Pazar Mayıs 5, 2024

KENTİ (YOKSULLARINDAN) “TEMİZLEMEK”…[1]

“Ahlâk ve para aynı çuvala girmez.”[2]

Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, bugün İstanbul’un en “in” mekânlarından sayılan Erenköy-Göztepe arasında geçti. O yıllarda İstanbul’un tartışmasız bir numarası Teşvikiye- Nişantaşı-Osmanbey karşısında biraz “ikinci sınıf” sayılan, ancak “sayfiye” olarak muteber, bizim gibi yaz-kış kalanların hafiften “taşralı” muamelesi gördüğü, ama geceleri Bağdat caddesinde “anahtar teslim”ine yarıştırılan lüks, spor arabalara bakıldığında, geleceğinin “parlak” olduğunu sezdiren, üç katlı apartmanlar diyarı…

Göztepe parkı onüç-ondört yaşımın favori yaşam alanıydı… Çevremizde boy vermeye başlamış apartmanlara karşı, yeniyetmeliğimizin, serüven tutkularımızın sığınaklarından biri… Özellikle de saatliğine at ve motosiklet kiralayan Çingeneleriyle... Ali, Aşkın ve diğerleri kısa sürede en iyi arkadaşlarımız oldular: önce ata, ardından da motosiklete binmeyi öğrettiler bize. Ali’nin Planet motoruyla, Çiftehavuzlar’dan Suadiye’ye yüreği ağzında, ibreyi saate 100 km.’ye vurdurarak yalınayak ve kasksız yol almak, hâli-vakti yerinde bir ailenin iyi yetiştirmek için hiçbir özveriden kaçınmadığı o “akıllı-uslu” kız çocuğunun içindeki “öteki”nin açığa çıkmasıydı. Bir çeşit erginleme ritüeli.

Yalnız Göztepe değil, kuşkusuz… İki el pişti çevirip demli çayları yudumladığımız balıkçı kahveleriyle Kalamış; ağaçlarının arasında Yeşilçam pozları veren sevgilisinin resmini çeken amatör fotoğrafçı delikanlılarla eğlendiğimiz Fenerbahçe; sahildeki barınakta balıkçılarla doyulmaz sohbetler ettiğimiz Caddebostan; tıfıl liseliler olarak “krallar-kraliçeler” muamelesi gördüğümüz deniz üstü salaş meyhaneleriyle Salacak; cebimize bir şişe kanyak koyup okulu kırdığımızda soluğu aldığımız bitmez-tükenmez felsefe tartışmalarının mekânı Çamlıca; sinema çıkışı döner-ekmek yediğimiz ayaküstü kafeteryalarıyla Bahariye; ilk elele tutuşmaların mecburî mekânı Moda…

Ama yineleyeyim: belki de en egzotiği olduğu için, ille de Göztepe parkı…

Geçen gün bir vesileyle yeniden yolum düştü. Galiba kırk yıl kadar sonra. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin medarı iftiharı, “Anadolu yakasının fark yatan projesi” Göztepe 60. Yıl Parkı!

Gözlerime inanamadım… Paris Versailles bahçelerinden mülhem, çiçeklerin bir renk-boy-sıra disiplini içerisinde dizildiği, “dünyada benzerine rastlanmayacak şekilde karma bir konseptle dizayn edilen, içerisinde barok bahçe, gül ve lale bahçeleri, kuru havuz, biyolojik gölet, çocuk oyun alanı, fitness alanı”[1] vb.nin yer aldığı devasa bir kitsch-mekân... Yürüme parkurlarının beyaz çakıllarla net bir biçimde çizildiği… Konukların adım başında ne yapıp ne yapmamaları gerektiği konusunda kendilerini kesin bir dille uyaran tabelalara muhatap olduğu… Oyun alanlarına hangi tip ayakkabılarla girilmesi gerektiğinin, salıncaklarda nasıl sallanılacağının park konuklarına uygun yerlere asılı talimatnamelerle belletildiği… Yerde tek bir kuru yaprağın bulunmadığı… Mektep kaçkını âşıkları, akşamdan kalma berduşları gözlerden saklayacak bir kuytusu olmayan…  İnsanın kendisini bu “üst sınıf görsel şöleni”, bu buyurgan estetik içinde küçücük, zayıf, ezik, zavallı hissettiği… Banklarında otururken her an nemrut bir park bekçisinin gelip sizi azarlayacağı ürküntüsünün peşinizi bırakmadığı… Soylulaştırılmış, disiplinli, “kusursuz”, küçümseyici, tehditkâr… Sahi, burası Göztepe Parkı mı?

