Devrimci Kamuoyunun Bilgisine!

"KARANLIĞIN TANRILARI" FERMAN BUYURMUŞ: HALİL GÜNDOĞAN'IN SURATINA TÜKÜRMEK ÖNÜMÜZDE DURAN DEVRİMCİ GÖREV VE SORUMLULUĞUMUZDUR.
Halil Gündoğan
İsviçre/ Basel 1 Mayıs etkinliğinde ve ardından 24 Mayısta Zürich'te yaşananlara dair kaleme aldığım "provokasyon 'siyaseti' üzerine" ve "bir kez daha provokasyon 'siyaseti' üzerine" başlıklı iki yazım üzerine, belli bir odaktan yönlendirildiği açık olan, "sosyal-medya korsanları"nca, itibar cellatlığı yapılarak hakkımda kara propaganda başlatıldı.
Yalanın-dolanın bini bin para misali, "Bari 1 Mayıs etkinliğine katılmış olsaydı da bunları yazsaydı." dahi diyebildiler. Bu, acze düşenlerin çaresizliğidir. Oysa yazdıklarımın doğru olup olmadığının sorgulanması açısından bizzat orada olup olmamamın belirleyici bir önemi yoktur. Yalan yazacaksam, orada bulunarak da bunu yapabilirim. Tıpkı orada olanların bazılarınca ileri sürülen; "kadın arkadaşımıza şiddet uygulandı" misalinde olduğu gibi.
Oysa oradaydım ve bir fiil gözlemlediğim, doğrudan tanığı olduğum şeylerin aktarılması ve yorumlanmasıydı yazdıklarım.
Keza, sergilemiş oldukları provokasyonun baş aktörlerini, kullandıkları isimlerin baş harflerini yazarak somutlamış olmamı da arsızca bir ölçüsüzlükle "ihbarcılık" olarak yaftaladılar...Komiklik ötesi bir komiklik. Sanki illegal bir etkinliğin katılımcılarını deşifre etmişim (oysa açın bakın illegal toplantı tutanaklarında katılımcılar bu tür kısaltma rumuzlar ile kayda geçirilir. O halde o tutanakların tümü ihbar belgeleridir bu anlayışa göre). Legal bir etkinlikte, oraya katılanların kimler olduğu zaten bir yığın basın ve istihbarat unsurlarınca ve keza bir fiil katılımcıların çekip paylaştıkları fotoğraf ve videolarca da "belge"lenmiş oluyorken; ben kimi nasıl deşifre ve "ihbar" etmiş olurum acaba?
Evet, elbette o yazımda bir "deşifre" etme durumu da söz konusudur: Ama bu, sorumsuzca bir şekilde 1 Mayıs etkinliğini provoke eden, orada objektif olarak provokatörlük yapanların deşifrasyonudur -ki bu da son derece haklı ve meşru bir tutumdur- Fakat görünen o ki bu, birilerinin fena halde gocunmasına sebep olmuş olmalı ki: "Yoldaşlarımıza ajan-provokatör dedi.", " Yoldaşlarımızı ihbar etti" şeklindeki kara propaganda ile gerçekleri karartma gayretine sokmuş: "EN İYİ SAVUNMA SALDIRIDIR"
Kaldı ki, okuduğunu anlama kapasitesine sahip hiçbir sağlıklı kafa, o yazdıklarımdan hareketle, böylesi bir sonuca varmaz. Çünkü o yazıda provokasyon siyasetini kimlerin nasıl ve ne amaçla yaptığı/yapmak istediğinin genel teorik bir izahatı yapıldıktan sonra, 1 Mayıs’ta yapılanların kısa bir değerlendirmesi veriliyor ve yapılanın aleni bir provokasyon olduğu dile getiriliyor:
“Ancak ne var ki A.A ‘nın bu devrimci sorumluluğu A.B tarafından yumrukla karşılanır. (...) orada toplanmış kitleye ve 1 Mayıs gününe karşı hiçbir devrimci sorumluluk taşınmadan, ortamı provake edecek olan o yumruğu atıverir. Hem de halk saflarından, devrim saflarından birine...”
