Cumartesi Mayıs 4, 2024

Merkel-Westerwelle ikilisiyle Alman Burjuvazisi Yeni Saldırılara Hazırlanıyor

Almanya’daki 27 Eylül genel seçimler öncesinde, nasıl bir hükümet kurulacağı, Alman tekelci burjuvazisi tarafından belirlenmişti. Kamuoyu anketleri de CDU-CSU ve FDP nin önde gittiğini teyit ederken, alman tekelci burjuvazisinin yeni hükümetini de onaylamış oluyordu. Emperyalist tekelci sermayenin, ülkeyi uzun bir süredir "büyük koalisyon” adını verdiği CDU-SPD ikilisiyle yönetmesi, onlara önemli kazanımlar kazandırmıştı. Başta da sosyal hakların kısıtlanmasının devam edilmesi ve pekiştirilmesi, durgunluk içindeki emperyalist ekonominin daha derin krizlere girmesinden kurtarılması planları vardı. Almanya’da son 20 yıl içinde sosyal hakların en fazla budandığı dönem, hiç kuşkusuz Schröder yönetimindeki SPD-Yeşiller koalisyon hükümeti zamanında olmuştur. İşçi ve emekçilerin sosyal haklarına yönelik çok yönlü saldırıyı, bir önceki 16 yıllık Kohl başkanlığındaki hükümet göze alamamıştı. Ünlü "Agenda 2010” işçi ve emekçilerin sosyal haklarını budama, tekelci burjuvaziye daha fazla kaynak ayırma ve sendikaların olası "aşırılıklarını” önleme programının yürürlüğe konması tekelci burjuvazinin istediği bir ve sıkı bir şekilde uyguladığı programdı. Halk arasında "Hartz IV” diye bilinen program, halkın yaşam seviyesini düşürmüş ve işçi ve emekçiler üzerindeki sömürüyü artırmıştır. Merkel başkanlığında kurulan CDU/CSU-SPD hükümeti vasıtasıyla da, sermayenin, "2010 agenda” programının pürüzsüz uygulanmasını ve içine girdiği krizin hafif atlatılması amaçlanmıştı. Ancak, Alman emperyalist burjuvazisi de krizden nasibini ciddi şekilde almaktan kendini kurtaramadı. Alman tekelci sermayesinin iki büyük partisinin daha uzun bir süre birlikte hükümette kalması, gelecek açısından tehlikeliydi. İkisinin birden hükümette yıpranmasının önüne geçmek gerekiyordu. Ya da biri hükümetteyken, biri "muhalefet” yaparak, işçi ve emekçileri oyalanması gerekiyordu. Seçimlerden büyük bir yenilgiyle çıkan SPD’ye "muhalefet” görevi verildi. SPD, 11 yıldır hükümette yer almıştı ve hükümet olduğu günden itibaren işçi ve emekçilerin sosyal haklarına yönelik saldırılarda sınır tanımadı. Son seçim yenilgisi (1998’de % 41, 2009 genel seçiminde ise %23) bu saldırıların karşılığı oldu. Adı "sosyal-demokrat” olan bu partinin 1970’lerde izlediği politikasını çoktan terk etti, etmek zorunda kaldılar. O dönem, dünya konjöktüründe durum daha farklı olduğu için, bu tür partiler "sosyal haklardan daha fazla yana” bir taktik izliyor ya da öyle görünmeye çalışıyordu. Çünkü sosyalist ülkelerin yanı sıra işçi ve emekçilerin mücadeleleri, burjuvaziye geri adımlar attırabilecek boyutlardaydı. Alman tekelci burjuvazisi Schröder-Fischer ikilisiyle içte ve dışta saldırgan bir politika izledi. İçte işçi ve emekçilerin sosyal haklarının budanmasına yönelik olurken, dışta ise egemenlik alanlarının genişletilmesi ve bunların garantiye alınmasına yönelik ekonomik önlemlerin yanında askeri olarak da adımlar atıldı. Bir çok ülkeye asker gönderildi. Başta da Doğu Avrupa’nın Alman burjuvazisinin kıskacı içine alınması konusunda ciddi gelişmeler sağlandı ve Yugoslavya, Alman burjuvazisinin istediği gibi parçalandı, küçük devletciklere ayrıldı ve daha fazla parçalanmaya karşı çıkan Sırpistan yönetimi ise günlerce NATO savaş uçaklarınca bombardıman altında tutularak cezalandırıldı. Üstelik savaş suçluları kendileri olmasına karşın, Sırpistan yönetiminin başı Milosoviç "savaş suçlusu” ilan edilerek yakalanıp Lahey’de göstermelik yargılandı ve peşinden ise hapishanede "hastalıktan” öldü. Ya da öldürüldü. Konumuza dönersek, tekelci burjuvazi, Merkel-Westerwelle ikilisiyle yeni sürece hazırlanıyor. Bu süreç, bir