Michel Conan’ın “Bahçeler zengin patronların meşgul olduğu, salt lüks şeyler olarak kendi başlarına incelenebilecek sonuçsuz nesneler değildir,” demesi nafile değil. “Tersine,  elit fraksiyonların, alt ve orta sınıflara en uygun olduğunu düşündükleri ideolojiyi iletecek simgesel bir dil kurmada birbirleriyle çatıştığı muharebe alanları. Bahçe tarihi,  bu büyük simgesel görevler için bir yardımcı, bir araçtır. (…) Ne bahçeler ne de tarihleri ifade ettikleri rakip ideolojiler ve bu ideolojileri öncelik tanıyan toplumsal hareketlerden bağımsız olarak incelenemezler.”[2]

Neoliberalizm, ya da kapitalizmin yeryüzünde sermayenin tahakküm ve talanı dışında bir avuç toprak parçası, bir santimetre küp hava, bir bardaklık su bırakmama, bu konuda önüne çıkacak her türlü engeli yıkıp geçme yolundaki sınır tanımaz itimi, kentsel mekânları iştahının merkezine yerleştirdi beri, yaşam alanlarımız bir bir elimizden alınarak rant kaynağına dönüştürülüyor. Zaten Göztepe Parkı’nın sorumlusu Anadolu Park ve Bahçeler Müdürü Ömer Çebi bu “iştah” konusunda oldukça net:

 “…bizler yurtdışına çıktığımızda orada düzenlenen gezilerde mutlaka bir park gezisi programa dahil ediliyordu, baktığınız zaman ahım şahım bir park olmasa da bir teması olan, lalelerin, barok tarzının ya da havuz çeşitlerinin ön plana çıkarıldığı temalı parklar gezdiriliyordu. Üstelik yurtdışındaki bu temalı parklar kişi başına 20-30 Euro gibi bir bedel ile ziyaret ediliyordu.”[3]

AKP iktidarının kentsel mekânları ucu bucağı olmayan, engelsiz ve sınırsız bir vurgun alanına dönüştürdüğü “Kentsel Dönüşüm Projesi”nde işlem basit: kamusal gücünü kullanarak sıradan insanların, yoksulların, halkın elinden yaşam mekânlarını gasp et, şirketlere teslim et, üzerlerine lüks konutlar, kafeler, restoranlar, AVM’ler, rekreasyon alanları diktir; [tabii Emevî-Abbasî-Selçuklu-Osmanlı-modern kırması bir de cami dikersen hem daha “kültürel” olur, hem de farkını dünya aleme fark ettirmiş olursun…] ardından bunları tüketim kapasitesi yüksek üst-orta, üst sınıf mensuplarının kullanımına sun, bol para kazan… Onlarca, belki de yüzlerce yıldır bu mekânlarda yaşayan, soluklanan, geçimini temin eden yoksulları ise kapıdan içeri sokma. Ya da mekânı öyle bir düzenle ki, alt sınıflar kendilerini “oraya ait” hissedemeyecekleri için kendiliklerinden uzaklaşsınlar.

