Salı Mayıs 14, 2024

SAHİ FEMİNİZM, BİR “BURJUVA KADIN HAKLARI AKIMI“ MIDIR? (*)

Sizleri bilmem ama, benim kafama yatmıyor bizim cenahın ve sol-sosyalist ekseriyetin yapageldiği feminizm tanım ve nitelemeleri. Bunlarda itirazımı koşullayan baskın yönler sözkonusu çünkü.

Feminizmin, “burjuva kadın hareketi“, “burjuva akım“ yada “orta sınıf burjuva kadın hakları projesi“ gibi nitelemelerle anılması, doğrusunu isterseniz beni ikna etmiyor.

Feminizmin genel tanım ve içeriğinin böyle ele alınıyor olmasında ciddi bir yanlışlık vede haksızlık olduğunu düşünüyorum. Heleki genelleme bir nitelemeyle feminizmin basbayağısından bir “burjuva kadın hareketi“ olarak yaftalanması bana asla doğru gelmiyor. Hani “orta sınıf“ kesimlerden kadınların baş çektiği feminizm fraksiyonuna “burjuva feminizmi“ yada “orta sınıf burjuva kadın hakları projesi“ dense, yada “libral“ ve “radikal“ feminizm akımları olarak bilinen kesimlere dair bu türden nitelemeler yapılmış olsa, aslında belki daha isabetli ve hakaniyetli olabilirdi.

Fakat ne varki böyle ölçülü bir söylem değil bizimki. Feminizim bir bütün olarak karşıya alınarak; “burjuva kadın hareketi“ olarak niteleniyor. Haliyle de işin rengi değişiyor.

Bana öyle geliyorki, sankide bütün bu isabetsiz ve yerliyerine oturmayan tanım ve nitelemelerin kaynağında ciddi bir algı yanlışlığı ve çıkış noktası isabetsizliği sözkonusudur. Ve sankide ilk çıkış sürecindeki baskın söylem ve biçimine damga vuran, “orta sınıf“ olarak da nitelediğimiz “aydın kesim“ kadınların, o “sınıfsal konumları“nın aidiyetine sokularak, bununla “afaroz“ edilegelen bir durum varmış gibi! Ve keza sanki de bu algı ve kabullenişte, sosyalist-komünist harekete yöneltilegelen şu meşhur “CİNS KÖRÜ“  olma halinin, kendi perspektifi dışındaki kadın hakları hareketlerini, bir şekilde, “burjuva hareket“ler olarak niteleyip dışlama gibisinden bir durum oluşmuş ve bu, aşılamayıp, kuşaklara devredilen kötü bir miras olarak bizlere kadar ulaşıvermiş!

Herhalde genel kabul görürki kadının, “EZİLEN CİNS“  olarak, cins bilinci, her ne kadar da ta 1364-1431 yılları arasında yaşamış ve feminist düşüncenin öncülerinden sayılan düşünür Christine de PİZAN‘ın “Kadınlar Kentinin Kitabı“ adlı eserinde ve keza 1565-1645 yılları arasında yaşamış ve “Cinslerin Eşitliği“ isiimli o meşhur eseri kaleme almış Marie de GOURNAY‘ın öncü düşüncelerine kadar gerilerden (yada “erken dönemlerden“ de diyebiliriz) uç vermeye başlamışsada; fakat esasen Aydınlanma ve Rönesans döneminde “ete-kemiğe“ bürünmüştür.

Ve doğal olarak ilk önce, “eğitimli- aydın kesim“ tarafından, bir düşünce-teori ve hareket formatıyla   ortaya çıkacaktı. Ve keza yine doğal olarak da, ilk ortaya çıkış şekliyle, ufku ve içeriği, verili tarihi sürecin olgusal gerçekliklerince koşullanacak ve ana ekseniyle o sürecin başat dinamiklerince şekillenecekti. Hangi düşünce akımı bu genel diyalektiksel gelişim seyrinin dışında bir evrim izlemiştir ki!..