önceki süreçten farklı olmayıp, işçi ve emekçiler için koşullar daha da ağırlaşacaktır. Seçim nedenleriyle işçi sınıfına ödettirilecek faturalar kısmen ertelendi. Seçim bitti ve sermaye ekonomik olarak yeni saldırılara hazırlanıyor. Bu saldırılar elbette, salt ekonomi ile sınırlı kalmayacak ister istemez siyasal saldırıları da beraberinde getirecektir. İkisini birbirinden ayırmak doğru da değil. Biri diğerini her zaman tetikler. Biri olmazsa diğeri olamaz. Bu nedenle de yeni hükümet kurulur kurulmaz, yeni "spar paketler” devreye peşi sıra girecektir. Tek bir "spar paket”lerde yetmeyecek, biri bitince diğeri gündemdeki yerini alacaktır. Elbette bu tasarruf (spar) paketleri, işçi ve emekçilerin lehine değil aleyhine, sermayenin ise lehine olacaktır. 80 milyar (€) Avro’ya yaklaşan bütçe açığı ve ayrıca 800 milyar €’luk "krizi önleme” paketi adı altında sermaye sınıfına aktarılan işçi ve emekçilerin kazanımlarının faturası ağır bir şekilde işçi ve emekçilerden çıkarılacaktır. FDP’nin "Hartz IV yardımının %30 düşürülmesini” istemesi, tekelci burjuvazinin isteğinin bu parti vasıtasıyla dile getirilmesidir. CDU bu talebi direk olarak dillendirmemesinin nedeni ise, kitler nezdinde daha fazla oy kaybına uğramaması içindi. Seçimler nedeniyle ertelenen işten çıkarmalar daha da artacaktır. Bugün resmi (iş ajendası) rakamlarla açıkalanan 3,5 milyon işsize önümüzdeki yıl içinde bir milyonu aşkın işsiz daha katılacağı hesaplanmaktadır. Yeni hükümetin göçmenlere yönelik saldırısı da devam edecektir. "entegrasyon” adı altında, göçmenlere ve yabancılara yönelik ekonomik ve siyasal baskılar hiç kuşkusuz artarak devam edecektir. Göçmenler, alman halkının gözünde kriminalize edilerek dıştalanmaya çalışılmasının yanı sıra, yabancı düşmanlığın daha fazla gelişmesinin siyasal-sosyal zeminlerini hazırlayacaklardır. Alman tekelci burjuvazisi, bir yandan göçmenlere ciddi bir gereksinim duyarken, öbür yandan ise daha kötü işlerde ve daha ucuza çalıştırılması için zaptı-rapt altına alınması politikasının izlenmesine devam edeceklerdir. Sendikaların durumu ise ortadadır. Varolan sendikalar deyim yerindeyse tekelci burjuvazinin hizmetindedir. Arada bir "aykırı” çıkışlar yapmaları eşyanın tabiatı gereğidir. Bazı "aykırı çıkışlar”da yapmasalar işçi sınıfının içinde bütünüyle teşhir olacaklarını biliyorlar. Varlıkları ile yoklukları arasında pek bir fark olmadığı ya da işçiler böyle gördüğü için, DGB’nin üye sayısı 12 milyondan 6 milyona düşmüştür. DGB, 60. yılını kutlama törenlerine sermaye ve sermaye sözcülerini davet edip onları en baş köşelere otuttururken, işçileri ve işçi temsilcilerini ise çağırmaya gerek görmemiştir. Burjuvazi, DGB gibi sarı sendikaların işçi sınıfını oyalaması ve pasif kılması sayesinde krizi daha derin yaşayamadı. Yani, işçi sınıfının burjuvaziye karşı tepkisini, "işimizi hepten kaybederiz” yollu taktik ve çeşitli manipüle argümanlarıyla pasifize etmesini başardılar. Kohler ve Merkel’in DGB’ye övgüler dizmeleri boşuna değildi. Tekelci burjuvazi krizden çıkmadı, krizin ağır ekonomik ve sosyal faturasını ezilenelere yükleyeceklerdir. Başta da bunu, çok yönlü olarak göçmenler yaşayacaktır. Bu nedenle de, göçmenlerin daha örgütlü hareket etmesi ve Alman işçi ve emekçileriyle birlikte mücadele etmeleri, kendi sorunlarını onlara taşımaları ve onlarında sorunlarına sahip çıkarak, sorunları ve mücadeleyi birleştirmeleri gerekiyor. Çözüm, milliyet temelinde örgütlenmeden ya da kendi "ulusal çitlerin” arkasına gizlenerek, burjuvazinin istediği gibi hareket edip yanlızlaşmaktan geçmiyor. Tersine, Alman işçi ve emekçileriyle daha sıkı ortak örgütlenme ve ortak mücadele etmek en doğru mücadele yolu olacaktır. Yusuf Köse 29 Ekim 2009 yusufkoese@hotmail.com

