Perşembe Nisan 24, 2025

ONLAR ÇALIP ÇIRPTIKÇA BİZ YOKSULLAŞIYORUZ![*]

“İktidar yolsuzlaştırır.Mutlak iktidar mutlaka yolsuzlaştırır.”[1]

XX. yüzyılın son onyıllarında, Dünya Bankası ve diğer ulusaşırı finans kurumları, özellikle “yükselen pazarlar” olarak kutsanan neo-liberal korsan devletlerdeki rüşvet ve yolsuzlukların maliyetinin, onlara dayattıkları “yapısal uyum programları”nın getirilerini asgarîleştirdiğini gördüğünden bu yana, “yolsuzluklar” başlığını, özellikle UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) gibi “şefkat” aygıtları eliyle gündeminde tutmakta. 

Öyle ya, Çokuluslu Şirketler, el sürülmemiş ya da pek az el sürülmüş uçsuz bucaksız yeni kaynaklara (petrol, doğalgaz, su, yer altı zenginlikleri, orman, tarımsal ürünler ve de aklınıza ne gelirse), el sürülmemiş ya da pek az el sürülmüş pazarlara erişmek, neo-liberal rüzgârları arkasına alıp bir an önce köşeyi dönme hırsındaki sınır tanımaz iktidarların giriştiği “çılgın” (ve ballı!) projelerden pay kapmak için ulusal bürokrasilere, siyasetçilere, aracılara, yerel yönetimlere tonla rüşvet yedirmek zorunda kalıyor; bu da yatırım maliyetlerini fena hâlde yükseltiyor. BM’nin kurumları son zamanlarda bunun derdinde…

Neo-liberal iklimin her derde deva formülü malûm, bu gibi “sosyal projeler”i olabildiği kadar sivil toplumun sırtına yıkmak. Bu alanda da büyük ölçüde öyle yapıyorlar.

BM ve paralel kuruluşların “yolsuzluk” vaazlarında popüler temalardan biri de, “toplumsal cinsiyet-yolsuzluk ilişkileri”. Konu en azından 2000’lerin başından bu yana, DB’nin gündeminde. Dönemin gözde saptaması, kadınların yolsuzluğa daha az yatkın oldukları yolunda. Örneğin Banka’nın toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki siyasa önerilerini kapsayan Engendering Development (Dünya Bankası, 2001: 96)’da, kadınların siyasete katılımıyla yolsuzluk arasında ters orantı olduğu, bunun ise kamuda kadın mevcudiyetini güçlendirme konusunda yeni bir itki sağlayacağı belirtiliyor. Williams College, Kalkınma Ekonomisi Merkezi’nden Anand Swamy ve arkadaşları da benzer bir araştırmada aynı sonuca varıyorlar (“Gender and Corruption”, Ağustos 2000): kadın kamu görevlileri, yolsuzluğa daha az bulaşıyor!

Bu teze dayalı politikaları hayata geçiren ülkeler yok değil; örneğin Peru’nun eski devlet başkanı Fujimori 1998’de Lima’da trafiğin denetimini kadın trafik polislerinin eline bırakacağını açıklamış; Meksika’da 2003’de kara ve deniz sınırlarındaki gümrük denetimi tümüyle kadın personelin eline terk edilmiş. Uganda’da ise, yerel yönetim sisteminde muhasebeye ilişkin görevler, büyük ölçüde kadınlara tevcih edilmekteymiş.

Ancak kadınların yolsuzluğa daha az karıştığı yolundaki görüşe yönelik ihtiyat payları ve eleştiriler de gecikmeksizin dile getirilmeye başlandı. Örneğin, Rice Üniversitesi’nden Justin Esarey ile Ulusal Demokratik Enstitü’den Gina Chirillo,[2] bu saptamanın kısmî bir doğru olduğunu, ancak sorunun siyasal bağlamdan soyutlanarak ele alınmaması gerektiğini vurguluyorlar. Yazarlara göre kadınların siyasal görev ve sorumluluklar üstlenmesindeki yoğunlukla yolsuzluk arasındaki ters orantı, ancak şeffaf ve “demokratik” sistemlerde geçerlidir. Otokratik yönelimli ülkelerde ise, kadınlarla erkeklerin rüşvet ve yolsuzluk karşısındaki tavırlarında bir farklılaşma gözlemlenmemektedir. Sussex Üniversitesi Kalkınma Araştırmaları Enstitüsü’nden Anne Marie Goetz ise,[3] kadınların yolsuzluklara daha az karıştıkları vb. yollu genellemelerin kadınların “daha iffetli, daha ahlâklı” vb. olduğu yolundaki sağcı söylemlerin yeniden üretilmesinden öte bir anlam ifade etmeyeceği gibi, bunun biyolojik-temelli bir önerme olduğu, kadınlar arasındaki etnik, sınıfsal vb. farklılaşmaları gözlerden gizlediği itirazlarını dile getiriyor. 