Ve bu değerlendirmenin ardından da şu söyleniyor: “ A.B ve çevresindeki bir-iki belirgin simanın dünkü bu aleni provokasyonunu mensubu olduğu yapı illaki sorgulayacaktır. (...)”
Görüleceği gibi kullanılan ifadeler son derece açık ve net olarak A.B ve çevresindeki bir-iki kişinin 1 Mayıs‘ta sergilenen provokasyon fiilinin sorumluları oldukları ifade ediliyor. Keza bunu takiben de bu aleni provokasyonu yapanların bu fiilinin ne türden bir provokasyon türü olduğunun açıklığa kavuşturulmasının, mensubu olduğu yapının görev ve sorumluluğu olduğu hatırlatılıyor:
“Bu sorumluluklarını yerine getirmezlerse, bilinsin ki, bahsi edilen o kişiler, ben ve daha pek çok insan tarafından , en azından, ‘ güvenilmez unsurlar’ muamelesi göreceklerdir.”
Amacı bağcıyı dövmek değil de üzüm yemek olan hiçbir sağlıklı beyin bu yazılanlardan hareketle; “vay sen bizim yoldaşlarımıza devşirme veya sızdırılmış ajan/provokatörler diyorsun. Ajan da sensin, provokatör de sensin” vs., vs., türünden deli saçması hezeyanlarla gerçeklerin üstünü örtme gayretine soyunmaz!.. Ama maalesef yapılan budur işte. VE İŞTE TAMDA BUDUR ANLATMAYA ÇALIŞTIĞIM PROVAKASYON ‘SİYASETİ’ İLE GÜNÜ VE ZEVAHİRİ KURTARMAYI BİR MÜCADELE METODU OLARAK SEÇMİŞ OLANLARIN YALIN GERÇEKLİKLERİ!
Sorumsuzca bir şekilde 1 Mayıs etkinliğini provoke eden arkadaşlarının bu fiilini sorgulayıp açıklığa kavuşturacaklarına; “ Son olarak Halil Gündoğan’ın yoldaşlarımızla ilgili ‘sızdırılan veya sonradan bir şekilde devşirilen, özel görevli karşı-devrim unsurlar’ olarak suçladığı ilgili iddialarını somutlamakla mükelleftir. Somutlayamadığı durumda, her koşulda adi bir iftiracı provokatör olarak anılacak, ‘suratına tükürmeye hakkımız kaçınılmaz devrimci bir görev ve sorumluluk olarak önümüzde’ hep olacaktır.” (Bkz ‘Haydar Ali’ rumuzlu kişinin sosyal-medya hesabından paylaşılan; “Provokasyondan beslenen politik bir kadavra olarak Halil Gündoğan’ın sayıklamaları.” başlıklı, kimin kaleminden çıktığı bizce giz olmayan yazı.) tutumu takınarak; provokasyon ‘siyaseti’ni bu kez de Halil Gündoğan üzerinden sürdürmenin gayreti içine girmişlerdir.
Ne demiştim o yazımda? “Keza biliyoruz ki birçok burjuva-küçük burjuva öze sahip siyasi oluşumun siyaset yapış tarzında ENTRİKALAR, ALAVERE DALAVERELER VE PROVAKASYONLAR BAŞAT YÖNTEMLER
OLARAK YER TUTAR. Bu türden oluşumlar için önemli olan tek şey; dar grupsal çıkarlarının andaki ihtiyaçlarıdır. STRATEJİK VE TAKTİK AÇMAZLARININ DAYATTIĞI ÇIKIŞSIZLIK VE GELECEĞİN İNŞASINI SAĞLAYACAK SİYASETİN ÜRETİLEMİYOR OLUŞUNUN SÜRÜKLEDİĞİ BİR ‘SİYASET YAPIŞ TARZI’YLA GÜNÜ VE ZEVAHİRİ KURTARMA ÖNCELİĞİ.”