Dolayısıyla, “ezilen cins“ olarak kadın bilincinin ve eşit haklar isteme irade ve hareketinin, döneminin “orta sınıf“ kadınlarınca ortaya konmuş olmasından hareketle, tarihin bu ilk kadın hakları hareketi ve düşüncesini “burjuva kadın hareketi-akımı“ olarak, yada “orta sınıf burjuva kadın hakları projesi“ olarak damgalamak, bana pekte bilimsel bir yaklaşım ürünüymmüş gibi gelmiyor.

Heleki bu hareketi sırf “orta sınıf“ a mensup kadınların başlatmış olmasından hareketle ve “eşit haklar“ düşüncesini basbayağısından bir sınıf olarak “burjuva kadın hakları“ olarak nitelemek, hiç mi hiç isabetli olmaz diye düşünüyorum.

Bilebildiğim kadarıyla hiç bir burjuva demokratik devrimin, eşitlik-özgürlük-kardeşlik şiarının bayraktarlığını yapmış olan Fransız İhtilali‘nin bile, proğramında ve aktüel politik gündeminde kadınların eşit haklara kavuşturulması gibisinden bir madde yer almamıştır. Almadığı gibi de, tam tersine, eşitlik-özgürlük, kardeşlik şiarını bayrak edinerek kadınlara yasal hak eşitliği talebiyle ortaya çıkan kadın hakları hareketini de acımasızca ezip bastırmaya yönelmişlerdir.

Bütün bunlar yadsınamaz tarihsel gerçekler olarak orta yerde duruyorken, bu hareketi “burjuva kadın hareketi“ olarak tanımlamak bana ters geliyor doğrusu.

Ve ama maalesefki bir çoklarımızın kafasında şu türden görüşler, adeta “sabit fikir“ katılığında yer almaya devam ediyor: “Hayır“ diyorlar, “feminizm sadece ve sadece orta sınıf bir burjuva kadın hakları hareketi ve projesidir.“,“ feminizm dayandığı cinsiyetçi ayrımla erkek cinsine karşıtlığı ifade eden bir akım özüne oturur“, “Feminist mücadelenin, kadın sorunu zemininde oynadığı politik rol ve demokratik muhtevasını küçümsemeden onun özünde burjuva bir akım olduğu ve sınıf hareketi yada güçlerini bölüp zayıflatan bir işlev gördüğünü, (ilginçtir, feminizme “sınıf hareketi yada güçlerini bölüp zayıflatan bir işlev“ yüklenirken; örneğin ezilen ulus dinamiklerinin yürüttüğü  ulusal özgürlük mücadelesine aynı gerekçelerle benzeri bir “bölücü/zayıflatıcı“ işlevi yüklememekte, tam aksine çeşitli şekillerde ittifak siyaseti izleyerek bunlarla  birlikte olabiliyorlar. Soralım o halde; NİYE BU ÇİFTE STANDART?!!! Başka nedenlerini aramadan kısaca şunu söylemek yeterli olacaktır: KASKATI BİR ERKEK ŞÖVENİZMİ!..)“

Kimileri de, “ezilen cins“ olarak kadının, kadın özgürlük mücadelesinde feminizmin oynadığı tarihsel ve aktüel rolü sırf önemsizleştirmek adına şu tür söylemler dahi geliştirebilmektedirler: Kadın hakları mücadelesinde burjuva bir akım olarak feminizm ile, marksist bir hareket olarak proleter kadın hareketi eşzamanlı olarak tarih sahnesinde yer almışlardır.

Bu tür bir eşzamanlı tarihsellendirmenin zorlama olduğu açıktır. Olguların izini sürerek böylesi bir çıkarımı doğrulayabilmek pek mümkün gözükmüyor. Çünkü “proleter kadın hareketi“nden, somut bir olgu olarak bahsedebilmek, ancak ki sorunun komünist partilerince ele alınıp bir programa kavuşturulmasıyla mümkün olabilmiştir. Öncesi sürecin işçi ve emekçi kadınlarının iş talebi, iş güvencesi, çalışma koşullarının düzeltilmesi, eşit işe eşit ücret ve benzeri “fevri“ ekonomik-demokratik taleplerde bulunuyor oluşlaraını baz alıp, buna “proleter kadın hareketi“ demek, herhaldeki aşırı zorlama bir payelendirme olacaktır.