Yakın ve çarpıcı bir örneği, İstanbul “kentsel/rantsal dönüşüm”ünün ilk eldeki kurbanlarından olan Sulukule sakinleri oluşturuyor. Biliyorsunuz, rantsal dönüşüm kapsamına alınan Sulukule’nin yeniden inşa edilmesi TOKİ-Özkar İnşaat ortaklığına ihale edilmiş, TOKİ mülk sahiplerini gösterdiği alternatif yerleşim alanına taşınma ya da yeni yapılacak konutlardan daire sahibi olma seçenekleriyle karşı karşıya bırakmıştı.  Yeni Sulukule’den konut sahibi olmak isteyenlere, metrekare bedeli 1250 TL’den hesaplanmak üzere, diledikleri büyüklükte konut vaad edilmiş, bu durum sözleşmeye kaydedilmişti. Evi yıkılan 900 hissedardan yeni projeye talip olanların sayısı 50 aileyi geçmiyordu. İnşaatlar 5 yıl sonra tamamlandığında ise, hak sahiplerinin hemen tümü, hem talep ettiklerinden daha küçük konutlarla hem de taahhüt ettikleri paralardan çok daha fazlasını ödeme baskısıyla karşılaştılar. Evleri yıkılmış, mahalleleri dağıtılmış, alışık oldukları yaşam tarzı berhava edilmiş, kandırılmış olmakla kalmadılar. Şimdilerde, kendilerinden lüks, havuzlu sitelerin aidatlarını sollayan miktarlarda aidat talep ediliyor. Ama en çarpıcısı sanırım şu: Site yönetiminden kendilerine gönderilen mektupta çıkan anket formunda sitenin etrafının ‘jiletli tel çit ile çevrilmesi’ ve ‘güvenlik kamera sistemi kurulması’ için hane başına 1.435 lira masraf çıkarılıyor. Bir başka deyişle, TOKİ, Sulukule sakinlerini, eski komşularından “korumak” için para talep ediyor!

Ve Sulukule’de kalmak için direnen son Sulukuleliler, ödeyemedikleri taahhütleri, hayatlarını karartan icra takipleri, kapılarına dayanan haciz memurları karşısında teslim bayrağını çekiyorlar bir bir: “Sulukule’de 2 katlı evimizi yıkıp yerine buradan iki daire verdiler. ‘Sizi sıkıntıya sokmayacağız, sosyal proje olacak’ dediler, kabul ettik. Eşimle 1100 liralık emekli maaşımızla rahatça geçiniyorduk, şimdi 2 maaş da bu evlerin borcuna gidiyor. Dairelerden birini ödeyemeyeceğimizi anlayınca satılığa çıkardık ama 2 aydır kimse talip olmadı. Evlerin birine 180 bin lira borcumuz var, bu gidişle haciz gelecek. Bize muazzam bir kazık atıldı. Doğma büyüme Sulukuleliyim, herkesi tanırdım. Dün saydım, tanıdığım 7 kişi kalmış sitede. Binalar bomboş, sanki ölü şehir,” diyor örneğin doğma büyüme Sulukuleli Çetin Acar[4]

Bir mekânı, bir parkı, bir mahalleyi, bir yıkıntı alanını, eski bir okulu sakinlerinden “arındırarak” “muteberleştirme”,  bir vitrin süsüne, ambalajından yeni çıkmış bir mobilyaya, galeri camekânının gerisindeki sıfır kilometre bir lüks oto görüntüsüne kavuşturmak… İştah açıcı, erişilmez, el değmemiş… Ama o ölçüde de kişiliksiz, anlam yoksunu… Zenginler için yüzdeyüz steril ve güvenlikli, her bir milimetre karesi kameralarla izlenen… Yoksullar içinse tehditkâr, tepeden bakan ve buyurgan…

Kentsel mekânlara anlamını veren, emeklilerin, muzip okul kaçkınlarının, genç aşıkların, işsizlerin, trikotajcı kızların, garson çocukların, amatör kenar mahalle futbolcularının, tek zevki pencereden gelip geçenleri izlemek olan meraklı yaşlı teyzelerin, saçları jöleli tamirci çıraklarının, genç annelerin, bıçkın minibüs şoförlerinin, bilge balıkçıların, elleri çamaşır suyu kokan temizlikçi kadınların, meyhane müdavimlerinin yaşam öyküleri, gündelik kavgaları, uğraşlarıdır, şiirlerin, filmlerin, romanların da tanıklık ettiği üzere…  Onları bu alanlardan süpürüp kentleri zenginlere pazarladığınızda, yalnızca toplumsallığı şiirsiz, sihirsiz ve anlamsız kılmakla kalmazsınız…

Yarattığınız sürülmüşler, değersizleştirilmişler, hayatları gasp edilmişler, dışlanmışlar ordusunun öfkesini daha da büyütürsünüz.