Malum zat-ı muhteremin, mensubu olduğu yapının iradesini de bağlayan yukarıdaki beyanları, işte tamda burada tanımladığım türden bir “siyaset yapış tarzı” örneğidir: ÖNLERİNE KOYDUKLARI ‘DEVRİMCİ GÖREV VE SORUMLULUK’ , Halil Gündoğan’ın suratına tükürmekmiş. Denir ya, “sözün bittiği yer”. Evet, devrimci bir örgütün önüne devrimci görev ve sorumluluk olarak bunu koyuyor olması hem sözün bittiği yerdir, ve hem de tükenişe mahkûmiyettir. Umarım yapı tümden bu “şer” iradesine teslim olmaz da , çok geç olmadan bu rezil gidişe bir set çekmeyi başarır.
Zat-ı muhterem aklınca kurnazlık yapıyor. Yazıda geçen şu sözlerimi cımbızlayıp bağlamından kopartarak kamuoyunu sahtekarca manipüle etmeye çalışıyor:
“ Ve keza biliyoruz ki bir de özel/mesleki olarak provokatörler vardır. Bunlar, devrimci yapılar içine sızdırılan veya sonradan bir şekilde devşirilen karşı devrim unsurlarıdır. İşleri güçleri, buldukları her fırsatı veya özel olarak yarattıkları her fırsatı ( “tanrının bir lütfu” addedercesine bir maharetle) devrim ve devrimci yapıları zarara uğratma, demoralize etme, kitleler nezdinde itibar kaybına uğratma ve devrimci mücadeleyi daha geri pozisyonlara iteklemek için kullanmaktır.”
Bilinçli bir çarpıtıcılık yapılmadıkça rahatlıkla görülecektir ki; burada da somut olarak herhangi biri veya birileri addedilmeden, sadece ve sadece genelleme teorik bir soyutlama yapılmıştır. Dolayısıyla da devrimci görev ve sorumluluğunu devrimcilere saldırı olarak belirlemiş olan zihniyet, yukarıya aktardığım pasajda geçen “sızdırılan veya sonradan bir şekilde devşirilen, özel görevli karşı-devrim unsurları” şeklindeki bu sözlerimi alıntılayıp, 1 Mayısta provokasyon yaptığını söylediğim söz konusu kişileri böyle damgalayıp teşhir ettiğimin “YAZILI KANITI” olarak sunabilmektedir.
Sahi, sormak lazım; bu zat-ı muhterem mesela neden birinci genellemede yaptığım soyutlamayı değil de , bu ikinci soyutlamayı tercih etmiş? Çünkü çarpıtma ve provoke etmek için “elverişli malzeme” birinciden ziyade ikincide var da ondan. Provokasyon ‘siyaseti’nin bir süre de Halil Gündoğan üzerinden sürdürme arzusu, malum kişiyi böylesine “akıllı” tercihte bulunmaya koşullanmış olmalı.
Bu arzu öylesine alenidir ki; ADGB’nin yaptığı kamuoyu açıklamasına verdikleri “ Avrupa Demokratik Güç Birliği Açıklaması ve ‘Tarafgirliğin’ Sefaleti!..” başlıklı cevabi yazı da dahi Halil Gündoğan özel olarak hedeftir. Bir yığın ipe sapa gelmez zırvalamaların ardından, o cevabi yazıya şunları sokacak kadar gözü dönmüş bir “özel hesap” peşlerinde olduklarını ifşa etmiş oluyorlar. “Fırsatı ganimet yapma” marifetiyle, provokasyon ortamını oluşturmaya ve olgunlaştırmaya çalışıyorlar. Şöyle diyorlar örneğin:
“ (...) Zira Halil Gündoğan kimdir? Tutumu nedir? Bilgi kaynakları neresidir? Yazılarını yayınlayan sitenin ilişkisi kimdir? Bunların cevabı muhataplarınca riyakarca inkâr edilecek ama herkesin bildiği gerçeklerdir. Bu unsurun provokatör ve basit bir tetikçi olarak işlevlendiği açıktır. Hiçbir provokasyona ve tetikçiliğe de sessiz kalmayacağımız bilinmelidir.(...)”