Verili sürecin kadın hakları hareketini, “sistem içi reformsal iyileştirmeler“ şeklindeki talepleri ve duruşu üzerinden “burjuva hareket“ olarak tasniflemek doğru ve isabetliyse şayet; o halde çifte standarta düşmemeliyiz derim.

Evet, seçme-seçilme, eğitim görme , mülk edinme ve boşanma hakkı gibi  talepler temelinde erkeklerle eşit yasal hak ve statüler elde etme mücadelesi veren aydın-orta sınıf kadın hakları hareketi, burjuva demokrasisi çeperini aşamayan, sistemi değiştirmeyi hedeflemeyen, bu özelliğinden ötürü ve keza işçi-emekçi kesim kadınların sosyal ve çalışma yaşamına ilişkin sorun ve taleplerine kayıtsız kalmış olmalarından ötürü ne kadar “burjuva kadın hakları hareketi“ olmayı hakediyorsa; aynı şekilde, ufku sadece iş yaşamı ve geçim koşulları sorunlarıyla sınırlı, talepleri esasen ekonomik içerikli olan, siyasal özgürlük ve demokrasi alanına kayıtsız durumda olan işçi-emekçi kadınların eylemi de, o oranda “sistem içi“dir. Belirgin gerçekliği bundan başka bir şey değildir.

Görüleceği üzere benzer karekterlerdir bunlar. Peki geriye ne kalıyor? Sadece ve sadece sosyal-sınıfsal statülerindeki farklılıkları!.. Herhaldeki toplumsal bir hareket ve düşünce sadece bu özel alt kimliğiyle belirlenip, siyasal kimlik belirlenimli bir “sınıfsal hareket“ aidiyeti kazanıyor olamaz. (Kriter bu olursa, sormak gerekmez mi, örneğin, ML teorisinin kurucu önderlerinden hangisi işçi veya işçi kökenlidir?)

Kaldıki “ezilen cins“ olarak kadın sadece işçi-emekçi kadın ve onun “işçi“ olma statüsünün var ettiği iktisadi sömürü ve baskı sorunlarından ibaret değildir. “Ezilen cins“ olgusunun siyasal-kültürel üst yapısal boyutunun ifadesi olan ATAERKİLLİK, kuşku yok ki (değişen oranlarla da olsa) tüm kadınların ortak sorunudur; çelişme özgülünde onların ortak baş düşmanıdır. Dolayısıylada, buna karşı mücadele tüm kadınların ortak paydasıdır. Öncelikle bu realitenin tastamam görülüp kabul edilmesi gerekiyor.

Ve bu kabulleniş, sanırım, ortaya genel bir “kadın hakları sorunu“ yada daha aşina olduğumuz ifadesiyle, “ezen-ezilen cins çelişmesi“ olgusunu getirir. İşte bu, çeşitli sınıfsal aidiyet ve ufuklara sahip farklı düşünsel akım ve franksiyonlara sahip olmaları kaçınılmaz olan bir kadın özgürlük mücadelesi hareketi ve cephesi anlamında, bir toplumsal düşünce ve hareketi kendiliğinden koşullamış olur.

Düşünceme göre işte feminizim, bu genel çerçevenin ve bütünsel kapsayıcılığının bir ifadesidir. Sorunun özünde kadının “ezilen cins“ olma “statü“süne, bunun cismani ifadesi olan ataerkil değerler sistemine esaslı bir itiraz, bir başkaldırı ve isyan vardır. FEMİNİZM İŞTE BU İTİRAZIN, BU BAŞKALDIRIŞIN VE BU İSYANIN ADIDIR. Feminizm, farklı farklı sosyal kesimlerden kadınların, çeşitli renk ve tonlardaki itiraz ve isyanın “çatı“ ifadesidir. Bütünlüklü bir “üst kimlik“idir. Yani MANİFESTOSUDUR!..

