Halil Gündoğan

Halil Gündoğan sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.
Rota (Yayınlanmayan kitaplarından)Metris’ten Munzur’a (1.Baskı: 2005)
Kadın sorunu üzerine (1. Baskı: Haziran 2007)MKP’nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Doğmatizm Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti? (1.Baskı: Ocak 2008)
Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-I (1.Baskı: 2009)Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-II (1.Baskı: 2009)
Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-IIIÖcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti? (2.Baskı: Mart 2011)Dersim Dağlarında (1.Baskı: 2016)
"Türkiye" ve Sosyalist Devrim Gerçekliği (Yayımlanma: Haziran, 2020)
ALEVİLERİ İSTİSMAR ETMEKTEN VAZ GEÇİN, SAMİMİYETLE LAİKLİĞİ TALEP EDİP SAVUNUN!

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, katıldığı bir etkinlik vesilesiyle, şöyle demekte: “(…) Cemevleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken, bir yanda bu ülkede anayasaya göre her yurttaş eşitken, Sünni bir yurttaşın ibadethanesi camilerin her ihtiyacı karşılanırken, aynı vergiyi ödeyen; vergi verirken eşit ama hizmet alırken eşit olmayan Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri Cemevleri, devlet nezdinde ibadethane kabul edilip, camiye ne yapılıyorsa Cemevine de aynısı yapılacağı güne kadar bu talebinizin sonuna kadar arkasındayım.” (T24, 21.07.2024)
Türkiye ve K. Kürdistan’da Osmanlı’dan, biraz reforme edilerek, devralınan bir Alevi sorunu hep var olagelmiştir. Sorunun özü, Osmanlı’da da devlet dini olan hâkim Sünni siyasal İslam’ın Aleviliği “sapkın inanç” olarak lanetleyip, yaşam hakkı tanımamasıdır. Bu anlayışla muhtelif kereler on binlerle ifade edilen toplu soykırımlar yaşatılmıştır bu halka. Sonra TC. Devleti güya hilafeti kaldırmış ve keza güya laikliği benimsemişse de fakat bizzat bir devlet kurumu olan ve din işlerini devlet adına yürütmekle görevlendirilen Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla Sünni İslam, devletin resmi dini olarak varlığını sürdürmeye devam ettiğinden; anayasaya geçirilen laiklik ilkesi de böylece boşa düşürülerek, göstermelik bir hale sokuldu. Haliyle Alevi sorunun çözümünü bulma zemini de bu şekilde, esasen ortadan kaldırılmış oldu.
TC. Devleti’nin kurucu partisi sıfatıyla kurumsal olarak CHP, Cumhuriyet dönemi uygulamalarının doğrudan sorumlularındandır. Hal böyleyken, Özgür Özel’in bu Parti’nin Başkanı sıfatını devre dışı bırakan yukarıdaki beyanatı, esasen sorunludur. Partisinin Alevi sorununun bugüne değin çözümsüz kalmasındaki payını es geçerek; “Cem evleri ile ilgili taleplerimiz yıllardır ortadayken” demesi, her şeyden öte, en başta, samimiyetten uzaktır. Öte yandan sorunu laik sorunun bir ürünü olarak görmeyip, bir hak ihlali olarak, ibadethane hakkının çiğnenmesi sorununa indirgemesi de bir başka tutarsızlık örneğidir.
Keza bir başka tutarsızlığı da anayasada her yurttaşın eşit olduğu hükmünü sadece Aleviler özgülünde hatırlayıp, sorgularken; iktidara talip bir ana muhalefet partisi olarak oy isteyeceği Kürtler için bu eşitliği istemeyi ise özenle es geçmesidir. Hâlbuki mesela “her konuda her yurttaşımız eşit haklara sahiptir. Sünni’nin ne hakkı varsa, Alevinin de Türkün ne hakkı varsa bir Kürdün de aynı hakları vardır. Örneğin kendi anadilinde eğitim Türk için nasıl doğal insani bir hak ise; Kürt için de bir haktır, ayrım yapılamaz.” şeklinde bir genellemeyi dahi yapmıyor, yapamıyor. Oysa bunlar çoktan aşılmış şeyler, çünkü daha önceleri çeşitli siyasilerce defalarca dillendirilmişti de dolayısıyla rahatlıkla bunu yapabilirdi toplumun beklenti ve hassasiyetlerini gözeterek. Neden bütün hassasiyetler hâkim din ve ulus için gösteriliyor da ezilen ve mağdurlar için gösterilmiyor acaba? Açık ki bu, her şeyden önce, CHP’nin sahip olduğu zihniyet ve siyaset yapış tarzıyla alakalı bir durumdur. Özgür Özel belki kişi olarak daha farklı eğilimler içinde olabilir, fakat partiye hâkim olamadığından, kurumsal yapının resmiyeti dışına çıkmaya pek cesareti yok gibi görünüyor dışardan bakışla.
Bu kısa değerlendirmenin ardından artık doğrudan ana soruna geçebiliriz: Cem evlerinin “resmi ibadethane” olarak tanınması talebi, başta bazı Alevi kurumları olmak üzere birçok ilerici-demokrat ve sol-sosyalist kesim ve hatta yukarıda ki örneğinde görüldüğü üzere, birçok burjuva partisi tarafından da öteden beridir ileri sürülüp, desteklenmektir. Görünüşte, Anayasal bir yükümlülük de olan “eşit yurttaşlık” gereği, bu hak, Alevilerin de en meşru demokratik hakkı olarak ileri sürülüp savunuluyorsa da aslında bu, yine de söz konusu eşitsizliği sadece kısmi olarak giderebilir bir “ara çözüm” olabilir ancak ki. Buna rağmen, evet elbette, asıl talep edilmesi gerekenin önüne geçmemesi koşuluyla, bu da talep edilebilir ve desteklenebilir de.
Genel olarak dinler ve özel olarak da farklı inançlar arasında toplumsal barışın teminatı, ancak ki bunların devlet nezdinde, gerçek anlamda, anayasal olarak eşit kılınması ve bunun güvenceye alınması ile mümkün olabilir. Bu ise, din ve tüm diğer inançların kamu alanı dışına çıkarılmasını ve her birinin, o inanç ve dine mensup bireylerin “özel yaşamının bir unsuru” haline getirilmesini gerektirir.
Yani özcesi şu ki bu toplumun ihtiyacını karşılayabilecek, geçerli tek gerçek çözüm, her türlü düşünce ve inanç özgürlüğünün bir diğer teminatı olan laikliktir. Dolayısıyla da başta Aleviler olmak üzere, kendilerini ilerici-demokrat ve sol-sosyalist addeden tüm kesimlerin bir diğer acil demokratik talebi, elbette ki kesinlikle laiklik olmalıdır.
Laiklik olmadan, özellikle de demokrasi kültürü, adeta yok denecek kadar son derece geri toplumlarda, toplum asla dinsel ve inançsal gerilimlerden kurtulmuş olamayacaktır. Öte taraftan devletin resmi dini de olan hâkim dinin sahip olacağı bütün o ayrıcalıklı konum ve avantajlar karşısında cemevlerinin resmi ibadethane olarak kabul edilmesiyle de Aleviler asla gerçek anlamda bir eşitliğe kavuşmuş olmayacaktır. Dolayısıyla da cemevlerinin resmi ibadethane olarak tanınması talebi laikliğe doğru atılacak bir adım değil; hem dinin kamu alanı dışına çıkarılması talep ve mücadelesini geri iten ve hem de hâkim din veya mezhebin konumunu daha da pekiştirmesine hizmet eden bir adım özelliği de taşıyor olacaktır kaçınılmaz olarak.
Bu sebeple, ısraren laiklik talep edilmelidir. Bu talebin asıl özneleri olan başta Alevi kurumları olmak üzere, ilerici-demokrat, sol-sosyalistler ve komünistler asıl olarak bu talebi dillendirmeli ve bunu toplumsal bir harekete dönüştürmeyi hedeflemelidirler.
Bu aynı zamanda kendilerini laiklik yanlısı addeden burjuva partilerinin (bilindiği üzere laiklik, burjuva demokrasisinin en temel ilkelerinden olup, burjuvazinin gereksinimini duyduğu bilimsel eğitim açısından son derece önemlidir de. Zaten böyle olduğu için değil midir TÜSİAD’ın her fırsatta buna vurgu yapması?) hem gerçek anlamda ne kadar laiklik istemcisi olduklarını ve hem de “Alevi yurttaşlarımız da diğerleri kadar aynı haklara sahiptir, sonuna kadar arkasındayız” söylemlerinde ki samimiyetlerini ayan beyan ortaya serecek bir turnusol kağıdı işlevi görecektir.
Bununla, bu özgülde başta CHP olmak üzere Alevilerin haklarının da savunucusu olduklarını ileri süren tüm burjuva partileri, kaçınılmaz olarak laiklik kantarında boy ölçülerini vermek zorunda kalacaklardır.