105178

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

Bir Devrim Yapmalıyız!

Emperyalist dünya sistemi tam bir kaos içinde. Dünyaya egemenler ama dünyayı yönetemiyorlar. Soygun, sömürü ve savaş düzenleri her yönde çatırdamaya başaldı. Bir türlü azami karlarını istedikleri düzeye çıkaramıyorlar. Emperyalist sistem SOS veriyor. Ücretli kölelik üzerine kurulu aşırı kar ve aşırı üretim sistemi yürümüyor. Dünyanın toplam GSYH 105 Trilyon dolar iken, toplam borçları 310 trilyon doları geçmiş durumdadır. Bir taraftan devasa sermaye büyüklüğü, bir taraftan ise, muzzam bir yoksullaşma, yoksunlaştırma ve çürüme at başı gidiyor.

T.C.nin 100 Yıllık Tarihi ve Faşizme Karşı Sınıf Mücadelesi

 

Giriş:

Komünist Parti Manifestosu’nun giriş cümlesi “bugüne kadarki tüm toplum tarihi sınıf mücadelesi tarihidir” diye başlar. Bu belirleme o güne kadarki -ve elbette sonrası için de- tüm toplumların nasıl bir evrim izlediklerini gayet net ve anlaşılır bir şekilde özetlemektedir.

İyi Yahudiler de Var!

 

 

"1980'de başka bir operasyonda yakalanıp hapishaneye gittiğimde Yuda amcayla tanıştım. Satranç oynamayı bana o öğretti. Kültürlü bir insandı. Müthiş bir kitap okuma tutkusu vardı. Haftada mutlaka bir kitap okurdu. Şeker hastası olduğu için her yemeği yiyemezdi. Ona elimizden geldiğince yiyebileceği yemekler yapmaya çalışırdık"

Türk Devletinin Kuruluşundan Günümüze Ulus ve Azınlıklara Uyguladığı Baskı

Ülkemizde var olan ve yaşanan ulusal ve azınlıklar sorunun temelinde gerçekleşmemiş olan demokratik halk devrimi yatmaktadır. Demokratik halk devrimi gerçekleşmeden temel hak ve özgürlükler sorunun önemli parçası olan ulus ve azınlıklar sorunu asla çözüme kavuşamaz. 