Kadınların -doğaları gereği- yolsuzluğa daha uzak oldukları yönündeki saptamaya katılmak, Kösem Sultan’lara, Hürrem Sultan’lara, Semra Özal’ın Papatyaları’na, Tansu Çiller’lere ve son demlerde de kirli çamaşırları her gün internet sitelerine, gazete sayfalarına ve ekranlara saçılan Chanel tesettürlü 4x4’lü yeni sosyeteye yataklık etmiş bir ülkede, çok zor… Sorun elbette ki sınıfsal ve sınıfsal olarak ele alınmalı. Talan, yolsuzluk ve rüşvetin bir sermaye birikim rejimini desteklediği ülke ve evrelerde, politikada görünür ve (en azından görünüşte) hesap verebilir konumda olan erkeklerin, eşleri ve evlatları(nın kurduğu şirketler, üzerine yapılan gayrımenkuller sayesinde devasa servetler devşirebildiği, yabancımız değil!

Zaten, kadınlar yolsuzluklara daha az mı, daha çok mu bulaşıyorlar tarzı bir sorunun kendisi bir mugalata. Soru, yolsuzluklardan hangi toplumsal kesim(ler)in en fazla etkilendiği şeklinde sorulduğundaysa, işin rengi değişiyor.

Ergin Yıldızoğlu, rüşvet ve yolsuzluğun “bir ekonomik modelden diğerine geçerken oluşan belirsizlik ortamında, ‘yasal boşluklarda’ aniden çoğal”dığını[4] belirtirken, haklıdır. Bir adım daha atalım, yolsuzluk ve rüşvet, kapitalist sistemin farklı birikim rejimi evrelerini açan “ebelik” görevini üstlenmektedir adeta. Bizatihi kapitalizm, “ilkel birikim”ini talan, yağma ve korsanlıkla sağlamış değil midir? (Batı Avrupa kapitalizmi varlığını İspanyol, Portekiz, İngiliz korsan gemilerinin Amerika kıtasından taşıdığı altınlara borçlu değil midir?) Rüşvet ve yolsuzluk ise, iç talan biçimleridir. Ya da şöyle söyleyeyim; günümüzde yolsuzluk ve rüşvet, bürokrasinin, burjuvazinin talan aracılığıyla sermaye birikimi sağlayan kesimleriyle kurduğu ortaklığın adıdır. Sosyalist sistemin çöküşünün ardından Rusya’nın mafyatik kapitalizmi, birikimini çeteleşmiş bir bürokrasinin sınır tanımayan talanından sağlamadı mı? Türkiye kapitalizminin ithal ikameci rejimden neo-liberal rejime geçişi, Turgut Özal önderliğinde bir kleptokrasiyi “küreselleşen” Türkiye burjuvazisine eklemlemedi mi? Ve günümüzde, beş-on yıl öncesine dek Karayolları’ndan elektrik direği ihalesi aldıklarında bayram yapan müteahhitlik firmalarının bugün Kanal İstanbul, üçüncü havaalanı, üçüncü köprü, otoyollar gibi işleri kapmada yarışması, yolsuzluklardan, rüşvetten arî düşünülebilir mi?

[Başbakan’ın talimatıyla Sabah-atv’nin satışı için “salma” çıkartılıp iki ayda 630 milyon dolar toplanan şirketlere bakar mısınız: “İstanbul’un ‘Çılgın Projesi’ Kanal İstanbul’un en önemli ayağı olarak tanıtılan 3. havaalanının yapımını üstlenen müteahhitler Cengiz İnşaat, Limak İnşaat ve Kolin İnşaat, demiryolu projelerinde aldığı ihaleler ile tanınan Makyol İnşaat, IC İçtaş İnşaat ve Özaltın İnşaat, vb.”[5] Onlar bile isyan ettiklerine göre…[6]]

Hâl böyle olunca, Başbakan’ın “Ben yolsuzluk dendiğinde şunu anlarım; devletin kasası soyuluyor mu soyulmuyor mu? Ayakkabı kutusu içerisinde söylenen olaylar, Halk Bankası’ndan alınan ya da soyulan para değildir,”[7] demesi, laf-ı güzaftan ibarettir; çünkü ayakkabı kutusundan çıkan paralar, siyasal iktidar ve onunla iç içe geçmiş bürokrasinin, ormanları, havayı, suyu, ekosistemi, iklim dengesini talan, bunu yaparken de mevcut yasal düzenlemeleri (ihale yasası, ÇED önlemleri vb.) delik deşik eden müteahhitlerden (ya da genel adıyla burjuvaziden), bu talanın önünü açmak karşılığında aldığı paydır; ve tümü de halkın cebinden çıkmaktadır: vergi ve artı emek olarak.