CHP gibi, onların bazıları, niyetleri olsa da fakat güçlü toplumsal talepler ortaya çıkmadıkça; hem kurulu nizama karşı çıkmaya ve hem de dini gericiliğin hışmını göğüsleme cesaretine sahip olmadıklarından; onların bu talebi gündemlerine alabilmeleri ancak ki bu şekilde organize olmuş bir toplumsal talep ile mümkün hale gelebilir.
Çok güçlü bir propaganda ile TC. Devleti’nin, Anayasasında yazmasına rağmen, asla gerçek anlamıyla laik bir devlet olmadığını, bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı ile, aslında bir din devleti olduğunu, bunun ise laiklik ile asla bağdaşır olmadığını geniş kamuoyu nezdinde teşhir ederek; Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere dinin, tüm kurumlarıyla, kamu alanı dışına çıkarılarak, gerçek anlamda laikliğe geçilmesini talep etmek gerekiyor. Bu talep aynı zamanda hem özel olarak “Türkiye Yüz Yılı Maarif Modeli”ne ve hem de genel olarak şeriatçı gidişe dur demenin bir vesilesi olarak toplumda kesinlikle yankı bulacaktır.
SAVAŞA AKTARILAN PARA, EMEKÇİYE YAŞATILAN YOKSULLUĞUN BAŞLICA NEDENLERİNDENDİR!..

“Çözüm sürecinin en önemli sonuçlarından biri de kesinlikle ekonomik göstergeler, ekonomik nedenler olacaktır. Yapılan bir hesaplamaya göre, terörün Türkiye’ye son 29 yıldaki maliyeti yaklaşık 300 milyar dolardır. Çözüm süreciyle birlikte canları tehditten kurtardığımız kadar, ekonomiye de can suyu olacak yeni bir dönemi, yeni bir süreci başlatmış olacağız.”
“Demokratik Gelişim Enstitüsü, araştırmacı-yazar İzzet Akyol tarafından yazılan ‘Düşük Yoğunluklu 40 Yıllık Savaşın Türkiye’ye Ekonomik Maliyeti’ başlıklı bir rapor yayınlandı. (…) Raporda, 40 yıllık çatışmalı sürecin ekonomik maliyeti yaklaşık olarak 4 trilyon dolar (3 trilyon 865 milyar 358 milyon) olarak belirtilmiş. İzzet Akyol, raporda silahlı çatışma ortamının temelde dört yolla ekonomik büyümeyi yavaşlattığını belirterek, bu dört yolu şöyle sıralıyor: 1) Silahlı çatışmaların doğrudan maliyetleri, 2) Yatırımlardaki azalma ve verimlilik kayıpları, 3) Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının frenlenmesi, 4) Turizm gelirlerindeki azalma. Akyol’un da vurguladığı gibi, Kürt sorununa siyaset çerçevesinde çözüm bulmada başarısız olunmasının ülkeye muazzam bir ekonomik maliyeti var. (…)”
Gazeteci Nurcan Baysal’dan aktarılan bu iki paragraftan ilkindeki sözler, doğrudan Recep Tayip Erdoğan’a ait.
Denilebilir ki savaşın ekonomik gösterge ve sonuçları, halkın doğrudan yaşamında zaten en derin ve dramatik haliyle vücut buluyorken, bunun için ayrıca kanıt sunmaya aslında pek de gerek yok, değil mi? Evet ama insanlarımızın ezici çoğunluğunun bilinçleri bin bir yol ve hileyle öylesine tarumar edilmekte ki yaşadıklarının ve kendilerine yaşatılanların gerçek nedenlerinin bilincine varabilmeleri için bıkıp usanmadan bunları en ince detaylarına kadar anlatmanın şart olduğunun da devrimciler bilincinde olmak zorunda.
Öte yanda din, ari ırk ve “Vatan Millet Sakarya” “afyonunun” bu denli derinden hissedilip yaşandığı bu toplumsal realitede, bu değerler adına kitlelerin kolayca manipüle edilerek gerçek gündem ve gerçek düşmanları nezdinde hedef yitimine uğratılıp, bir yalanın peşine takılmalarını sağlamak da bir o kadar kolay.
Temel gıdaları mazlumların alın teri ve kanı olan sömürücü faşistlerin kitleleri manipüle etmedeki en temel silahı hiç kuşkusuz ki demagojidir. Dün, barış süreci vesilesiyle yukarıdaki gerçekleri kolayca dile getirip, kitleleri ikna edip rızasını almak isteyen Erdoğan, bugün de rahatlıkla Bahçeli’nin 2019 da ki şu demagojisi benzeri demagojiye başvurmakta hiçbir tereddüt göstermiyor örneğin:
“Fedakârlık olmadan bekamız ve bağımsızlığımız muhafaza ve müdafaa edilemez. Terörle mücadelenin bir bedeli var. Bu bedele var olmak için katlanmak zorundayız.” Dedikten sonra, kendisine has o matematiksel yeteneğiyle: “Ekonomide spekülasyon yapanlar ne kurşunun ne de bombanın maliyetini bilenlerdir. Bunlar boş boş konuşmaktadır… Fırtına obüsleri bir saatte yaklaşık 240-250 mermi atabiliyorlar. Obüsler günde iki saat kullanılıyor, bu da ortalama 500 obüs mermisinin kullanıldığı anlamına geliyor. Bu mermilerin ortalama fiyatı 1000 dolar. Günde 500 mermi 500 bin dolar eder. Tek bir fırtına obüsünün sadece atıştaki mermi maliyeti 50 milyon dolara yaklaşıyor. Bir harekatta 100 obüs topu kullanıldığını düşünürsek yılda sadece 5 milyar dolar obüs maliyeti karşımıza çıkar. Bir savaş uçağının attığı sıradan bir bombanın fiyatı 2500 dolar. Bir F-16’nın hiç ateş açmadan bir saat havada uçmasının maliyeti 14 bin dolar. Sadece Zeytin Dalı Harekatı’nın ilk gününde uçan savaş uçaklarımızın yakıt bedeli 1 milyon dolar.” (Aynı kaynak)
Elbette bir halkın ve bir ulusun beka ve bağımsızlığı söz konusu olduğunda, her türlü fedakârlık ve özveride bulunulacaktır. Ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına yürütüle gelen bu savaş asla bir “beka” ve “bağımsızlık savaşı” değildir. Tam aksine “kardeş” addedilen bir halk ve ulusun temel haklarına karşı yürütülen işgalci, ilhakçı ve bundan ötürü de tamamen haksız bir savaştır. Dolayısıyla da böylesi bir savaşta halktan fedakârlık istemek, kardeş bir halka karşı yürütülen haksız bir savaşa, “bekamız” ve “bağımsızlığımız” aldatmacasıyla halkı da dahil etmektir.
Şayet ortada gerçekten de bahsedildiği gibi bir “beka” ve “bağımsızlık” savaşı olsaydı bu savaş, Erdoğan’ın methiyeler dizdiği “çözüm süreci” denilen o sürece asla evrilmemesi gerekirdi herhalde ki değil mi?
Kürt Ulusal Hareketi, örneğin bugün Cumhur İttifakı içinde yer alan bir HÜDA-PAR gibi federasyon bile talep etmeyip, yerel yönetimler özerkliği şeklinde, üniter devlet yapısı kapsamında son derece geri pozisyonda taleplerle çözüm talep ediyorken dört parçada; ortada hangi haklı gerekçelere dayandırılarak, hem de sırf kendi sınırları dahilinde de değil, Suriye ve Irak’ı da kapsayan bir “beka” ve “bağımsızlık” savaşı yürütüldüğü iddia edilebilir ki?
İki yüzlülüğün daniskası var burada hem de. Bir tarafta Irak’ta federatif bir çözümle şekillenen Kürt iradesini resmi olarak tanıyacaksın ve ama öte taraftan Suriye Devleti’nin merkezi otoritesini tanıyan özerk Kürt yapılanmasını kendi “beka” sorunun addedip, savaş ilan edecek ve işgal etmeye kalkışacaksın.
Çözüm sürecinin rafa kaldırılmasından sonraki 9-10 yılı bulan bu süreçte aralıksız sınır ötesi askeri operasyonlar ve fiili savaş yürütülmekte. Hem de Bahçeli’nin hesapladığı o maliyetin binlerce misli bir maliyetle süren bir savaş.
Ve kuşku yok ki bugün emekçi halkın yaşanmakta olduğu bu yoksullaşmada bunun payı son derece belirleyici bir orandadır. Bunu, Erdoğan’ın yukarıda ki itirafından da anlamak pekâlâ mümkün.
Ortada zaten bir “beka” ve “bağımsızlık” sorununun da olmadığı kesin. O halde, yüzlerce-binlerce can kaybının yanı sıra, yaşanan ekonomik krizin de en başta gelen nedenlerinden olan bu haksız savaşı, kim ne adına sürdürme hakkını kendisinde bulabiliyor?