Emperyalizme Boyun Eğme ve Yarı-Sömürgeliği Kabul Etme Antlaşması Lozan

Kasım 1922’de başlayan ve Temmuz 1923'te sona eren Lozan Konferansı'nda emperyalist devletlerle Türk Devleti arasında yapılan görüşme de çizilen sınırlarla Türk Devletinin kuruluşuna onay verildi. Konferans belgelerinde Sovyetler Birliği'nin de katıldığı geçse de Sovyetler Birliği Boğazlar Meselesi dışındaki görüşmelere katmamıştır. Görüşmelere 1. Emperyalist Paylaşım Savaşının galipleri İngiltere, Fransa, Yugoslavya, İtalya, Romanya ve Yunanistan katılmıştır. Görüşmede belirleyici konumda İngiltere ve Fransa olduğunun altı çizilmelidir.

TC’nin Kuruluş İdeolojisi Kemalist Faşizm ve Günümüzdeki Varyantı

Ülkemizde sorun ve çelişkiler çözülmediği gibi mevcut durum giderek daha çetrefilli bir döneme girmiş durumdadır. Bunun sonucu işçi sınıfı ve emekçi yığınların sömürüsü had safhaya varmıştır. Yoksullaşma en üst düzeye çıkmıştır. Ülkenin girdiği sarmal durumun bedeli tamamen emekçi sınıflara yüklenmiştir. Elbette ki yoksulluk ve işsizlik her zaman var olmuştur. Sınıf çelişkileri, sömürü, baskı ve diktatörlük dönemleri her zaman yaşanmıştır. Bundan sonra da sınıf çelişkileri var olduğu müddetçe baskı mekanizması varlığını devam ettirecektir. Lakin günümüzdeki mertebeye çıkmamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşunda İzmir İktisat Kongresi, ya da Emperyalizme Bağımlılığın Belgesi

Osmanlı iktisat tarihinde önemli bir yer tutan kapitülasyonlar ilk olarak 1352 yılında Cenevizlilerle olan ticareti artırmak maksadı ile verilmiştir. İlerleyen yıllarda ise ticaret yollarında yaşanan değişiklikler ve dünya ticaretinin yeni rotalar edinmesi sonucunda başka bazı ülkeler de kapitülasyonlar yani ticaret yaparken kimi ayrıcalıklar edinme hakkı elde etmişlerdir.

Yüzyıldır Tarihin Dışında Bir Rejim: TC!

 

Türk devletinin kuruluşunun yüzüncü yılında, Türk devletinin kuruluşu ve adına “Milli Mücadele” ya da “Kurtuluş Savaşı” denilen süreci ve bu sürece önderlik eden sınıfları kısaca ifade etmek, Türk devletinin hangi temeller üzerinden yükseldiğini ve sınıfsal niteliğini tanımlamak açısından önemlidir.

TC'nin Yüzyıllık Tarihinde İşçi Sınıfı ve Mücadelesi

Giriş:

İşçi sınıfının tarihi kapitalist sistemin gelişmesinden ve burjuvaziden ayrı ele alınamaz. Burjuvazinin ortaya çıktığı yerde işçi sınıfı da vardır. Ve bir çelişmenin iki yanı olan işçi sınıfı ve burjuvazi, birlikte var olurlar. Bu iki zıt kutup hem birbiriyle mücadele ederler ve hem de biri olmadan diğeri olmaz. Bu iki toplumsal sınıfı yaratan kapitalist sistem olmuştur.

 

Devrimci Demokratik Kamuoyuna ve Halkımıza!

KOMÜNİST ÖNDER İBRAHİM KAYPAKKAYA’YI ORTAK BÖLGESEL GECELERLE ANACAĞIZ!

Çakma komünistler! (Deniz Aras)

Her genç Kaypakkayacının biraz da alaycı bir alaycı mutlaka karşılaştığı bir cümledir “Köylü devrimcisi”! Kastedilen elbette İbrahim Kaypakkaya ve onun görüşlerini savunanlardır. Bu tanımı yapanlar için zaman mefhumu sanki bir avantaj olarak kullanılır. Zaman geçtikçe Kaypakkaya’nın görüşlerinin eskidiği sanılır ya da umulur. Kaypakkaya artık eskide kalmıştır ve şimdi “yeni şeyler” söyleme zamanıdır!

Sayfalar