Kadının ezilen cins konumundan kurtarılarak, eşit haklara sahip özgür bir cins haline getirilmesi mücadelesi de, denilebilirki; feminizmin manifestosudur.

“Kadının kurtuluşu“ davası, kadının sosyolojik gerçekliğinden ötürü elbetteki tek biçimli ve tek perspektifli olmayacaktır/olamazda zaten. Çünkü kadınlar da nihayetinde yaşadıkları, mensubu oldukları toplumsal statü ve konumlarından bağımsız, yekpare bir bütün olamazlar. Böyle olunca da, ister istemez, sorunu ele alış ve “kurtuluş perspektifleri“ farklılıklar arz edecektir. Hatta yaşadıkları toplumun verili tarihi süreç gerçekliği dahi, bu perspektifleri çok farklı kılabilecek bir başka etmendir. vs. vs.

İşte bütün bu ana/öz ve yan/tali unsurlarıyla birlikte ele alındığında, “kadın hakları hareketi“nin-düşüncesinin daha o ilk ortaya çıkış biçimiyle, tüm yönleriyle yetkin ve yeterli olmasının/olabilmesinin beklenemeyeceği de kendiliğinden anlaşılır olmaz mı?

Bu, aslında tüm diğer düşünce akımları, bilimsel buluş ve keşifler için de böyle değil midir? Örneğin “sosyalizm“ teorisi ve düşüncesi ta en başından itibaren ML bilimince ortaya konmuş olan haliyle miydi? Biliyoruzki değildi! “Köylü sosyalizmi“, “ilkel sosyalizm“, “ütopik sosyalizm“, “küçük burjuva-halkçı sosyalizm“ vb. vb. gibi bir yığın türü sözkonusu olabilmiştir. Ve elbette bu her bir türü ve evreyi, tanımlanabilir kılan başat olgularca karakterize olmuşlardır. Ve elbetteki aynı şey, birebir feminizm için de geçerlidir.

Tarihsel süreçleri ve bu süreçlerin ilerici dinamikleri üzerinden ele alınıp sorgulanması gereken bu sorunu, yapay ve zorlama kalıplar cenderesinde kısırlaştırmak, genelde kadınlara, özel olarakda proleter kadın hareketine (ve tabiiki bir bütün olarak komünistlere) herhangi bir şey kazandırmaz. Nitekim kazandırmadı/kazandırmıyor da.

Evet, tarihsel olgular zemininde ele alındığında, sanırım feminist hareketi, ilk ortaya çıktığı o burjuva demmokratik devrimleri sürecinin eşitlik-özgürlük ve kardeşlik şiarıyla ifadesini bulan liberalizm ekseninde, onun etki ve çekim alanında duruyor oluşu itibarıyle, pek yadırgayamayız, değil mi?

Bu ilk dönem feminizim hareket ve düşüncesine pratiksel olarak önderlik yapan aydın-orta sınıf mensubu kadınllarının bilincinde şekillenen “kadının kurtuluşu“ perspektifinin, burjuvazinin bayrağına yazmış olduğu “eşitlik“ ve “özgürlük“ çeperinde duruyor oluşu, ve keza işçi-emekçi kadıların özgül artı sorunlarını kapsamıyor oluşu da, aslında öyle çok da anlaşılmayacak bir şey olmasa gerek (nitekim dikkat edilirse görülecektir ki; işçi-emekçi kadınlar kesiminde de ataerkil değerler sisteminin var ettiği diğer başlıca hak eşitsizlikleri ve toplumsal cinsiyet sorunları pekte gündemlerine girmemiştir). Ve işte bütün bunlardan hareketle, feminizmin bu ilk evresini (veya, baskın bu ilk feminist dalgayı), başat ana damarı üzerinden,“liberal-demokraat“ bir önkimlik ile tanımlamak hiçte yanlış olmaycaktır diye düşünüyorum.