Bir başka deyişle, yolsuzluk, emekçi sınıflardan sermaye sınıfına kaynak aktarımından başka bir şey değildir. Şu an ete kemiğe büründüğü haliyle ise, halk kesimlerinde, bırakın kalkınmayı, nisbî yoksulluğun daha da artmasına, sermaye ile emek arasındaki servet uçurumunun daha da açılmasına yol açmaktadır.

Kısacası, onlar çaldıkça, rüşvet yedikçe, yolsuzluk yaptıkça biz yoksullaşıyoruz: biz emekçiler; en çok da kadınlar.

Onlar çalıp çırptıkça, kadınlar, büzülen, küçülen aile bütçelerini sürdürebilmek adına, ucuzlayan sebze artıklarını alabilmek için akşam vakti pazar yerlerine koşuyor, ekmeği üç kuruş daha ucuza alabilmek için Halk Ekmekler önünde uzun kuyruklar oluşturuyor; doğalgazdan tasarruf için kaloriferi iptal edip sobaya dönüyor, soba zehirlenmesinden ailece can veriyor; onlar yolsuzluklarla semirdikçe, kadınlar küçülen iş yerlerinde işten çıkartılıyor, ya da boğaz tokluğuna ter atölyelerinde günde 14 saate, taşeronluğa mahkûm ediliyorlar…

Onlar bir yerlerimize “koydukça”, iflas eden esnaf, işten çıkartılan işçi, gününü kahvede pinekleyerek geçiren işsiz, hırsını evdeki karısından, çoluk-çocuğundan çıkartıyor; kadına yönelik şiddet, dizginlerinden boşanıyor…

Onlar SİT alanlarındaki yalılarının, villalarının sayısını katladıkça, icralık kiracıların sayısı artıyor; konutlar, dükkânlar boşaltılıyor…

Onlar rüşvet yedikçe, halkın kaynaklarını “haramîler”in cebine aktardıkça nedense hep bir “pasta” olarak tahayyül ettikleri “millî gelir”den aldıkları dilimler büyüdükçe büyüyor, işçileri, işsizleri, emekçileri, dargelirlileri, köylüleri ile büyük çoğunluğun payına düşen kırıntılar seyreliyor.

Ve büyüyen, genleşen yoksulluk, dönüp dolaşıp kadınları vuruyor. Toplumsal-cinsiyet duyarlı bütçe analizleri, örneğin, pek çok ülkede erkeklerin kamu harcamalarından kadınlara göre daha fazla yararlandığını gösteriyor. Kadınlara hasredilen programlara tahsis edilen bütçelerin, genel bütçe içindeki payı zaten “ihmal edilebilir” bir düzeyde. Onlar kamu kaynaklarını yağmaladıkça, bu pay daha da küçülüyor.[8]

Ve nihayet, kamu görevlileri rüşvetten, yolsuzluktan beslendikçe, gündelik işleri yürütmek için trafik polisinden hastane görevlisine, adliye memurundan karakoldaki polise rüşvet şebekeleri gündelik kamusal yaşamı sarmaladıkça, kadınların çocuklarını okutması, adlî işlerini çözümlemesi, sağlık hizmetlerinden yararlanması güçleşiyor - çocuğu için istenen kayıt parasını karşılayamadığı için okul temizletilen, yatak bulamayıp hastane hastane dolaştırılan kadınları düşünün lütfen…

Evet, sorun “çalıyorsa benden çalıyor; elâleme ne?” sığlığına sığdırılamayacak kadar boyutlu. Çünkü yolsuzluk ve rüşvet salt “siyasal etik” ile ilişkili değil, aynı zamanda sermaye birikim stratejileriyle ilgili görüngüler… 

Ve birileri, elimizdeki vakada “Anadolu Kaplanları” küresel kapitalizme açılabilmek için sermaye biriktirdikçe hepimiz yoksullaşıyoruz; hele ki kadınlar!

 

12 Şubat 2014 09:24:35, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Tüm Bel-Sen Kadın Dergisi, Mart 2014.

[1] Emerich Acton.

[2] Justin Esarey, Gina Chirillo “ ‘Fairer Sex’ or Purity Myth? Corruption, Gender and Institutional Context” Politics & Gender, 9 (2013), ss.361-389.