O öfke birgün Gezi kalkışması olur patlar başınıza.

Ya da daha büyük bir şey…

 

31 Ağustos 2013 18:44:37, Çeşme Köyü

 

N O T L A R

[1] Kaldıraç, No:147, Eylül 2013…

[2] İspanyol Atasözü)


[1] Atraxion, “Anadolu Yakasının Fark Yaratan Projesi: Göztepe 60. Yıl Parkı”, http://www.anadoluparkbahceler.com/basindabiz.php?kategori=Yazılı Basın&baslik=.&no=127

[2] Michel Conan, “Introduction”, Perspectives in Garden Histories, “Dumbarton Oaks Colloquium on the History of Landscape Architecture XXI”, Dumbarton Oaks Research Library and Collection, Washington, D.C., 1999, s. 3-4.

[3] Atraxion, “Anadolu Yakasının Fark Yaratan Projesi: Göztepe 60. Yıl Parkı”, http://www.anadoluparkbahceler.com/basindabiz.php?kategori=Yazılı Basın&baslik=.&no=127

[4] Elif İnce, “Sulukule’de Aidat Şoku”, Radikal, 29 Ağustos 2013, s.4-5.

 

102108

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

Bir Devrim Yapmalıyız!

Emperyalist dünya sistemi tam bir kaos içinde. Dünyaya egemenler ama dünyayı yönetemiyorlar. Soygun, sömürü ve savaş düzenleri her yönde çatırdamaya başaldı. Bir türlü azami karlarını istedikleri düzeye çıkaramıyorlar. Emperyalist sistem SOS veriyor. Ücretli kölelik üzerine kurulu aşırı kar ve aşırı üretim sistemi yürümüyor. Dünyanın toplam GSYH 105 Trilyon dolar iken, toplam borçları 310 trilyon doları geçmiş durumdadır. Bir taraftan devasa sermaye büyüklüğü, bir taraftan ise, muzzam bir yoksullaşma, yoksunlaştırma ve çürüme at başı gidiyor.

T.C.nin 100 Yıllık Tarihi ve Faşizme Karşı Sınıf Mücadelesi

 

Giriş:

Komünist Parti Manifestosu’nun giriş cümlesi “bugüne kadarki tüm toplum tarihi sınıf mücadelesi tarihidir” diye başlar. Bu belirleme o güne kadarki -ve elbette sonrası için de- tüm toplumların nasıl bir evrim izlediklerini gayet net ve anlaşılır bir şekilde özetlemektedir.

İyi Yahudiler de Var!

 

 

"1980'de başka bir operasyonda yakalanıp hapishaneye gittiğimde Yuda amcayla tanıştım. Satranç oynamayı bana o öğretti. Kültürlü bir insandı. Müthiş bir kitap okuma tutkusu vardı. Haftada mutlaka bir kitap okurdu. Şeker hastası olduğu için her yemeği yiyemezdi. Ona elimizden geldiğince yiyebileceği yemekler yapmaya çalışırdık"

Türk Devletinin Kuruluşundan Günümüze Ulus ve Azınlıklara Uyguladığı Baskı

Ülkemizde var olan ve yaşanan ulusal ve azınlıklar sorunun temelinde gerçekleşmemiş olan demokratik halk devrimi yatmaktadır. Demokratik halk devrimi gerçekleşmeden temel hak ve özgürlükler sorunun önemli parçası olan ulus ve azınlıklar sorunu asla çözüme kavuşamaz. 