Ve süregiden bu evrede, feminizmin bu liberal versiyonuna bir tepki ve alternatif olarak da, kadınların kurtuluşunu, kurulu kapitalist sistemi yıkıp, yerine yeni bir sosyal sistem inşaa etmekte gören; sorunu, sorunu vareden kökeniyle birlikte çözmek gerektiğini öngören proleter kadın hareketi de tarih sahnesindeki yerini almaya başlar.

Böylece feminizm, artık bu iki koldan akarak, kadınların kurtuluşu mücadelesini yürütür duruma evrilmiş olur.

Ancak ne var ki, feminizmin bu iki ana akımı, “düşman kardeşler“ misali, birbirlerinin varlığına tahammül gösteremez bir zıtlaşma içerisindedirler de (sanki hiç bir şey değişmemişcesine bugün de aynı döngü devam etmiyor mu? Yoldaş olarak birlikte yol alanlar, sürecin bir kesitinde şu veya bu nedenlerle yolarını ayımayı görsünler, hemen kanlı-bıçaklı düşman kardeşler oluveriyorlar.) Asla barışık olamazlar. Mesela ikincisi, her ne kadarda birincisinin öne çıkardığı talepleri de sahiplenmişse de, ama kadının kurtuluşunu sistem içi reformsal iyileştirmeler yoluyla sağlayabileceğini öngürüyor olması sebebiyle, burjuvazinin kadınlar içindeki “beşinci kol“u olarak damgalanıp afaroz ediilerek, mütemadiyen dışlanmıştır.

Tabii şu bir gerçek ki, “proleter kadın hareketi“nin bu dışlayıcı sol-sekter tutum ve yaklaşımı, olgusal gerçekliği ortadan kaldırmaya asla yeterli gelmez. Gelmemelidir de zaten!..

Liberal feminizm, herhalükarda ve en nihayetinde, feminizm ana damarının bir kolu ve farklı nüanslı bir fraksiyonudur. Azami değilse de, demokrasi ve siyasal özgürlükler zeminindeki ASGARİ PROĞRAM‘da, kadının kurtuluşu davasının önemli bir dinamiğidir (unutmamak gerekiyorki siyasal mücadelede “aktüel“ ittifaklar azami değil, asgari proğramlar zemninde kurulur ve bozulurlar.) Bu akımın “burjuva“lığı da, zaten esasen, ideolojik duruşu itibariyledir.

Sonraki evrelerinde zaten liberal feminizm, öngörmüş olduğu azami taleplerinin esasen karşılanmış olması sebebiyle de, daha esaslı bir şekilde ataerkil değerler sistemini hedefleyen “radikal kanat“ feminizm akımı tarafından, esasan aşılmış oldu.

Feminizmin, birbirinin devamı da olan bu her iki akımı, esasen, reformist karakterlidir. Çünkü “ezen-ezilen cins çelişmesinin“ köklü çözümünün yolunu açacak olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sistemini yıkarak aşma program ve perspektifine sahip değiller. En radikal çözümleri bile “sistem içi iyileştirmeler“ karakterindedir.

“Radikal feminizm“in, “sistem“ olarak, ataerkil sistemi hedefine oturtması, elbetteki toplumsal cinsiyet ayrımcılığına karşı duruş ve mücadele bakımından, daha ileri bir duruştur. Ve elbette önemlidir de! Ancak nevarki bu ataerkil sistemi, değişen yeni koşullar altında yeniden yeniden üretip var eden, daha ince ve sinsi kalıplarla tahkim eden kapitalist-emperyalist sistem yerli yerinde durdukça, ataerkil toplumsal değer yargıları varlığını bir şekilde sürdürmeye devam edecektir. Bu anlamıyla burada “sivrisinek-bataklık“ meteforuyla anlatılmak istenen duruma düşülmüş oluyor kaçınılmaz olarak.

Fakat böyle de olsa, feminizmin bu fraksiyonunun ataerkil değerler sistemiyle dişe diş bir mücadele içinde olması, kadının eşit haklar kazanması mücadelesinde, hiç kuşku yok ki çok önemli ve değerlidir.