[3] Anne Marie Goetz, “Political Cleaners: How Women are the New Anti-Corruption Force. Does the Evidence Wash?” 2003.

[4] Ergin Yıldızoğlu, “Yolsuzluğun Ekonomi Politiği”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2014.

[5] “Sabah ve ATV İçin İşadamlarından İhale Karşılığı Para Toplanmış”, Zaman, 1 Şubat 2014.

[6] “Havuz”a 115 milyon dolar veren işadamı Nihat Özdemir şu tepkiyi gösteriyor: “Ben eve geldim var ya, hanımın falan kimsenin yüzüne bakmadım. Doğru böyle soyundum yatağa girdim. Sabah uyandım. Ya bak benim burama geldi ya. Dün bana işkenceydi ya.” (Zaman, 1 Şubat 2014.) [7] “Başbakan Erdoğan Yolsuzluk İddialarına Cevap Verdi”, Cafesiyaset http://www.Cafesiyaset.com/basbakan-erdogan-yolsuzluk-iddialarina-cevap-verdi_400926.html#ixzz2t2hDelCp

[8] “Gender and Corruption: Are Women Less Corrupt?”, Uluslararası Şeffaflık Örgütü, 7 Mart 2000.

98496

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Son Haberler

Sayfalar

Sibel Özbudun

Devrimci Pratik ve Militanlaşma

Günlük, üretkenlikten yoksun, kendini tekrarlayan faaliyetler militanlaşma anlamında bir gelişmeyi tetiklemez. Yine devrimci pratiği zayıf bir özne, her şeyden önce geçmiş olumsuz alışkanlıklarıyla devrimci bir tarzda hesaplaşmaya girmez. Yani düşünsel ve pratik olarak küçük burjuva düşünüş ve yaşam tarzından militanca bir kopuş sürecine yönelmez. Çünkü devrimci militanlaşma proleter düşünüş tarzına aykırı olan her türlü burjuva anlayışla hesaplaşma düzeyine bağlıdır. Sade bir dille ifade edecek olursak; köklü bir kopuş, çok yönlü ve kapsamlı bir hesaplaşmayla mümkündür.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - I

Toplumda ve doğada yaşanan her değişim, dönüşüm ve gelişmeye koşut olarak, her olgu ve kavram gibi, CHP de elbette ki tartışmalar konusu olabilir, olmalıdır da. Bunda herhangi bir anormallik olmasa gerek. Hayatta, ortaya çıktığı o ilk andaki haliyle, değişmeden kalan/kalabilen hiçbir şey olamayacağına göre; CHP’de de bu kural gereği, el mecbur, bazı değişim ve dönüşümler yaşanacaktır. Bunu yadsımak, hayatın diyalektiğini yadsımakla eşanlamlıdır.

Tutuculuk,dogmatizm ve tabela devrimciliği devrime vardırmaz!

Kısa bir süre önce, “Bu Kendi Kendimizi Kandırmamız Daha Ne Zamana Kadar Sürecek Acaba?” başlıklı, kısa-özlü bir yazı kaleme alıp, bloğumda paylaşmıştım.

Yazıda Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketinin içinde bulunduğu olumsuz durum ve açmazları özetlenmiş, kendi kendine yapageldiği ajitasyona ve kafasını kuma gömme hallerine dikkat çekilmiş ve son paragraf olarak da şu soru sorulmuştu:

Tehlikenin farkında mıyız?

"Türkiye yüzyılı maarif modeli" ile hedeflenen şey; Devlet eliyle "dindar ve kindar nesil" yetiştirmek ve tedrici geçişle din esaslı bir rejim inşa etmektir,

Öncelikle ve de tereddütsüzce idrakinde olunmalı ki bu konuda yapılmak istenenin tümü, ‘toplumsal mühendislik’ yöntemleriyle, zamana yayılı olarak tamamen Erdoğan’ın ‘gizli ajandasının’ şu son derece aleni ideolojik tercihlerini hayata geçirmek maksadıyla yapılmaktadır. Yani asla ‘masumane’ ve de spontane şeyler değil bunlar. Örneğin şöyle diyordu fiiliyatta kendisine İslâm halifesi misyonu yüklemiş olan Erdoğan:

Bugün Galatasaray Meydanında bariyerler bir genişledi ve arkasından geri daraldı.