“SESSİZ KALMAYACAĞIMIZ BİLİNMELİDİR” ile kastettiklerinin ne olduğunu bir fiil 24 Mayıs’ta Zürich’ te iki devrimciye karşı sergilemiş oldukları saldırganlıklarıyla ( pardon, “devrimci görev ve sorumluluklarıyla” olacaktı, değil mi?) ortaya koymuşlardır zaten. Ve burada çalınan minarenin kılıfı da aynı terzi elinden çıkmışçasına benzerdir: “ kadına yönelik şiddet meselesinde de durumu hafifletecek muhatap olan kişilere sessiz kalmayacağımız da beklenmemelidir.”
Burada yeri gelmişken, demagojik bir şekilde “ malzeme “ yaptıkları şu; “KADINA ŞİDDET” ve “KADININ BEYANI ESASTIR.” meselesine de kısaca değinmek gerekiyor.
Öncelikle çok net bir şekilde ifade ediyorum ki, Tayyipgilerin “baş örtülü bacımızın üzerine işediler” şeklindeki kara propaganda “BEYANI” ne kadar gerçek ve doğruyduysa; Basel 1 Mayısın da bahse konu kadına şiddet uygulandığı “BEYANI” da o kadar gerçek ve doğrudur. Düpedüz kara propaganda!
O kadının beyanının doğruluğunun en basit “kantarı” , sosyal medyada bizzat kendi ismiyle paylaşıp, sonrada kaldırdığı şu paylaşımıdır: “Bunları yazan Halil bari orada olsaydı da yazsaydı hadi neyse, orada bile değildi” ( mealen böylesi bir şeydi).
Orada olmadığımı nasıl ve ne şekilde belirlemiş acaba ? Oysa oradaydım ve yaşananların bir fiil canlı tanıklığını yaptım.
Tanıklığı sadece ben yapmadım, nitekim diğer devrimci yapılardan arkadaşların da beyanları bu kara propagandayı yalanlıyor. Ama ne dert, önemli olan, yalanın hükmü sürdüğü müddetçe ondan yararlanmaktır . O bariz yalanı, ortamı daha da galeyana getirmek için bilinçli olarak ortaya attı birileri ve daha sonrada kara propaganda malzemesi olarak kullanıldı.
“Kadına şiddet” dedikleri şeyin aslı astarı şundan ibaretti oysa ki: Şiddete maruz kaldığı iddia edilen kadın, yaşanan arbedeyi yatıştırmak için oraya giden Partizan/Özgür Gelecek mensubu erkek arkadaşın iki yakasına yapışıp çekiştirmeye başlayınca, erkek arkadaş da yakasını kurtarmak için iki eliyle kadının ellerini aşağı doğru itekleyip yakasını kurtarıyor.
Evet, tüm mesele bundan ibaretken; kalkıp ta “kadın arkadaşımıza şiddet uygulandı.” “hani kadının beyanı esastı?” diyerek bunu bu şekilde kara propaganda malzemesi yapmak; fikri pespayelikten ve art niyetten başka bir şey olmasa gerek.
“KADININ BEYANI ESASTIR” demek, kadının beyanının kayıtsız koşulsuz doğru olduğu ve sadece bu beyan ile iddianın kadın lehine karara bağlanacağı anlamına gelmez.
Bunun anlamı şudur özetle: Kadınların zorlu mücadelelerinin bir kazanımı olan “kadının beyanı esastır” prensibi sayesinde cinsel kimliğinden ötürü saldırı ve tacize uğradığını iddia eden kadının, başkacada herhangi bir belge/ kanıt ve tanık göstermesine gerek kalmaksızın, soruşturma açılmasına yeterli “koşul” olarak kabul edilmesidir.