Tek gıdaları kan olan bir avuç ırkçı faşist yönetici zümre ve silah tekelleri dışında kimsenin çıkarına olmadığı besbelli olan bu savaşın derhal sonlandırılmasını talep etmek ve bunu örgütlü güçlü kitlesel bir güce dönüştürerek, geniş kitlelere mal ederek yapmak, bugünün son derece haklı ve meşru bir eylemli olacaktır. Bunun zemini fazlasıyla mevcuttur, yeter ki geniş bir ittifak ile, propagandası doğru ve gereğince yapılabilsin.
3. Dünya Savaşı riski hâlâ “güçlü olasılık” mı yoksa artık “kaçınılmaz akıbet” mi?

Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.
Rusya-Ukrayna Savaşı aslında zaten ta en başından itibaren asla bir Rusya- Ukrayna savaşı değildi. Adı konmamış olsa da aleni bir Rusya-NATO savaşıydı. NATO’nun doğrudan müdahil olmadan yürüttüğü bir savaş…Savaşın bir fiil taraflarından biri pozisyonunda görünen Ukrayna, aslında sadece taşeron bir güç. NATO adına vekalet savaşı yürüten, kullanışlı bir aparat.
Ancak özellikle de NATO’nun 75. Kuruluş toplantısı akabinde bu durum önemli oranda değişti. NATO daha doğrudan savaşa müdahil olmaya başladı. Ve böylece savaş gerek kara operasyonu ve gerekse uzun menzilli füzeler ile Rusya içlerine taşınma stratejisine geçildi.
Bu strateji, özellikle de uzun menzilli silahların sahada aktif olarak kullanılması halinde, otomatik olarak savaşı doğrudan Rusya-NATO savaşına çevirecektir. Yani bir başka ifadeyle savaş Rusya ile, başını ABD ile İngiltere’nin çektiği NATO üyesi diğer Batı Avrupa emperyalist devletlerinin taraf olacağı fiili bir savaşa dönüşmüş olacak. Bu durumda elbette Rusya’nın bağlaşık güçleri de zorunlu olarak savaşa müdahil olacak. Ve haliyle de savaş bir anda ve de kendiliğinden bir şekilde top yekûn bir dünya savaşına sıçramış olacak.
İşte tek başına bu etmen bile top yekûn savaşı artık “güçlü bir olasılık” durumundan çıkarıp, “kaçınılmaz bir akıbet” durumuna taşır.
Bugünün koşullarında top yekûn savaşı hazırlayacak çok önemli bir diğer dinamik ise; ABD’nin yıllar öncesinden uygulamaya soktuğu şu meşhur BODP stratejisidir. Malum olduğu üzere bu strateji Orta Doğu’nun ve bununla kaçınılmaz “kader bağı” dolayısıyla Yakın Doğu’nun da yeniden şekillendirilerek paylaşılması esasına dayanmaktadır. Nitekim kimi kez “barış”, kimi kez “demokrasi”, kimi kez “nükleer ve kimyasal silahlar" ve kimi kez de “insan hakları” kisvesi altında bu strateji gereğince mesela Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’ye operasyonlar çekildi. Rusya’nın devreye girmesiyle özellikle Suriye’de istediği sonucu henüz yaratamamış olsa da ama bölge genelinde azımsanmayacak mevziler kazandığı rahatlıkla söylenebilir.
Bu projede İran Molla Rejimi, bölgede sahip olduğu anti-ABD’ci ve anti- İsrailci “direniş hattı” ve rakip hegenomik bir güç olma özelliğiyle özel bir hedef konumundadır. ABD ve İngiltere açısından Molla rejiminin özel hedef olmasının esas nedeni elbette ki onun radikal siyasal İslamcı olması veya baskıcı, otoriter veya faşist olması değil. Çünkü onlar için kendi çıkarlarına ters düşmediği sürece bu tür rejimler veya diktatörler asla sorun olmaz. Bilakis ayakta kalmaları için her türlü desteği sunmakta asla tereddüt etmezler. Bunun yığınca örneğinin olduğu hepimizin malumu da. Molla rejimini özel olarak bu iki emperyalist devlet nezdinde “bölgesel baş düşman” yapan tek şey, kurdurup, koruyup kollama yemini de ettikleri kendi ileri karakolu Siyonist İsrail Devleti’ne karşı olan tutumudur.
Molla rejimi bu tutumuyla hem BODP stratejine “taş koyma” ve hem de İsrail Devleti’nin varlığına büyük bir tehdit oluşturma durumunda. Bundan ötürü de bir şekilde ve ama mutlak surette bertaraf edilmesi gereken bir düşman güç olarak değerlendirilmekte.
Hamas’ın da aralarında bulunduğu Filistinli bazı örgütlerin İsrail’e ortaklaşa gerçekleştirdiği “Aksa Tufanı Operasyonu” süreci farklı bir evreye taşıdı. İşgal ve ilhaklar ile kendilerini sistemli bir şekilde yok etmeye çalışan İsrail Siyonizmine karşı Filistinli güçlerin gerçekleştirdiği bu operasyon, malum üçlü ittifak tarafından İsrail’in varlığına yönelmiş bir büyük tehdit olarak değerlendirildi. Keza onlara göre Molla rejimi bu operasyonun arkasında ki esas güçtü. Dolayısıyla da buna gereken yanıtın verilmesi artık ertelenemez “tarihi bir zorunluluktu.”
Siyonist İsrail Devleti, ABD ve İngiltere’nin de sonsuz destek ve teşvikiyle, Molla rejimine karşı öteden beri öngördükleri savaş stratejini güncelleyerek harekete geçti. Buna göre öncelikli olarak, kendilerine karşı gerçekleştirilen “Aksa Tufanı Operasyonu”nun gerçekleştirildiği “Gazze mevzisi”nin düşürülmesini, Molla rejimine karşı öngörülen aşamalı savaş stratejinin zorunlu ilk evresi olarak uygulamaya soktu. Bunu yaparken aynı zamanda da her fırsatta aşırı provokatif saldırı ve siyasi suikastlarla Molla rejimi ve müttefiki güçleri sahaya çekme taktiği güttü. İkili amacı olan bir taktikti bu: Bir taraftan kendisi için doğrudan yakın tehdit durumunda olan ileri mevzilerini tek tek düşürürken; bununla, aynı zamanda da Molla rejiminin dış hat savunmasını kırarak, onu zayıflatmayı hedefleyen bir savaş taktiği.
Nitekim bu amaçla İsrail, ABD ve İngiltere ittifakı tarafından, diğer Batı Avrupalı emperyalist güçlerin de maddi ve manevi destekleriyle, Molla rejimine karşı sahada dört koldan sürdürülen bir savaş gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Bu aşamalı savaş stratejisi, doğallığıyla giderek tırmanıp yayılan bir saldırganlığı içerdiğinden; savaş asla sadece Filistinli askeri güçlerle ve Gazze ile sınırlı kalamazdı. Nitekim kalmadı. Kalmaz da: Direniş tutumu içine giren herkes bir fiil imha edilmesi gereken güçler kategorisi içine dahil edilmekte. Böylece, Gazze’nin işgal ve ilhakıyla başlayan saldırganlık, olanca yıkıcılığıyla Lübnan’a da sıçramış durumda. Bu arada bir taraftan da Suriye, Yemen ve Irak’taki önemli mevzilere yönelik saldırılar düzenlenmekte. Bununla amaçlanan ise; buralara yapılacak olası doğrudan müdahalelerin zemini oluşturulmaya çalışılıyor. Keza bu porovakatif saldırganlıklarla aynı zamanda Molla rejiminin savaşa bir fiil dahil olması amaçlanmaktadır. Çünkü o durum kendilerine, ABD ve İngiltere’nin savaşa bir fiil katılmasının “elverişli koşulları”nı sunacaktır.
Görüleceği gibi kurguladıkları savaş hiç de “Aksa Tufanı Operasyonu”nu gerçekleştiren Filistinli askeri güçlerin etkisizleştirilmesiyle sınırlı bir savaş değil. Besbelli ki Operasyonu “Tanrının bir lütfu” olarak ele almayı tercih ettiler. Öncelikli hedef, Filistin topraklarını işgal edip, tamamen kendi denetimleri altına almak. Ardından da ikinci sırada yine kendileri için tehdit oluşturan Hizbullah’ı bahane ederek Lübnan’ı işgal etmek ve eş zamanlı veya ardışık olarak Molla rejiminin Suriye, Irak ve Yemen mevzilerini düşürmeyi ve nihai olarak da İran’a yönelmeyi içeren, yayılmacı bir savaş konsepti.
Bu savaş konseptinin, kaçınılmaz bir şekilde savaşı bölgesel savaş düzeyine taşıyacağı, kendiliğinden anlaşılır olsa gerek. Nitekim Orta Doğu’yu bölgesel bir savaş ile önemli oranda kendi etki alanı haline getirmek, ABD ve İngiltere’nin stratejik hesapları (BODP) gereğincedir de. Mevcut güçler dengesi baz alındığında savaşın bölgesel savaş karakteri kazanması için İran’ın savaşa fiilen müdahil olması yeterli olacaktır. Bu ise sadece bir zamanlama meselesidir.
