip geçelim...”[1]

 

El Salvador’da iç savaşın tarihi, 1970’li yıllarda, topraksız köylülerin, kent yoksullarının, işçilerin, öğrencilerin sokaklara dökülen muhalefeti karşısında ABD destekli ordunun kanlı operasyonlarına dayanır.

Kanlı parseller

Bugün 2014'ün ilk günü. Hastalar sağlık, yoksullar varlık, mahpuslar özgürlük, âşıklarsa kavuşmayı diler her yeni yılda. Ben nice hayaller kurarak binlerce yıl öncesine gittim yeni yılın bu ilk dakikalarında. Hayal bu ya, Tanrı ilk yarattığında dünyayı, sihirli bir değnekle dokunsaydı eğer hayatın zümrüt yeşili bahçelerine, atalarımız olan ilk insanlar cennet bir dünyaya açacaklardı hayretle gözlerini.

Muharrem Erbey'in suçu ne

  Geçenlerde Diyarbakır cezaevine gidip bazı dostları ziyaret ettim. Uzun yıllardır tutuklu olan Senanik Öner, Hatip Dicle, Şırnak belediye başkanı Ramazan Uysal, Muharrem Erbey ve İdil belediye başkanı Resul Sadak'la kısıtlı bir zamanda da olsa hasret giderdim. Hepsi yıllardır hapiste; hapislik adeta yaşamlarının bir parçası haline gelmiş. Kendisini meselenin tarafı olarak gören mahkemeden herhangi bir beklentileri kalmamış, hukuk ve adalet duygularını haklı olarak yitirmişler. Rehin olarak içeride tutulduklarını düşünüyorlar.

Ecdat(iniz)in VukatU(lar)i[*]

“İşte bir sürü olay sana. Ve bir sürü soru.”[1]

 

Hepimize Stephen Hawking’in, “Bilginin en büyük düşmanı bilgisizlik değildir, bildiğini zannetmektir,” sözünü anımsatan bir “Ecdat” yaygarası aldı başını gidiyor…

Semih Gümüş’ün, “Tarihi anlar yaratamaz”; Giorgio Agamben’in, “Tarih asla anda yakalanamaz, sadece bütüncül süreç olarak yakalanabilir,”[2] uyarılarını kavrayamayan “ecdat körlüğü” dört yanı sarıp sarmalıyor…

Umutlarımızı Büyütüyoruz

 

“... komünist için sorun, mevcut dünyayı köklü bir biçimde dönüştürmek (revolutionieren), varolan duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmektir.”Marx-Engels

SİBEL ÖZBUDUN – TEMEL DEMİRER 2014

Hayaller(imiz)le, cüret(imiz)le, umut(larımız)la yolumuzu açacağız 2014’te de sen/siz orada biz burada; Cemal Süreya’nın, “Artık hayallerim suya düşecek diye/ kaygılanmıyorum./ Çünkü, onlar düşe düşe/ yüzmeyi öğrenmişler,” dizelerini terennüm edeceğiz inat ve ısrarla…

İT DALAŞINDA TARAF OLUNMAZ, SINIFIN NET TAVRI KONUR

Sınıfsal mücadele yaşadığımız coğrafyada belirleyici özellik taşıyor. Bölgemiz  Türkiye’deki örgütlü sınıf mücadelesinin seyrine göre şekil alacaktır. Ezilenlerin başkaldırışı da    göre ilerleme veya gerileme gösterecektir. Bu gerçek Kürdistan için de geçerlilik taşımaktadır.

Sayfalar