Nitekim o kadın arkadaşın beyanı da esas alınmış ve soruşturma açılmıştır. Geçen süre içerisinde erkek arkadaşın dinlenmesini istediği bir kısım görgü tanıkları dinlenmiş ve bunlar da kadının söz konusu iddiasının doğru olmadığını beyan etmişlerdir. Anlaşıldığı kadarıyla soruşturma henüz sonuçlanmış değil.
Ancak prosedürün bu minvalde sürdürülüyor olması bile; provokasyon ‘siyaseti’ güdenler için bir başka “malzeme”dir. Soruşturmayı yürüten komisyonu hiçbir çekince duymadan kolayca “taraf girlik” le yaftalayıvermişlerdir...Sol-sekterizmin tipik özelliklerindendir: BENDEN TARAF DEĞİLSEN, KARŞI TARAFTANSIN!..
Ve hiçte şaşırtıcı olmayan bir tutum takınarak, soruşturmanın sonuçlanmasını dahi beklemeden (niye beklesinler ki, zaten “tarafgirli” olduğuna hükmettikleri o komisyonun alacağı karar baştan belli değil mi? Kadına şiddet gibi bir mevzuda bugüne kadar hiç mi hiç sessiz kalmamışlardır arkadaşlar. “ Parti düşmanı” grubun mensubu biri tarafından kadın yoldaşlarına uygulanan şiddete ise hiç mi hiç sessiz kalmazlar. DEVRİMCİ GÖREV VE SORUMLULUKLARI bunu emreder çünkü); “kadının beyanı esastır. Başka bir kanıta ve de soruşturmaya gerek yoktur” diyerekten; devrimci görev ve sorumluluklarını daha da fazla zamana yaymadan gidip 24 Mayısta bunun gereğini yerine getirmişlerdir... Kesinlikle halkımız ve devrimciler, bu arkadaşların devrimci görev ve sorumluluklar karşısındaki bu kararlılığına şapka çıkarmışlardır.
Demagoji ve çarpıtmada sınır yok, yeter ki o anı kotarmada işlerine yarasın; oysa şu çok net ki, “kadına şiddet” ile kastedilen şey, genelleme bir şiddet değildir; CİNSİYET temelli, ERKEK ŞİDDETİNİ (fiziki ve psikolojik) ifade eder bu kavram. Dolayısıyla da herhangi bir kadının maruz kaldığı her türlü şiddet, otomatik olarak, “kadına şiddet” kavramı payesi kazanmaz ve böyle sunulamaz da.
Örneğin sınıfsal/grupsal vs. gibi kesimlere mensup kadınlı-erkekli bir kavga veya çatışmada ( veya arbedede), kendisi de şiddet uygulayan ve aynı zamanda da rakip taraf erkeğinin şiddetine maruz kalan kadının görmüş olduğu bu tarz bir şiddeti “kadına şiddet” kavramı dahilinde değerlendirmek doğru olabilir mi?
Elbette ki olmaz! Dolayısıyla da varsayalım ki Basel’de yaratılan o arbede ortamında kadınlar da fiziki şiddete maruz kalmış olsun; kavga ortamı kadını erkeği gözetmez tabiatı gereği. Orada taraflar kendi safının aktif militanıdır; şiddet uyguladığı gibi, şiddete maruz kalabilecektir de.
Yani özetle; böylesi bir ortamda kadınların maruz kaldıkları dayak, darp, yaralama veya ölüm gibi fiziki şiddet türü şiddetler “kadına şiddet” kategorisine girmez (Burada ancak ki özel olarak uygulanan tecavüz vb. cinsiyetçi saldırılarılar bu kategoriye girer).
Peki bu arkadaşlar bunu bilemeyecek kadar bönler midir dersiniz? Elbette biliyorlardır, ancak hem yöntemleri olan provokasyon ‘siyaseti’ gereği bunu es geçmeyi tercih ediyorlardır ve hem de zihin dünyalarının derinliklerinde bulunan ve yeri geldikçe de kolayca tezahür eden kadına bakıştaki feodal ve ataerkil değer yargılarınca davranıyorlardır: Kadın, komünist-militan da olsa, o yine de erkek tarafından korunması gereken “zayıf” bir unsurdur. Ve ama daha da önemlisi o gruptaki kadın, o grup erkeklerinin onurudur, namusudur, kutsal mülkiyetidir; yabancıların ona yönelik şiddeti, o erkeklerin erkeklik gururlarını rencide etmek demektir. vs. vs. İşte bunca ölçüsüz hezeyanlarının temelinde bu iki esaslı olgu rol oynuyordur.