Gelişmelerin bu olağan seyri ancak ki karşı bloktan Rusya ve Çin’in aktif olarak soruna müdahil olması halinde sekteye uğratabilir. Bu fiili karşı karşıya gelme durumunun top yekûn savaşın fitilini ateşleme olasılığını gerçekçi bir şekilde kestirebilmek için, bunu, Ukrayna sahasındaki açıktan meydan okuma durumuyla birlikte ele almayı gerektirir.
Yani özetle sorunun tamamen o anın atmosferinde yapılacak muhakemelere kalmış kadar “nazik” bir karakter kazandığı rahatlıkla söylenebilir. Yani top yekûn savaş artık sadece bir zamanlama sorunudur.
Bay Özkök gibilerinin vicdan muhakemesi

Ertuğrul Özkök; “Akıl ve vicdan Orta Doğu’yu terk etti. Geriye sadece fanatizmi bıraktı.” Sözleriyle, kendince bir durum tespiti yapıyor. Ve “Hadi artık soralım” diyerek, T24’deki yazısında soruyor: “Orta Doğu’yu kim harabeye çevirdi; İsrail F-35’leri mi, Hizbullah Fadi füzeleri mi?” (25 Eylül 2024)
Kan dondurucu soğuklukta ki böylesi bir soru ancak ki akıl ve vicdanını emperyalist haydutların hizmetine sunmuş olanlarca sorabilir. Çünkü genel olarak yeryüzünün ve özel olarak da Orta Doğu’nun tarihsel gerçekleri herkesçe görülebilir yalınlıkla orta yerde duruyor. Böyleyken; yaşanan ve yaşanmakta olanların asli fail ve sorumlusu olarak emperyalist devletler yerine, mağdurları aslı fail ve sorumlular olarak ileri sürmenin başka nasıl bir izahatı olabilir acaba?
Özel olarak sadece Orta Doğu’yu konu edinirsek; Bay Özkök bilmiyor olabilir mi Orta Doğu’nun hem öncesi ve ama hem de yakın dönem tarihini? Bilmiyor olabilir mi Orta Doğu’nun yaşadığı bu lanetli “makus talihinin” bir fiil emperyalist devletler marifeti olduğunu? Keza bugünün, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonuçlarının doğrudan kanlı mirası olduğunu bilmiyor olabilir mi? Keza bugünün Orta Doğu’sunun özgün sorunlarının başında gelen “Filistin sorununun” bir fiil ABD ve İngiliz emperyalistlerinin eseri olduğunu bilmiyor olabilir mi? Dünya halklarının en önde gelen baş düşmanlarından olan bu emperyalist güçlerin 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı akabinde, dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudileri, tarihi Kenan Ülkesine getirtip orada Siyonist emellerini gerçekleştirebilmeleri için kukla bir İsrail Devleti kurdurttuklarını bilmiyor olabilir mi acaba? İsrail Devleti’nin, kurulduğu tarihten bugüne, sürekli bir şekilde Filistinlerin topraklarının işgaliyle topraklarını büyütmeye devam ettiğini bilmiyor olabilir mi? Son Gazze işgali, sınır tanımayan yıkımı ve Filistin soykırımını bir fiil ve doğrudan ABD ve İngiliz emperyalistleri başta olmak üzere yekvücut Batı Avrupa emperyalist devletlerinin her türlü maddi-manevi desteğiyle yürüttüğünü bilmiyor olabilir mi?
Elbette bunların hepsini biliyor. Fakat yalın gerçekleri biliyor olmak bazıları için pek de bir şey ifade etmez. Çünkü böylelerinin vicdan kantarı gerçekleri baz almaz. Onların tek ölçü birimi vardır; o da vicdan ve akıllarını ipotek verdikleri emperyalist haydutların çıkarlarıdır. İşte tamamen böyle olduğu içindir Gazze’yi havadan bombalarla, karadan buldozerlerle yerle bir eden, çoluk çocuk demeden on binlerce sivili katleden, yani Filistinlileri açıkça geleceksizliğe mahkûm eden faşist İsrail Devleti’nin ardında ve yanında duran emperyalist güçlerin yardım ve desteğini bu yıkımdan sorumlu tutmaz. Tam aksine, gerçeği tersyüz ederek, Hizbullah’ın Filistinlilerle geliştirdiği dayanışma direnişini, Hizbullah’ın İsrail’e savaş açması olarak sunar. Dolayısıyla da İsrail ve ardındaki emperyalist güçlerin gerçekleştirmekte olduğu bu yıkım ve soy kırım savaşının sorumlusunun Hizbullah olduğunu göstermeye çalışır. Örneğin: “İran yanlısı Hizbullah’ın İsrail’e savaş açması Filistin halkına destek değil tam aksine köstek oluyor.”, “Hizbullah Gazze halkının değil İran’ın menfaatlerinin savaşını veriyor orada.” şeklindeki bu sözleriyle. (Aynı yer.)
Arsızlıkta sınır tanımama hali bu olsa gerek. Sanki ortada Gazze’nin yıkımı ve Filistin topraklarının işgal ve ilhakı yokmuş, bir halk soykırımdan geçirilmiyormuş da sırf İran çıkarları gereği Hizbullah’ın sebepsiz yere İsrail’e savaş açması durumu varmış!..
Oysa ortada Hizbullah tarafından İsrail’e açılmış bir savaş gerçekliği de yok. Emperyalist dünya devletlerinin desteğiyle Siyonist İsrail Devletinin ölçüsüz yıkıcılığı karşısında durup, mazlum Filistin halkının direnişine omuz vermeye çalışmaktan ibaret bir pozisyon. Bunun, savaş literatüründeki yalın karşılığının savunma savaşı olduğu açık değil midir? Peki bay Özkök bunu bilmiyor olabilir mi? Keşke cahilliğine verebilmek mümkün olsaydı. Ama maalesef bay Özkök çok bilinçli bir şekilde sorunu manipüle ediyor: Mazlumu ve destekçilerinin kendilerini savunma direnişini saldırganlık; savaş suçu işlemekten yargılanan soykırımcı, işgalci ve zorba Siyonistleri ve destekçilerini ise masum ve mazlum göstermeye çalışıyor.
Görünen o ki bay Özkök kendisini emperyalist güçler ve İsrail Siyonistleri adına psikolojik harp enstrümanı olarak işlevlendirmiş. Ve muhtemelen, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın İsrail tarafından katledilmiş olmasından duyduğu sevinçle kıçına kına da yakmıştır.
Erdoğan ve cumhur ittifakı’nın hazırlıkları iç savaş odaklıdır!

İçinden geçilmekte olan sürecin bu ayırt edici özelliği, rejimin ne kadar da kırılgan bir durumda olduğunun, çıplak bir ifadesi olarak da okunabilir elbet.
Bu, bir bakıma; öz ile biçim arasında oluşan muazzam tezatlık halidir! Yani bir yanda adeta her şeye muktedir ve sistemin ihtiyacını duyacağı her türlü düzenlemeleri bir kararname veya bir buyruk ile anında yerine getirebilme pratikliği ve kudretini kendisinde toplamış “tek adam diktatörlüğü” var ve ama öte yanda da sistemin temel direğini oluşturan kural ve nizamlar sisteminin ortadan kaldırılmasıyla, sistemin içine sokulduğu güvencesizlik, hukuksuzluk, adaletsizlik, liyakatsizlik ve istikrarsızlık hallerinin oluşturduğu kaosun, sistemi kendi içinde adeta çökertme noktasına sürüklemiş olması hali var.
Bu olgu; hâkim sınıf klikleri arasında kıyasıya sürecek çok çetin bir kapışmaya da “özel bir saha” oluşturma karakterindedir. Nitekim hem Cumhur İttifakının kendi içinde ki ve hem de muhalefette olan klikler ile iktidardakiler arasında bu yönlü ciddi kapışma emareleri fazlasıyla oluşmuş durumda.
Keza bu olgu; çok aleni bir şekilde, yönetme yetkisini elinde bulundurmakta olan “muktedirin”, kucağında, ciddi şekilde, artık bir, “yönetememe krizi” olduğunun da ifadesidir.
Yaşanan ekonomik krizden ötürü halkın genelinin, başta Kürt halkına uygulanan sömürge hukuku nedeniyle özelde Kürt halkının ve keza dinci yobazlığın her geçen gün tırmanarak artan yükselişi nedeniyle başta Aleviler olmak üzere, seküler yaşamdan yana halk kesimlerinin artan bu anti-demokratik uygulamalar nedeniyle artık bu şekildeki bir yaşama giderek artan öfke ve tepkileri de bu içinden geçilmekte olunan sürecin bir başka önemli ve ayırt edici özelliği olarak okunabilir.
Sürecin çok önemli bu iki özelliği, devrimci sol-sosyalist ve komünist güçlerin önüne, devrimci bir durumun oluşması için gerekli olan, malum o üçüncü koşulun da oluşabilmesini kolaylaştırıp, hızlandırma adına, devrimci siyasal mücadeleye var güçleriyle asılma ve devrimi örgütleme görev ve sorumluluğunu koymaktadır, demek, herhalde ki son derece isabetli olacaktır.