Ve bu eksenli mücadelenin tüm kadınların asgari müşterekli, asgari özgürleşme proğramı olduğu göz önünde bulundurulursa şayet, “radikal feminist“ hareketin oynadığı rol ve durdukları yer daha hakaniyetli bir şekilde teslim edilebilir belki.

Komünist hareketlere yakıştırılan “cins körü“ olmaları durumu, ideolojik değil, politiktir. Çünkü komünistlerin tarihi geçmişinde “ezen-ezilen cins çelişmesi“ esasen azami proğram üzerinden ele alınagelmitir. Böyle oluncada; sorunun çözümü yolunda asgari proğramı olan ataerkilizme karşı aktüel aktif mücadele esasen es geçilmiştir. Yani “cins körü“ şeklindeki eleştiri, bu zemin üzerinden bir haklılık payesi kazanıyor diye düşünüyorum. Düşünsenize, onca yaşanmışlıklara ve devrimsel tercübelere rağmen, UKH‘nin Türkiye ve K.Kürdistan kolu olma iddiasına sahip TKP-ML, kırk küsur yıllık yürüyüşünün çok büyük bir diliminde, “kadın sorunu“ diye bir sorunu gündemine dahi almamış olabiliyor. Peki sahi, nedir bunun asıl sebebi?!!!

Sorunun devrimle aşılacağını öngören kaba-materyalist bir “sınıf mücadelesi“ anlayışı yatar bunun temelinde. Kadının özgürleşmesi mücadelesinde asgari proğram eksenli bir mücedele gerekliliğinin es geçilmesinin esas nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Ve benzeri bir asgari proğram eksenli bir mücadele hattının proletarya diktatörlüğü koşullarında zorunlu olacağının bilincine tam olarak varılamamış olmasının da bunda bir payı vardır illeki.

İşte bu ve benzeri yaklaşımların bir sonucu olarak, “ezen-ezilen cins çelişmesi“ , son yıllara kadar, başlıca toplumsal çelişmelerden biri olarak dahi belirlenmemiş ve siyasal özgürlükler sorununun güncel bir unsuru/dinamiği olarak çözüm proğramına kavuşturulmamış olması, yani özetle, ataerkil sisteme ve bu sistemin ürünü olarak ortaya çıkan sorunlara karşı güncel bir mücadele yürütme görevi edinmemiş olması sebebiyle, “radikal feministler“ce (ve keza “sosyalist feministler“ce de) getirilen “cins körü“ olma yergisini rahatlıkla hakettiğini söyleyebiliriz.

Bir hakkın teslim edilmesi anlammında şunu da söylemek gerekiyor ki; bugün sol-sosyalist ve kommünist hareketler safında bu önemli tarihi eksikliğin aşılması yönünde bir bilinç sıçraması yaşanıyorsa, olumlu yönde gayretler içine girilebilmişse, kuşku yokki bunda hem yaşanan devrim deneylerinin acı derslerinin payı ve ama daha çokda “radikal feministler“in eleştiri ve ısrarlı mücadelelerinin payı vardır.

“Proleter kadın hareketi“ , feminizmin, “radikal feminizm“ akımının/fraksiyonunun reformist karekterini ve keza ataerkil sistemle mücadele adına yer yer sorunu “erkek“ ile mücadeleye indirgeyen ve keza, kadın-erkek doğasını yadsıyıp, “tek cinsiyet“ olarak kadını varetmeyi öngören kimi sol-sekter cinsiyetçi yaklaşımlarını dışta tutma koşuluyla sahiplenme ve onlarla asgari müştereklerde birleşebilmesi oranında, asgari program zemininde kadın özgürlük mücadelesi, tekil marjinal hareketlerin kısır döngüsünden çıkarak gelişip güçlenme şansı yakalayabilecektir.

Feminizmin, “liberal feminizm“ üzerinden “yasal eşitçilik“ ile, “radikal feminizm“ üzerinden de, “erkek düşmanlığı“ ve “kadın seviciliği“ (bu ifade, dar/alt anlamıyla, lezbiyenlik anlamında değildir.) olarak lansedilegelmesi, ve halende bunu aşma yönünde herhangi bir bilincin edinilmiyor olması, sanırım kadının kurtuluşu mücadelesinde büyük bir “talihsizlik“ olsa gerek.