Meydana gelmeden meydana açılan her yol denetim altına alınmış, polis denetiminden ve üst aramasından sonra meydana girdik... Arkasından heykelin olduğu yere geldim, orası da bariyer ile çevrilmişti, ön taraftan giriş yerine yan taraftan giriş açılmıştı, oradan da üst aramasından geçip oturma eyleminin olacağı heykel çevresine geldik. Heykel, cumhuriyetin 50. Yıl heykeli. 100. Yıl heykeli yapıldı mı bir yerlerde bilmiyorum...

Bariyer içinde bariyer ve onun içinde izin verilen sınırlar içinde acılarımızı haykırmak!

Disiplin anlayışımıza eleştirel bir bakış – II

II.Bölüm:

Laz Nihat’ın başında bulunduğu ekip, öylesine şuursuzca bir gözü kapalılıkla kontraya tabi hareket etmekteydi ki düşünün, düşman operasyonlarının sürmekte olduğu bir arazide, başta ben olmak üzere, kendilerinden yana tavır almayacaklarına kanaat getirdikleri bir grup gerillayı silahsızlandırarak, öylece araziye terk etmeyi bile göze alabildiler… 

Disiplin anlayışımıza eleştirel bir bakış – I

Aslında bu konuyu yıllar önce kaleme aldığım “Dersim Dağlarında” ve “Mao Zedung Değerlendirmeleri” isimli kitaplarımda, yaşanan somut örnekler üzerinden irdeleyip, kendimce, genel yaklaşımın ne olması gerektiğini, özlü bir perspektif olarak ortaya koymuştum. Ancak ne var ki bu kitaplarda ki tüm diğer konular olduğu gibi, bu konu da ‘meşru muhatapları’ olması gereken kişi ve yapılarca; ‘üç maymun’ seçeneğiyle karşılanmaya devam ediyor.

TKP-ML Merkez Komite: Pratiğimizde Bilinç, Bilincimizde Rehberdir İbrahim Kaypakkaya!

Coğrafyamız komünist önderi ve Demokratik Halk Devrimi’nin sönmez meşalesi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed Hapishanesi’nde katledilmesinin 51. yılındayız. Önder yoldaşımızın 18 Mayıs 1973’te katledilmesinden sonraki yarım asırlık zaman diliminde Türkiye ve Türkiye Kürdistanı toplumsal mücadeleleri tarihinin gelişim seyri, İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini sadece doğrulamakla kalmamış aynı zamanda güncel kılmıştır.

Selahattin Demirtaş'a ve bütün tutsaklara...

"YÜREĞİN UMUT ETTİĞİ O ADRESTE" "LI DILÊ KU DIL HÊVÎ DIKE"

Düşkünlüğün, alçaklığın, düzenbazlığın, bağnazlığın, ırkçılığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, bencilliğin, rezilliğin ve vurdumduymazlığın rağbet gördüğü bu topraklar sana göre değil dostum.

Yıllardır tanırım seni.

Hani, yüz yüze görüşmüşlüğümüz olmasa da, beraber oturup bir bardak çay içmemiş, tek kelime sohbet etmemiş olsak da, sen hep aşinaydın bana.

Bir aralar bu aşinalığa bir isim bulayım dedim ama inan hiçbir yere oturtamadım.

Akraba desem, değil.

Komşu desem, hiç değil.

TKP-ML MK Siyasi Büro Üyesiyle Röportaj: “Partimiz 53. Mücadele Yılında Faşizme Karşı Savaşını Kararlılıkla Sürdürecektir”

” Kitlelerin hakim sınıfların siyasetinden bağımsız, kendi siyasetini örgütlenmesi ve dahası bir güç olarak ortaya çıkmasını önemsiyoruz. Bu anlamıyla başta İstanbul 1 Mayıs Taksim alanı olmak üzere, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve halk gençliğinin 1 Mayıs’ta Alanlara çağrısını değerli ve anlamlı buluyoruz.”

– Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?

– İsmim Özgür Aren. TKP-ML MK, Siyasi Büro üyesiyim.

Tayyip'i, tayyip'e olan güvende yendi

Ah... kuzucuğum ah...

Ne oldu bize böyle.

Ne oldu.

Her şey tıkırında giderken...

Neler yaşadık böyle.

Bu seferde kediler chp'nin lehine mi trafoya girdi ne

Veyahut da.... veyahut da...

"Sizin siyasetçiler bizim sermayeden bir kaç kişiyi yemeye niyetlenirde  bizde hemide hala iktidardayken sizlerden daha fazlasını ham... ham... etmeyiz mi ha..." demenin yarattığı korku uzlaşısı dolu komplo teorileriyle mi  bundan sonraki seçimleri açıklayacağız.

Yoksa... yoksa...

Daha dün bir; bu gün iki

Sayfalar