“Her birimizce ve kendisini bu sistemin ve iktidarın muhalifi addeden herkesçe sorulması ve tartışılması gereken soru şu: Bütün bunların anlamı nedir?
Neden ve hangi hesaplarla böylesi devasa boyutlara varan hazırlık ve organizasyonlara ihtiyaç duyuluyor?”
Yukarıya aktarılan, birbirini tamamlayan bu iki soru, hatırlanacağı gibi bir önceki makalenin son paragrafındaydı.
Özel olarak siyasal İslamcı Erdoğan iktidarının ve genel olarak da “Türk-İslam Sentezi” nin katı savunucularının bir kısmının katılımıyla oluşturulan Cumhur İttifakı’nın devasa bir maliyeti de olan böylesi ürkütücü boyutlara varan tüm bu hazırlıkları (gözden kaçırılmamalı ki bunlar sadece göz önünde olanları!), elbette ki asla öylesine, yani sadece bir nevi hobi olsun diye yaptıkları, söylenemez değil mi?
Söylenemez elbet! Genetikleri tamamen Osmanlı-Bizans ve Goebbels entrikaları ile kodlanmış bu karanlık dinci-ırkçı-faşist şer odaklarının bütün bunları “hobi” olsun veya sadece bir “blöf” enstrümanı olarak el altında bulunsun diye yapmadıkları, yapmayacakları; azıcık tarih bilincine sahip herkesin malumu olsa gerek.
O halde, kitlesel bir reflekse de dönüştürerek, haklı olarak sormak gerekmez mi: Neden ve hangi hesaplarla böylesi devasa boyutlara varan hazırlık ve organizasyonlara ihtiyaç duyuluyor?
Aslında çok açıktır ki bunca hazırlık, asla öylesine bir “ritüel” olmayıp; ille ki ama ille ki stratejik bir hesabın, çok olasılıklı bir kurgunun ve kendi ifadeleriyle de ifşa ettikleri o “kutsal/mübarek” beka sorununun gereğince yapılmaktadır.
Ancak bu hazırlıkların yekpare olmayıp, ikili-üçlü, sarmal özgün bir karaktere sahip olduğunun da mutlak surette tespit edilmesi gerekiyor: Bazı baskın enstrümanlarıyla, bu bütünlüklü hazırlıklar bir yönüyle, olası toplumsal kalkışmaları ezip bastırmak iken; diğer yönüyle de hem Erdoğan’ın kendi iktidarını diğer (örneğin “ulusalcı- laik Kemalist” veya “Avrasyacı” ve NATO’cu emperyalist bloklar arası yapacağı keskin tercihler sonucu, bir tarafın hedefi haline gelmesi gibi) burjuva kliklere karşı koruma ve ama aynı zamanda da Cumhur İttifakı’nı oluşturan AKP ve MHP kliklerinin bir birlerine düşmeleri halinde de (örneğin Fethullahçılarla olduğu gibi) ayrışarak bir birlerine karşı kullanacakları bir özelliğe de sahip olduğunu bilmek gerekiyor.
Yani bunlar, çok uzunca bir süreden beridir ki (kuvvetli olasılıkla hem Gezi İsyanı hem Fethullahçılar ve hem de Mısır’da Mursi iktidarı ve benzerlerinin akıbeti deneyimiyle de) “ne pahasına olursa olsun iktidarımızı-avantalarımızı ve istikbalimizi koruyacağız.” anlayış ve tutumuyla hareket ediyor olduklarından; hazırlıklarını da tamamen bu stratejiye uyarlı olarak ele almaktalar.
Yani özetle bütün bu hazırlıklar, esasen ve de tamamen iç savaş odaklıdır!
Dolayısıyla da başta sol-sosyalist ve komünist güçler olmak üzere, toplumun ilerici-demokrat, laik kesimleri ve özel olarak da Kürtler, Aleviler ve kadınlar, her yönüyle çok aleni bir şekilde “göz önünde” olan bu ölümcül-vahim hazırlıklara karşı ses yükseltmekte, yerel ve küresel bazda her platformda etkin bir teşhir faaliyetini başlatmakta, artık daha fazla gecikilmemelidir.
Bir an önce şu lanet olası “deve kuşu” taklidi, oyalanıcı ve alttan alıcı tutum terk edilmeli. Aksi takdirde, birçok kereler yaşandığı gibi, maalesef ki tarihi tekerrür ettirircesine bir ‘büyük beceri’ ile, benzeri ve aslında çok daha büyük bir vahşeti, toplum olarak yaşamaktan hiçbir ‘sihirli güç’, (buna Alevilerin Xızır’ı, dini bütün saf ‘mümin’lerin Allah’ı da dahil) bizi kurtaramayacaktır.
Dolayısıyla da tamamen bilinçli ve iradi bir şekilde buna karşı hazırlanmayı, kaçınılamaz bir zorunluluk ve sorumluluk olarak ele almak gerekiyor.
Hazırlıklar kapsamında yapılması gerekenlerden biri, yukarıda ifade edilen yoğun bir teşhir faaliyetiyle bu alçakça planı deşifre edip, geniş kamuoyunu zihnen hazırlamak iken; bir diğeri ise “öz savunma” kapsamında, organize olup, ciddi şekilde hazırlanmaktır. Bu özel ve hassas konuda burada elbette teferruatlı bir anlatıma girmek gerekmiyor; ama bunun nasıl olabileceği konusunda hem özel olarak devrimci yapıların ve hem de toplumsal hafızamızda azımsanmayacak bilgi ve deneyim mevcuttur.
Bunlar, karşı cephenin sahip olduğu yeni savaş teknolojisi ve meskûn mahal savaş konusunda doğrudan ve dolaylı edindiği deneyimleri de hesaba katılarak güncellenmesi ve yeni enstrümanlarla takviye edilmesi halinde; halkın kahredici o örgütlü gücünün kudretine rahatlıkla kavuşturulabilir.
Bu konuda da elbette ki birilerinin “lokomotif” görevini üstlenmesi gerekiyor; çünkü sosyolajik bir gerçekliğimizdir ki maalesef toplumumuz hâlâ Nazım Hikmet’i önemli oranda haklı çıkaran bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla ve doğallığıyla da bu görev öncelikli olarak ve esasen devrimci sol-sosyalist ve komünist güçlerin omuzlarındadır. Varlık koşulları gereği, bu görev onların zaten asli görevidir de.
Erdoğan yeni anayasa istemi ne tür bir ihtiyacin ürünü ?

Siyasal İslamcı din bezirganı Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, özelliklede son yerel seçimlerde uğradığı ağır hezimetin ardından, adeta gün aşırı bir sıklıkla, toplumun artık yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu dilendirmekte. Bu demek oluyor ki Erdoğan’a göre, 22 yıllık iktidarları döneminde yeni bir anayasa, toplumsal bir ihtiyaç haline gelmemiş. Gelse, ille ki o zaman da bunu gündeme taşır ve çözmek isterdi, değil mi? Peki şu son dört-beş aylık zaman diliminde ne oldu da birdenbire acil bir ihtiyaç haline geldi? Oysa ortada bizzat iktidarının icraatlarından kaynaklı anti demokratik uygulama ve hayatın tüm kesitlerinde uygulanan erkek şoven- mafyatik faşizan baskılar, dozajı giderek arttırılan din esaslı müfredat dayatmaları, Kürtlere karşı tırmandırılarak yaygınlaştırılan işgal ve kıyım savaşı, aşırı yoksullaşma, geçim derdi ve işsizlik gibi toplumsal sorunlar dışında, öyle kayda değer herhangi bir olağanüstülük te yaşanmış değil.
Ama böyleyken Erdoğan neden yatıp kalkıp yeni bir anayasa yapmanın artık kaçınılmaz hale geldiğini söylüyor? Topluma büyük bedeller ödetme pahasına geçtikleri tek adam rejimiyle her şey iki dudağı arasından çıkacak sözlerle kanun ve kanun hükmünde kararnamelere de dönüşüyor. Keza kendisini padişah gibi hissetmesini sağlayan bin küsur odalı ve 2024 verilerine göre günlük harcamaları 33,6 milyon lira olan saraya da sahip. Yani mevcut durumda kişisel hükümranlığı gayet te yerinde denilebilir. Ama buna rağmen yine de mevcut anayasanın ihtiyaca yanıt olmadığını, ille de “yeni ve milli bir anayasa gerekiyor.” diyor.
Kimileri bunu Erdoğan’ın bir kez daha seçim yarışına katılabilmesinin önündeki yasal engellerin kaldırılması için istediğini söylüyor. Oysa bir önceki seçim örneğinde de görüldüğü gibi yasal herhangi bir engel falan tanımadı. Yani yasayı da Anayasa’yı da keyfiyetinin kılıfına uydurmakta herhangi bir sıkıntı yaşamadı. Dolayısıyla da bu ısrarın temel nedeninin bu olamayacağı, aslında kendiliğinden anlaşılır olsa gerek.