Sonuç olarak şöyle toparlayayım: Hani diyor ya malum zat-ı muhterem: “...Halil Gündoğan’ın yoldaşlarımızla ilgili ‘sızdırılan veya sonradan bir şekilde devşirilen, özel görevli karşı-devrim unsurları’ olarak suçladığı ilgili iddialarını somutlamakla mükelleftir...”
Böylesi bir ifadem de iddiam da yokken; yazdıklarım bunun en somut belgesiyken, buna rağmen kalkıp da adıma iddia uydurmak ve ardından da gerçekmiş gibi bunu kara propaganda malzemesi olarak kullanmak; yeni karanlık tertipler ve provokasyonlar amacı gütmekten başka hiçbir şeyle izah edilemez.
Zaten bunu gizlemiyorlar da. Diyorlar ya; “... devrimci bir görev ve sorumluluk olarak önümüzde hep olacaktır.” diye. “Kolay gelsin” mi desek acaba?
Kendileri mi bir fiil yaparlar yoksa oluşturdukları puslu havayı seven kurtlar mı “fırsatı ganimet sayıp” verilen pası alıp değerlendirir, artık orası belli olmaz ve aslında bunun pek de önemi yok...Ve ama elbette ki her halükârda bunun sorumluluğu, bu provokasyon ortamını yaratanlarda olacaktır. Tarihe not düşme adına bunu böylece kayda geçirmem yeterli olacaktır.
10 Haziran 2021

Halil Gündoğan
Halil Gündoğan sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.
Son Haberler

Dört Duvar Arasında Direnenler Dışarıdakiler İçin İnat Etme Manifestosudur
Yıllardır Sosyal medyada zindanları gündemde tutmak için güncel zindan haberlerini dışarıya ulaştırıp tutsak aileleri ve zindan arasında köprü olma misyonu ile tanınan bir hesapsınız. “Rojevazindanan” ismi ile dikkatleri üzerinize çekiyorsunuz. Twitter, instagram ve Facebook gibi geniş kesimlerin kullandığı bu mecraların hepsinde aynı anda aynı haberleri paylaşmanız da ayrıca emek isteyen bir çalışma. Biz Kaypakkayahaber sitesi olarak kitlesel refleks ve duyarlılık yaratmaya çalışan bu hesapları daha da iyi tanımak babında bir röportajı gerçekleştirmek istiyoruz.

Zafer ve yenilgilerle dolu bir tarih! Yarım Asırlık Mücadele Yolumuzu Aydınlatıyor
Proletarya partisinin kuruluşunun ve mücadeleye atılışının 50. yılındayız. Bu süre içinde mücadelesini kesintisiz sürdüren proletarya partisi, onu var eden koşullar devam ettikçe kuşkusuz varlığını devam ettirecektir.
Sınıf bilinçli proletaryanın öncü müfrezesinin ülkemizdeki varlık nedenleri, sistemin çöküntü içine girdiği günümüz koşullarında kendisini çok daha yakıcı dayatır duruma gelmiştir. Ve elbette ki proletarya partisi üstlendiği tarihsel rolü yerine getirecektir. Çünkü onun mücadelesine yol gösteren sağlam temellere dayalı ideolojik-politik pusulası vardır.