Feminizmin “proleter kadın hareketi“ kolu, bahsini ettiğim çerçevedeki “cins körü“ yanlışlıklarına, eksikliklerine ve anlayışsal kusurlarına yöneldiği oranda, görülecektirki kadının kurtuluşu davasının önemli güncel boyutu olan TAM HAK EŞİTLİĞİ TALEBİ ve bir bütün olarak ATAERKİL DEĞERLER SİSTEMİYLE “radikal bir mücadele eksen ve zemininde feminizmin hemen hemen tüm akım ve fraksiyonları ile “asgari program“ ortak paydasında yolları buluşuyor/kesişiyor olacaktır. OLACAKTIR, çünkü sosyal yaşamın talebidir bu.

Bu realitenin görülüp kabul edilmesi, sanırım, hem feminizm konusundaki kalıpsal-ezberci önkabullerimizi sorgulamamızı koşullayacak ve hemde demokrasi ve siyasal özgürlükler hedefli mücadelenin bileşenlerinin-aktif dinamiklernin ve doğal ittifak güçlerinin belirlenmesinde ufkumuzun genişlemesine hizmet edecektir.

Öyle ya, demokratik devrim sürecinde “milli burjuvazinin sol kanadı“ ile, milli demokratik devrim sürecinde, işgalci-sömürgecilerin işbirlikçileri dışındaki tüm ulusal güçler ile asgari müşterekler zemininde birleşik cephe oluşturmayı öngörüp savunan birilerinin; “orta kesim“ yada “burjuva“ diyerek, ataerkil sistemele şu veya bu şekilde sorunu olan, ona karşı şu veya bu oranda mücadele yürüten güçleri, iradi olarak dışlama tutum ve yaklaşımları, siyasetende izah edilebilir olmaktan uzaktır. Sol-sekterizm tüm alanlarda yıkıcı olduğu gibi kadının özgürlüğü mücadelesinde de yıkıcıdır. 

2421

“ECDAT” HİKÂYELERİ[*]

 

“Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir.

Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip

çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.”[1]

 

KADINLARIN BİRLİĞİ | Halk Okulu Devrimcilik Adı Altında LGBTİ+ Düşmanlığı Yapmaya Devam Ediyor!

Bir süredir Halk Okulu’nda LGBTİ+lar ve LGBTİ+ mücadelesi üzerinden genelde ilerici, devrimci harekete özelde proletarya partisine yönelik “değerlendirme”lerde bulunulmaktadır.

Bu “değerlendirmelerin” temel anlayışına ve üslubuna, devrimci kamuoyu da bizler de aşinayız.

Martager (Nubar Ozanyan)

Yaşamı Fakir, savaşımı Martager olan komutan, sert yaşadı. Bir derviş gibi Kafkaslar’ı, Ortadoğu’yu dolaştı. Mazlumların yaşamından gürültü yapmadan kopup giderken geride derin izler ve unutulmaz anılar bıraktı. Yaşadığı her toprak parçasında eski ve köhnemiş olan her şeye meydan okudu. Yaşarken Ararat’a, düşerken Cudi’ye bakarak “Elveda” dedi.

Devrimci Bir Çıkış İçin Örgütlen-Örgütle

“…Komünist Enternasyonale bağlı tüm partiler, ‘Kitlenin daha derinlerine!’, ‘Kitlelerle daha sıkı temas!’ şiarlarını ne pahasına olursa olsun pratiğe geçirmelidirler; kitleler sözünden anlaşılması gereken emekçilerin ve sermaye tarafından sömürülenlerin, özellikle de en örgütsüz ve en bilinçsiz, en fazla ezilen ve örgütsel olarak kapsanması en zor olanların tümüdür.”(1)

Proletaryasız Burjuva Çağı Hayali(!)