Keza bu ısrarın temel nedeni, mevcut 12 Eylül faşist Anayasasının yerine, özgürlükçü ve toplumun tüm kesimlerini kapsayan demokratik bir anayasa yapmak hiç değildir. Böyle bir derdi zaten olamaz da! Fakat bir anlığına varsayalım ki olsun böyle bir derdi. Tabii bu durumda da haklı olarak şu sorulacaktır: 22 yıldır iktidarda ve tüm yetkiler elinde. Bu faşist Anayasa “topluma zorlan giydirilmiş bir deli gömleği” idiyse, neden daha önce değiştirmeye çalışmadı? Hatta, neden 12 Eylül Anayasasının bile AYM üzerinden itiraz ettiği bir yığın faşizan uygulamaların icraatçısı oldu?
Pusulası Siyasal İslam olan, koyu din baz faşist Erdoğan ve iktidarının derdinin demokratik bir anayasa yapmak olmadığı ve de olamayacağı, eşyanın tabiatı gereği, zaten net olup; her türlü tartışmanın da dışında bir gerçektir.
Kaldı ki derdi gerçekten de demokratik bir anayasa yapmak olan, her şeyden önce, en başta toplumun ilerici, demokrat, liberal, sol, laik/seküler ve faşist rejimin mağduru olagelmiş farklı ulus ve inançtan topluluk temsilcileriyle, keza tüm emekçi kesim, kadın ve gençlik örgütleriyle bir araya gelme iradesi ortaya koyar. Bir “Toplumsal Sözleşme” olması gereken yeni anayasayı, bu kesimlerin istem ve beklentileri önceliği üzerinden şekillendirmeyi esas alır.
Ama bunların asıl dertleri, kuşkusuz ki asla özgürlükçü- demokratik bir anayasa yapmak değildir. Asıl dertleri; “tek adam rejimi” uygulamalarıyla bizzat kendilerinin sebep oldukları, burjuva parlamenter sistemin üzerine kurulu olduğu yasama, yürütme ve yargı şeklinde tanımlanan “Kuvvetler Ayrılığı Sistemi”ni tamamen ortadan kaldıran ve sonuçta sistemi ölümcül bir kilitlenmeyle karşı karşıya bırakan, “ikili hukuk” ve “ara rejim” açmazından bir şekilde kurtarmaktır.
Nitekim gerek yerel ve gerekse uluslararası tekelci sermaye çevrelerinin ve devletin çekirdek bürokrat kadrolarının Erdoğan iktidarına dayattığı da budur. Çünkü bu, sistem açısından gerçek bir “beka” sorunudur.
Arayış: Resmi adıyla “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” ile “Kuvvetler Ayrılığı Sistemi”ni yeni bir sentezde birleştirerek; rejimi, soktukları ölümcül kilitlenme durumundan kurtarmaktır.
Ancak iktidar bloğu olarak bunu tek başlarına yapabilecek parlamenter çoğunluğa sahip değiller. Bu da iktidar açısından bir başka “büyük sorun.” Muhalefet partilerinin desteği gerekiyor. Erdoğan’ın özellikle de CHP ile geliştirmeye çalıştığı “yumuşama/normalleşme” taktiği de tamamen “muhtaç olma” durumunun bir gereğidir.
CHP, Erdoğan ile yapılan görüşmelerden istediği sonucu alamadı. Ama pazarlık kapılarını da tamamen kapatmış değil. Fakat şu kesin ki CHP, yeni anayasa yapımında, rejim ve kendi ilkeleri bakımından çok “hayati” gördükleri değişikliklerin garantisini almadan; Erdoğan’a “hayat öpücüğü” verecek gibi görünmüyor. Her türlü koşul, CHP’nin “Alternatif kurtarıcı” rolüne bürünmesi için elverişliyken ne diye Erdoğan’a prim yaptırsın ki? Bunun, rakipler arası siyasi mücadelede izah edilebilir mantıklı ve makul bir karşılığı da yok zaten.
Elbette CHP de Erdoğan iktidarının sistemi içine yuvarladığı bu ikili hukuk ve ara rejim açmazından kurtarmak için yeni bir anayasa yapma söz ve garantisini vermek zorunda. Çünkü bunu yapmadan, en başta büyük sermaye çevrelerinin desteğini alamaz.
Ortaya çıkan olgulardan hareketle söylemek gerekirse; yeni bir anayasa yapma işi “gelecek bahara” sarkar gibi gözüküyor.
Süreç hangi yönde ilerlerse ilerlesin; Türkiye ve K. Kürdistan halk güçlerinin, burjuva kliklerinin, sistemin reorganizasyonu ötesine geçmeyeceği kesin olan “yeni anayasa” tiyatrosunda figüran rolünü reddederek; kendi alternatif anayasa taslaklarıyla siyaset sahnesinde aktif bir özne olarak yer almalarını örgütlemek, günün diğer bir devrimci görev ve sorumluluğudur. Hiç kuşku yok ki bu toplumun özgürlükçü-demokratik yeni bir anayasaya hava ile su kadar ihtiyacı vardır. Sorun, bunu kabul ettirmenin koşullarının olup olmadığı sorunu değildir. Meseleyi böyle ele almak, siyaseten sığ ve kendiliğindenci-kuyrukçu bir yaklaşımdır. Sorun, halka devrimci alternatiflerle gidip, onları bunun etrafında bilinçlendirip örgütleme sorunudur.
Yaşanmakta olan, ikili hukuk denkleminde,bir ara rejim midir?

Resmi adıyla, “Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi”ne, günlük kullanım diliyle “tek adam diktatörlüğü”ne geçişle birlikte ve özellikle de ırkçı faşist-kontra bir odak partisi olan MHP katılımıyla oluşturulan “Cumhur İttifakı” iktidarı altında; sistemin, Anayasasında kendisini tanımlaya geldiği ve iyi kötü ve de taklidi de olsa, bir şekilde uygulanmaya çalışılan “laik” ve Anayasal “hukuk Devleti” prensipleri, adım adım terk edilmeye başlandı.
Sistemin işleyişinin ana omurgasını oluşturan “evrensel hukuk normları”, “bağımsız yargı” ve “kuvvetler ayrılığı” ilkeleri tamamen terk edilerek; yerine, Diktatör ve ırkçı faşist ortağının anlık ve stratejik çıkarlarına göre düzenlenen “Kanun Hükmünde Kararnameler”, siyasal iktidarın buyruklarına tabi bir yargı erki ve yine “yasama erki” olarak Büyük Millet Meclisinin de devre dışı bırakılmasıyla, tüm yetkinin tek elde toplandığı bir sistem ikame edildi.
Keza sistemin işleyişi açısından bir “sigorta” fonksiyonu oynayan “TBMM”, “Danıştay”, “Sayıştay”, “Anayasa Mahkemesi” ve keza uluslararası yargı erkleri olan AHİM, AGİT vb gibi denetleme kurumları da devre dışı bırakılarak, tam şef tipi bir keyfi yönetime geçilmiş oldu.
İşine geldikçe mevcut Anayasaya ve hukuka uyulmasını isteyen ve bunu bir yaptırım gücü olarak kullanan, işine ve çıkarlarına ters düşen karar ve içtihatlar olduğunda da bunları bir paçavra gibi kaldırıp bir kenara atabilen boyutlara varmış olan, çifte standartçı bir “hukuk” anlayış ve pratik tutumu.
Öte yandan, yarım yamalak ve de çarpık da olsa yine de mevcut Anayasa’nın bir buyruğu olan “Laik Devlet” olma prensibinin tabutuna “son çivi” de dini değerler temel alınarak düzenlenen yeni “eğitim-öğretim programı” ile çakılmış oldu. Çünkü bu “Müfredat” ile hem eğitim-öğretim artık farklı bir hukuk ile düzenleniyor ve hem de bununla, mevcut Anayasaya göre yasak olan, dinci değerleri baz alan bir hukuk sistemi dayatılmış oluyor.
Bütün bunlardan da rahatlıkla anlaşılacağı gibi; tam anlamıyla ikili bir hukuk durumu yaşanmaktadır: Bir tarafta, yürürlükte olan mevcut Anayasa, yasalar ve tarafı olunan Uluslararası Yargı Sözleşmeleri ve Evrensel Hukuk Normları, diğer tarafta, bunları hiçe sayan fiili dayatma ve uygulamalar.
Bundandır ki hem bir Anayasal kriz durumu sözkonusu ve bu, sistemi esasen de kilitlenmiş durumda ve hem de bu ikili hukuk, zorunlu bir sonuç olarak, rejimde; “ara rejim” özellikleri gösteren bir durum oluşturuyor.
İçinden geçilmekte olan sürecin bu ayırt edici özelliği, rejimin ne kadar da kırılgan bir durumda olduğunun, çıplak bir ifadesi olarak da okunabilir elbet.