Eski sloganlar bugüne hitap etmiyor…(İsmail Cem Özkan )
Eski sloganlar atılıyor, eskisi gibi heyecanlı değil, çünkü ortam ve zaman değişmişti, eski sloganların ruhu da çoktan bizi terk etmişti... İnat ile eskiden kalan sloganlar atılıyordu ama o sloganlar bugünün sorununa yanıt vermiyor, sadece eski arkadaşlara "biz ayaktayız, yok olmadık, gelin bir arada olalım!" çağrısıydı. Fakat çoktan ayrılmıştık, ruhen bir arada ama eskinin yaratılmış öyküleri de abartılarak anlatılırken gerçeklikten uzaklaşmış ve eskinin yeniden yaşayacağı iyimserlik dışında bir arada olacağımıza dair her hangi bir şey söz konusu değildi...

Siyaset Yapma Tarzımız ve Verili Koşulların Önemi Üzerine
Son dönemlerde kurumlarımızın yaptığı konferanslarda, basın açıklamalarında `Verili koşullar` dan bahsediliyor. Verili koşullardan kasıt, somut koşulların somut tahlili.

Ölümsüz(ümüz)dür NÂZIM HİKMET[1]
“Pişman değilim yaşadıklarımdan,
öfkem belki de yaşayamadıklarımdan.”[2]
“Ew çend giringî pê bide jiyana xwe ku di/ heftêyem de jî wek mînak çandina darzeytûnê bibe// Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin,” dizelerinin hakkını bir komünist gibi yaşayarak verdi. Eylül 1961’in Doğu Berlin’indeki, “sözün kısası yoldaşlar/ bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da/ insanca yaşadım diyebilirim,” demeyi de sonuna kadar hak etti…

Türkiye’de Durum: Çürüme ve “Çökme!”
Açıklama: Aşağıdaki makale Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist Merkezi Yayın Organı Komünist’in Mayıs/2022 tarihli 76. sayısından alınmıştır.

İnsanî Mecburiyet(İmiz)dir Aşk[*]
“Güzelliğin beş para etmez,
bu bendeki aşk olmazsa.”[1]
Lev Tolstoy’un “Gerçekten aşk var mı?” sorusu bana hep itici gelmiştir; William Faulkner’in, “Aşkı kitaplara soktukları iyi oldu, yoksa belki de başka yerde yaşayamayacaktı,” tespiti gibi.
“Neden” mi?
Var olmayan şey soru(n) da ol(a)maz, ders kitaplarına da gir(e)mez…

SADAT
Son günlerde gündem olan SADAT ve Özel Savaş Şirketleri'ni, yeni yayınlanan “EMPERYALİST TÜRKİYE” (El Yayınları) kitabımda ele almıştım. Oradan kısa bir bölümü yayınlıyorum
Türk Tekelci Devleti’nin Paramiliter Gücü[1]
Yusuf Köse

TKP-ML -MKP: Cesaretimizin Sönmeyen Meşalesi Komünist Önder İbrahim KAYPAKKAYA Ölümsüzdür!
Dostlar, Yoldaşlar;
Bugün burada, ülkemiz devriminin önderini, kökleri asla sökülmemecesine toprağın derinliklerine işlemiş bir geleneğin yaratıcısı İbrahim Kaypakkaya yoldaşı anıyoruz.
Bugün burada, Marksizm-Leninizm-Maoizm’in usta bir öğrencisi olan komünist önderimizi anıyoruz.
İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır zindanlarında işkenceyle katledilmesinden bugüne kadar geçen 49 yıl içinde gerek mücadele yaşamı gerekse de ileriye sürmüş olduğu tezler nedeniyle güncelliğini korumaktadır.

Anlamak, Hatırlamak Zamanıdır Şimdi[*]
“-Prometheus: Ölüm kaygısından kurtardım ölümlüleri.
- Koro: Nasıl bir deva buldun bu derde karşı?
- Prometheus: Kör umutlar saldım içlerine.”[1]
O sadece kasketli değil; kasketin en çok yakıştığı insandı.
Benjamin Franklin’in, “Bazıları 25’inde ölür ama 75’ine kadar gömülmezler,” saptamasını tekzip eden bir mücadelenin, direncin, tarihin -ve elbette acının- adıydı.
Comment form