 

Telaşlı diplomasi ve açık savaş hazırlığı Nijer: Afrika'da akut savaş tehlikesi!(Rote Fahne (Kizil Bayrak)

26-27 Temmuz gecesi, yaklaşık 26 milyon nüfusa sahip Batı Afrika ülkesi Nijer'de ordu bir darbe düzenledi. Bir önceki başkan Bazoum'u devirdi ve anayasayı askıya aldı.

Frankfurter Rundschau'ya göre Bazoum döneminde Nijer, "İslamcı teröristlerin Sahel'deki ilerleyişine karşı mücadelede Batı'nın son stratejik ortaklarından biriydi".

“En Önde” Durmak, “En Önde” Savaşmak (Dengê Azadî )

Lozan’daki tarihsel haksızlığın 100. yıldönümünde gerilla alanlarına yönelik işgal saldırıları sürüyor. Emperyalist devletlerle İttihatçı Kemalistler arasında imzalanan ve TC devletinin emperyalistlerce kabul edilmesinin resmileştiği tarih olarak 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın üzerinden yüz yıl geçti.

Kalbim Zap’ta çarpar! (Nubar Ozanyan)

Yeni bir yüzyıl direnenlerin hikayeleri ve isimleriyle yazılmalıdır. Zalimlerin yazdığı yüz yıllık faşist tarihi parçalamanın zamanı çoktan gelmiştir. Soykırımcılar, teknolojinin üstünlüğüne her gün yenilerini ekleyerek kıyıcı ve yok edici silahlar üreterek Kurdistan’ın en ışıldayan direniş parçalarına saldırsa da, 26 gün abluka ve bombardıman altında yaralı olduğu halde “teslim ol” çağrılarına direnen gerillanın karşısında çoktan yenilmiştir!

Çoktan yenilmiştir, Osmanlı’nın İttihatçı subay ve askerleri, Türk ordusunun işkenceci generalleri!

“Halkın aslanları: HBDH milisleri” (Ziya Ulusoy)

Bahsetmek istediğimiz HBDH militanları. Yaklaşık 7 yıldır Erdoğan faşizminin acımasız  saldırı ve zulmüne karşı mücadele ediyorlar. Şimdiye değin yüzlerce eyleme imza attılar.

Mücadele koşulları çok ağır. Faşizmin saldırgan ve devasa miktardaki polis aygıtı, yüksek gözetleme ve takip tekniğini de kullanarak, hareket imkanını çok daraltıyor. Az güçle ve bu duruma rağmen, HBDH militanları eylem yapabiliyor. Biribirinden çok uzak kentlerde de, değişik bölgelerde de, aynı kentin değişik semtlerinde de Erdoğan faşizmine karşı eylem yapabiliyorlar.

Dedikoducu Modacılar

Amann... sanki kendileri de proletaryalarda karşılık bulsalardı chp ve hdp'lilerde taban, oy (veyahut da boykotçu) almış olmayacaklardı.

Neysee...

Nerede kalmıştık.

Maltepe'de bir mayıs.

Yolun bir tarafında tip'liler bir tarafında hdp'liler.

Yolun sağına, soluna... gölgesine de sıkışmış... tip'çilerin giyimlerini kuşamlarını ... diğer kortejlerdeki insanlarla kıyaslayan benim gibi de dedikocu modacılar.

Bu keşmekeşliğin içerisinde de..

Tip'çilerin gözleri  hdp'lilere... hdp'lilerinki de tip'çilere kayıyor.

Bizim devrim! (Nubar Ozanyan)

Rojava’nın haritadaki yeri sorulduğunda Kürtlerin bir kısmının dışında kimsenin doğru dürüst yanıt veremeyeceği bir süreçten geçilerek gelindi bugünlere. Büyük riskler göze alındı. Ağır bedeller ödenerek kazanımlar elde edildi. Bu sayede Rojava, özgürlüğüne kavuştu. Ortaya konan devrimsel hamleler, sayısız çaba sonucu Rojava halkları daha ileri ve gelişkin bir sürece geldi. 

Sayfalar