Bu, bir bakıma; öz ile biçim arasında oluşan muazzam tezatlık halidir! Yani bir yanda adeta her şeye muktedir ve sistemin ihtiyacını duyacağı her türlü düzenlemeleri bir kararname veya bir buyruk ile anında yerine getirebilme pratikliği ve kudretini kendisinde toplamış “tek adam diktatörlüğü” var ve ama öte yanda da sistemin temel direğini oluşturan kural ve nizamlar sisteminin ortadan kaldırılmasıyla, sistemin içine sokulduğu güvencesizlik, hukuksuzluk, adaletsizlik, liyakatsizlik ve istikrarsızlık hallerinin oluşturduğu kaosun, sistemi kendi içinde adeta çökertme noktasına sürüklemiş olması hali var.
Bu olgu; hâkim sınıf klikleri arasında kıyasıya sürecek çok çetin bir kapışmaya da “özel bir saha” oluşturma karakterindedir. Nitekim hem Cumhur İttifakının kendi içinde ki ve hem de muhalefette olan klikler ile iktidardakiler arasında bu yönlü ciddi kapışma emareleri fazlasıyla oluşmuş durumda.
Keza bu olgu; çok aleni bir şekilde, yönetme yetkisini elinde bulundurmakta olan “muktedirin”, kucağında, ciddi şekilde, artık bir, “yönetememe krizi” olduğunun da ifadesidir.
Yaşanan ekonomik krizden ötürü halkın genelinin, başta Kürt halkına uygulanan sömürge hukuku nedeniyle özelde Kürt halkının ve keza dinci yobazlığın her geçen gün tırmanarak artan yükselişi nedeniyle başta Aleviler olmak üzere, seküler yaşamdan yana halk kesimlerinin artan bu anti-demokratik uygulamalar nedeniyle artık bu şekildeki bir yaşama giderek artan öfke ve tepkileri de bu içinden geçilmekte olunan sürecin bir başka önemli ve ayırt edici özelliği olarak okunabilir.
Sürecin çok önemli bu iki özelliği, devrimci sol-sosyalist ve komünist güçlerin önüne, devrimci bir durumun oluşması için gerekli olan, malum o üçüncü koşulun da oluşabilmesini kolaylaştırıp, hızlandırma adına, devrimci siyasal mücadeleye var güçleriyle asılma ve devrimi örgütleme görev ve sorumluluğunu koymaktadır, demek, herhalde ki son derece isabetli olacaktır.
Şeriat ve kadın

Tüm kurumları üzerinden devlet erkine artık tamamen hakim hale geldiğini düşünen siyasal İslamcı Erdoğan iktidarı, dini esaslar üzerinden toplumsal yaşamın yeniden kurgulanması esas hedefi doğrultusundaki ana hamlelerini, “İstanbul Sözleşmesi”ni feshederek, “Her kürtaj bir Uludere’dir”tavrıyla, en nihayetinde vasat ölçüler içinde kadın haklarını belli yönleriyle koruyan “6284 Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası”na ilişkin tutumuyla ve keza “9. Yargı Paketi” içine yerleştirilen “tedbir kararlarına itiraz yolunun açılması”nın sağlanmaya çalışılması ve “Kadın ve Aile” yaklaşımlarıyla kadını eve, erkek hizmetine ve çocuk doğurup büyütmeye yönlendirmesiyle ve en son olarak da “Türkiye Yüz Yılı Maarif Modeli” hamlesini de yaparak, önemli oranda gerçekleştirmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Dikkat edilirse, hangi versiyonu olursa olsun, İran modelinden tutun da Suudi Arabistan, Pakistan, Endonezya, Malezya, Afganistan vs. vs. modellerine ve İŞİD’ine kadar, siyasal İslam’a yönelen tüm uygulama örneklerinin baş ve ilk hedefi daima kadınlar olmaktadır.
Dolayısıyla da aynı ideolojik doku ve amaca sahip AKP ve Erdoğan iktidarının da “modernize” İslami esaslara dayalı yeni toplumsal yaşam inşasında, yukarıda sıralanan başlıklar temelinde işe kadının “hizaya” sokulmak istenmesiyle başlamasında şaşılacak herhangi bir yön de yok aslında.
“Türkiye Yüz Yılı Maarif Modeli”nin temel amacının, toplumu ve özellikle de yeni nesli, “manevi değerlerimiz” dedikleri ve ama tamamen siyasal İslamcıların hedefledikleri şeriat kurallarına göre yaşama kalıbına oturmak olduğu göz önünde bulundurulacak olursa; işe neden kadınlarla başlamak istedikleri, belki de daha kolay anlaşılabilecektir.
Kadın üzerinde erkek tahakküm ve egemenliğinin ve keza soyun ve de mülkiyetin erkek üzerinden kaydedilmesinin ifadesi olan ataerkillik, tüm semavi dinlerin ve ama özellikle de İslam dininin başta gelen temel özelliklerindendir. İslam dini ve İslam hukuku, bir bakıma, işte tamamen bu ataerkil nizamın kendisini üzerinden var ettiği soyun ve mülkün korunup, sürdürülmesinin güvencesi olan kurallar silsilesinden ibarettir.
Sofistike bu hukuk içerisinde kadının kendisi de zaten en özel ve hatta; “erkeğin namusu” addedilerek en vazgeçilmez kılınan “mülk” statüsündedir. İşte siyasal İslamcıların tüm davasının kadın olmasının temel nedeni de aslı astarı da bu sorunun ta kendisidir.
Hangi versiyonuna bakarsanız bakın, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yaşamda şeriat adına yapılanların neredeyse tamamı kadın eksenlidir. Bunu dışta tuttuğunuzda, şeriat adına kayda değer hiçbir şeyin kalmadığını göreceksiniz.
Yani özetle şeriat demek, kaskatı, vahşi ataerkillik demektir. Bunun dışında kayda değer hiçbir anlam ve öneminin olmadığı, rahatlıkla ileri sürülebilir. Böyle olduğunu, bu sistem altında yaşayan kadınların cüretli isyanlarından ve keza şeriatın en fanatik isteyici ve uygulayıcılarının erkekler olmasından anlamak da pekâlâ mümkün aslında.
Türkiye ve kuzey Kürdistanlı solculara yönelik bayrak eleştirisi

Kendisi de sol-sosyalist cenahtan olan yazar ve aynı zamanda televizyon programcısı sayın Merdan Yanardağ, on binlerce solcunun, Fransa’da faşistleri yenilgiye uğratarak seçimlerin galibi olan Yeni Halk Cephesi’nin zaferini kutlamak için, ellerinde Fransa bayrağı ile toplaştığı Cumhuriyet Meydanı’nda, coşkuyla Enternasyonal marşını seslendirmelerinden övgü ve gıptayla bahsederken: “Bakın diğer ülke devrimcilerinin kendi ulusunun bayrağıyla bir sorunu yok. Ellerinde Fransa Bayrağı ile hep birlikte Enternasyonal okuyorlar. Harika bir durum… Fakat oldum olası bizim devrimcilerimizin kendi uluslarının bayrağıyla sorunları var. Bunu anlayamıyor ve doğru da bulmuyorum. Bu bayrak bir ulusun bayrağı. Devrimciler, mensubu oldukları ulusun ulusal değerlerine karşı olmamalı.” mealinde bir değerlendirmede bulundu.
Sayın Yanardağ’ın eleştirisinin iyi niyetli olduğundan kuşku duyulmasa da fakat isabetli olmadığını söylemek, kesinlikle doğru olacaktır. Çünkü hem bazı kavram ve sembolleri, süreç içerisinde yüklendikleri somut anlam ve rollerden ayrıştırarak, soyut bir şekilde ele almak doğru olmayacaktır ve hem de her ülke solcu, komünist ve devrimcilerini, her konuda bire bir aynı “doğru”lara sahip olmadıklarından; bu tür konularda yapılacak mukayeseler kantarında tartmak, kaçınılmaz olarak sorunlu olacaktır.
Bilinir ki ulus ile ulus-devlet aynı şeyler değildir. Özetle Ulus; genelde aynı etnik kökene dayanan, “çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk” olarak tanımlanırken; her ne kadar da kâğıt üzerinde “bağımsız ve denge unsuru” olarak tanımlanırsa da ama nesnel yaşamda asla böyle olmayan ulus-devlet ise, aynı topraklar (ülke) üzerinde yaşayan o ulusal topluluğu, sermaye sahibi burjuva sınıfı adına yöneten idari bir aygıttır. Böyle olunca da hem ta başından beri devleti temsil eden ve hem de sonraki süreçlerde devlet ile özdeşleşmiş olan kültürel değer yargıları başta olmak üzere birçok sembol ve simge artık o aşama itibariyle yönetilen pozisyonda olan geniş emekçi kesimlerinin ortak değerleri olma vasfına sahip olamazlar. Halkın gözünde, onların tamamı olmasa dahi, büyük bir çoğunluğu baskıcı, sömürücü, adil olmayan diktatör bir devleti temsil ettiğinden, doğal olarak bunlar artık o “ortak ulusal değerler” kapsamında değerlendirilemezler.