Emperyalizme Boyun Eğme ve Yarı-Sömürgeliği Kabul Etme Antlaşması Lozan

Kasım 1922’de başlayan ve Temmuz 1923'te sona eren Lozan Konferansı'nda emperyalist devletlerle Türk Devleti arasında yapılan görüşme de çizilen sınırlarla Türk Devletinin kuruluşuna onay verildi. Konferans belgelerinde Sovyetler Birliği'nin de katıldığı geçse de Sovyetler Birliği Boğazlar Meselesi dışındaki görüşmelere katmamıştır. Görüşmelere 1. Emperyalist Paylaşım Savaşının galipleri İngiltere, Fransa, Yugoslavya, İtalya, Romanya ve Yunanistan katılmıştır. Görüşmede belirleyici konumda İngiltere ve Fransa olduğunun altı çizilmelidir.

TC’nin Kuruluş İdeolojisi Kemalist Faşizm ve Günümüzdeki Varyantı

Ülkemizde sorun ve çelişkiler çözülmediği gibi mevcut durum giderek daha çetrefilli bir döneme girmiş durumdadır. Bunun sonucu işçi sınıfı ve emekçi yığınların sömürüsü had safhaya varmıştır. Yoksullaşma en üst düzeye çıkmıştır. Ülkenin girdiği sarmal durumun bedeli tamamen emekçi sınıflara yüklenmiştir. Elbette ki yoksulluk ve işsizlik her zaman var olmuştur. Sınıf çelişkileri, sömürü, baskı ve diktatörlük dönemleri her zaman yaşanmıştır. Bundan sonra da sınıf çelişkileri var olduğu müddetçe baskı mekanizması varlığını devam ettirecektir. Lakin günümüzdeki mertebeye çıkmamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşunda İzmir İktisat Kongresi, ya da Emperyalizme Bağımlılığın Belgesi

Osmanlı iktisat tarihinde önemli bir yer tutan kapitülasyonlar ilk olarak 1352 yılında Cenevizlilerle olan ticareti artırmak maksadı ile verilmiştir. İlerleyen yıllarda ise ticaret yollarında yaşanan değişiklikler ve dünya ticaretinin yeni rotalar edinmesi sonucunda başka bazı ülkeler de kapitülasyonlar yani ticaret yaparken kimi ayrıcalıklar edinme hakkı elde etmişlerdir.

Yüzyıldır Tarihin Dışında Bir Rejim: TC!

 

Türk devletinin kuruluşunun yüzüncü yılında, Türk devletinin kuruluşu ve adına “Milli Mücadele” ya da “Kurtuluş Savaşı” denilen süreci ve bu sürece önderlik eden sınıfları kısaca ifade etmek, Türk devletinin hangi temeller üzerinden yükseldiğini ve sınıfsal niteliğini tanımlamak açısından önemlidir.

TC'nin Yüzyıllık Tarihinde İşçi Sınıfı ve Mücadelesi

Giriş:

İşçi sınıfının tarihi kapitalist sistemin gelişmesinden ve burjuvaziden ayrı ele alınamaz. Burjuvazinin ortaya çıktığı yerde işçi sınıfı da vardır. Ve bir çelişmenin iki yanı olan işçi sınıfı ve burjuvazi, birlikte var olurlar. Bu iki zıt kutup hem birbiriyle mücadele ederler ve hem de biri olmadan diğeri olmaz. Bu iki toplumsal sınıfı yaratan kapitalist sistem olmuştur.

 

Devrimci Demokratik Kamuoyuna ve Halkımıza!

KOMÜNİST ÖNDER İBRAHİM KAYPAKKAYA’YI ORTAK BÖLGESEL GECELERLE ANACAĞIZ!

Çakma komünistler! (Deniz Aras)

Her genç Kaypakkayacının biraz da alaycı bir alaycı mutlaka karşılaştığı bir cümledir “Köylü devrimcisi”! Kastedilen elbette İbrahim Kaypakkaya ve onun görüşlerini savunanlardır. Bu tanımı yapanlar için zaman mefhumu sanki bir avantaj olarak kullanılır. Zaman geçtikçe Kaypakkaya’nın görüşlerinin eskidiği sanılır ya da umulur. Kaypakkaya artık eskide kalmıştır ve şimdi “yeni şeyler” söyleme zamanıdır!

Sayfalar