Kaldı ki “Türkiye” denilen bu “ülke” sadece bir ulusun üzerinde yaşadığı tek bir ülke olmayıp, gönüllü birliktelik ve entegrasyonla değil, zorla ilhak edilmiş K. Kürdistan’ı da içeren iki ülke ve iki ulustan (ve de daha pek çok azınlık milliyet ve inançlardan) oluştuğundan; doğallığıyla, zorba egemen ulusu temsil eden o devletinin değer ve sembolleri, kaçınılmaz olarak, diğerinin “ortak değerleri” olarak kabul görmez.
Haklı olarak kabul görmez, çünkü sıradan bir Kürdün gözünde, tüm sembol ve değerleriyle o devlet, Kürdün anadilini bile yasak eden, soyunu onlarca kez kıyımlardan geçiren, evlerini köylerini defalarca başına yıkan, akla gelebilecek her türlü kötülüğü kendisine reva gören, her türlü ulusal hakkından mahrum bırakan, bir ulus olarak iradesini kabul etmeyen vb. daha pek çok zorbalığı temsil eder. Bayrak da “İstiklal Marşı” da meclisteki, askerdeki, okuldaki yemin de hepsi bu ırkçı-tekçi-inkârcı faşist devleti temsil eder. Aynı şekilde diğer ulusal azınlıklar ve inanç toplulukları için de böyledir.
Bütün bunlar, çok daha fazlasıyla bir komünist, sosyalist ve hatta tutarlı bir demokrat için de böyledir. Dolayısıyla da burada eleştirilmesi gereken Türkiye ve K. Kürdistanlı devrimci, sol-sosyalist ve komünistlerin bu son derece doğru ve isabetli tavır alışları değil; kendisine demokratım, sol-sosyalistim ve komünistim deyip de böyle davranmayanlar/davranamayanlar olmalıydı sayın Yanardağ. Maalesef ki sosyal şoven bir yorumda bulundunuz ve bu size hiç mi hiç yakışmadı.
Emperyalist haydutlar, 3.Dünya savaşı hazırlıklarını yoğunlaştırmakla meşgul…

Bazı sol-sosyalist ve kendilerini komünist addeden kesimler hâlâ (evet, hâlâ) bir 3. Dünya Savaşı çıkacak mı çıkmayacak mı ve keza “süreci belirleyen esas etmen savaş mı devrim mi?” ikilemi girdabında, adeta miskince bir fikirsel jimnastik rehavetiyle, sorunu ele almaya devam ede dursunlar; fakat süreç, maalesef ki hem de çok hızlı bir şekilde, o istenmeyen malûm sona doğru ilerliyor.
Önemle görülmelidir ki bu sorunun, hem kesinlikle hafife alınır bir yanının kalmadığı ve ama hem de gelinen aşama itibariyle, artık geriye dönüş imkanının da hızla tükenmekte olduğu bir sürece girilmiş durumda.
Bir tarafta ABD’nin başını çektiği İngiltere ve diğer Batı Avrupalı emperyalistlerin oluşturduğu NATO kampı ve diğer tarafta; (“gizli” bir özne olarak) başını esasen Çin’in çektiği tartışmasız olan Çin- Rusya ana ittifakı etrafında toplaşan irili ufaklı devletlerin oluşturduğu kampın emperyalist haydutları, “savaşa hazırlanma maratonun” adeta “son düzlük” etabı koşuluyormuşcasına, hummalı bir gayretkeşlikle, rakiplerinden daha önce hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorlar.
Sürecin ayırt edici en önemli özelliklerinin başında; ABD ve İngiltere’nin, “savaşa hazırlık safhasını”, doğrudan NATO üzerinden ve ama “vekalet güçler” kullanarak, fiili bir savaş ortamında tamamlama taktiği gelir.
Örneğin rakip kampın, SSBC topraklarında NATO’yu genişletme hamlesiyle en kolay kullanılma vesilesi yapılabilecek olan gücü Rusya’yı, Ukrayna ile savaşa sürüklemesi ve keza şu son dönemlerde savaşın Rusya topraklarına taşınması hamleleri, vs. vs, tamamen, “stratejik akıl üslerinde” kurguladıkları o büyük savaşa hazırlık kapsamındadır. Çünkü böylece hem rakip kampın en güçlülerinden olan ve aynı zamanda da baş rakip Çin’in bir nevi “ileri karakolu” olan Rusya ekonomik ve askeri olarak zayıflatılacak ve hem de hem kendi cephesini, Rusya tehdidiyle, tahkim etmenin ve hem de eski silah ve cephaneyi tüketip, yerine yeni ve daha gelişkin olanlarını koymanın ve yeni silahları da denemenin vesilesi yapabilecekler (nitekim, İsrail aracılığıyla Gazze’de yıkım ve yok etme esası üzerine oturan “meskun mahal” savaşında yaptıkları da budur.). Yani işte böylesine de çok yönlü işlevliğe sahip bir “savaş oyunu” oynanıyor dünya kamuoyunun gözleri önünde.
Hangisinin bu süreci önde tamamlayacağını şimdiden kestirmek öyle çok kolay olmasa da ama “Dünyanın jandarması” olma konumunu hâlâ önemli oranda korumakta olan ve bunun avantajını kullanarak; savaş kışkırtıcılığının baş aktörü durumunda olanın, ayrılmaz ittifakı İngiltere ile birlikte, ABD emperyalizmi ve keza, bu süreçte üstlenmiş olduğu saldırgan misyonundan ötürü özel bir vurguyla öne çıkarılması isabetli olacak olan, bir başka emperyalist güç odağı olarak NATO’nun avantajlı olduğu söylenebilir.
Bu olgu, büyük savaşın “ilk mermisinin” de bu saldırgan ve kendilerini daha avantajlı konumda gören güçlerce ateşleneceği olasılığını güçlendiriyor gibi.
Böyle olmasa bile, yani varsayalım ki doğan fırsatları kullanıp, ilk hamleyi yapma avantajını öbür taraf kullansa bile, bu, savaşın baş kışkırtanının ABD ve NATO olduğu çıplak gerçekliğini asla karartamaz.
Bundan ötürü de bugün dünya halklarının ve Dünya barışının baş düşmanı konumunda ki güç, elbette ki hâlâ ABD-İngiltere emperyalizmidir.
Dolayısıyla da kaçınılmaza yakın bir oranla, nükleer silahların da kullanılacak olmasından ötürü; insanlığın ve doğanın yıkımıyla sonuçlanacak böylesi top yekûn bir dünya savaşına karşı olan, başta Dünya halkları olmak üzere, mevcut koşullarda kendilerini savaş karşıtı ilan eden Dünya barışı yanlısı tüm kesimlerin okun sivri ucunu bu güçlere yönelterek; büyük kitlesel direnişler organize edip, caydırıcı etkilerini ortaya koymaları dışında, maalesef ki bu süreci durduracak ve tersine çevirebilecek bir başka “sihirli” çözüm yolu gözükmüyor.
Elbette uluslararası ölçekte böylesi güçlü ve ardışık kitlesel eylemler kendiliğinden ortaya çıkmayacaktır. İlle ki yine bir şekilde uluslararası ölçekte organize olma becerisi gösterebilmiş, diri-dinamik toplumsal oluşumlar böylesi zorlu bir görev ve sorumluluğu üstlenip, üstesinden gelebilir.
Kuşku yok ki bu güçlerin en başında, doğallığıyla, komünist partiler ve keza sol-sosyalist örgüt ve çevreler gelir. Çünkü tarihi tecrübelerle sabit bir olgudur ki ancak ki bu güçler, istikrarlı ve kararlı bir anti-emperyalist savaş cephesinin motor gücü rolünü yerine getirebilme iradesine sahip olabilirler.
Fakat önemle vurgulamak gerekir ki işlevsel bir etki gücüne sahip olması gereken anti-emperyalist savaş cephesi, komünist ve sol-sosyalist güçler önderliğinde olsa da sınıfsal fark gözetmeksizin, savaş karşıtı tüm toplumsal kesimleri bir şekilde bünyesinde toplamayı hedeflemek ve de bunu önemli oranda başarmak zorundadır.
Ancak galiba bazı çevreler hem sürecin gereksinimini duyduğu oluşumu bir “anti-emperyalist savaş cephesi” olarak değil de “anti-emperyalist cephe” olarak ele almakta ve hem de bu “anti-emperyalist cephe”yi de sadece ideolojik olarak “kardeş” gördükleri uluslararası bir avuç parti ve yapıyla kotarma derdinde. Yani kendilerini komünist, ML ve hatta MLM olarak tanımlayan diğer birçok uluslararası oluşumu bile kapsamayan bir darlık ve kısırlıkla ele almakta.
Haliyle de bu zihniyet ve yaklaşımla, komünistler toplumun diğer kesimleri nezdinde, hem güçlü bir çekim merkezi oluşturamayacakları gibi, hem de genel olarak zaten ciddi şekilde mevcut olan güven yitimini, mislince artırmış olacaklar. Kuşkusuz ki bu, asla affedilemeyecek tarihi bir sorumsuzluk olacaktır. Umalım, aklı selim galip gelsin.