Cuma Şubat 28, 2025

Paul HANZE’nin Çocukları! H.GÜRER

Kitaplığımda Hasan Kıyafet’in “İşkence öyküleri” kitabına değdi bakışlarım. İçim üşüdü. Bakışlarım sarsıldı. Baş ağrıtan, insanın yüreğini görülmez ellerle sıkan, nefesini kesen, kan akışını durduran o tarifsiz koku, işkencehanelerde ki o koku sarstı beni bir an. O kokunun sözcüklerde yeri yok! “Bir daha işkence öyküleri dinlemeyecek, okumayacak, anlatmayacağım” demiştim yıllar önce. Ancak, toplumun her kesmine kanıksatılan, toplumsallaştırılan sistematik bir işkence döngüsünü işliyor sistem. Ve mevcut sisteme dönük “baş kaldırı” ve “aykırı” özelliklerine sahipseniz, işkence görmekten, öykülerini dinlemekten, anlatırken ve yazarken işkencelere değinmekten kaçınamazsınız! İşte bu yazı, böylesi bir kaçınılmazlığın sonucu yazıldı!
         İlk gözaltına alındığımda, 1998 yılının 18 Mayısıydı. Kaypakkaya’nın katledilmesinin yıl dönümünde, yapılan bir düzine korsan eylemin ardından, “eylemlerin şüphelileri” olarak 6 arkadaşımla gözaltına alındık. Ben henüz 15 yaşındaydım. İçimizde en büyüğümüz ise 17! Günlerce Jandarma İstihbarat Teşkilatı ve Terörle Mücadele ekiplerince vardiyeli (geceli-gündüzlü) olarak sistemli ve profesyonel işkencelerden geçirildik. Günler sonra savcılığa sevk edildiğimizde, kollarımıza giren polislerin arasında zorlukla  yürüyebiliyorduk! 17 yaşıma kadar bu tür uygulamalarla değişik zamanlarda ve mekanlarda birkaç kez daha karşılaşmış, her defasında da yapılan işkenceleri savcı ve hakimlere söylemiştim. (Bunların hepsi raporlarla/belgelerle mevcut!) Ancak hiç bir hakim ve savcının işin işkence kısmıyla ilgilenmediğinide böylece görmüş oldum! Bunları neden anlatıyorum? Günlerdir, dünya kamuoyu, ABD senato İstihbarat Komitesi tarafından hazırlanan “CIA’nin işkence raporları”nı konuşuyor! Nedense raporda yer alan işkence yöntemleri hiç yabancı gelmedi! Aşşağıda sayılan işkence yöntemlerini, hatta daha yazılmayıp eksik bırakılanların türlü çeşitlerini, daha çocuk yaşta yaşattılar bizlere. İşte bundan dolayı anlatıyorum!
         Uzun süre uyutmama, idam sahnesi, çırılçıplak soyma, suda boğma, basınçlı su, soğuğa maruz bırakma, zincirleme, tabutta veya dar bir alanda uzun süre bekletme, duvara çarpma, kaba dayak, çırılçıplak soyma, rektal besleme, elektrik, askı, buzlu battaniye, yumurtalıkları burmak, cinsel taciz, aşağılama vs. gibi türlü işkence çeşitleri… Tüm bunlar, CIA Başkanı John Brennan tarafından “birçok kişinin hayatının kurtarılmasına yardımcı olduğu” gerekçesiyle savunuldu. Hemde bunları yapanlara “nişan verilmelidir” diyip ödüllendirilmelerini dahi istedi. “Bugün olsa yine yaparım” diyecek kadar da insanlığa meydan okudu!
         Fransız düşünür Micheil Foucault, “Hapishanenin doğuşu” kitabına, Fransız kralı XV. Louis’e yönelik suikast girişiminde bulunduğu iddia edilen Damiens hakkında ki cezanın infaz edilme sahnesi ile giriş yapar! “Damiens’in göğüs, kol ve bacaklarındaki et parçaları kızgın bir kerpetenle teker teker koparılır.”[1]“Çok bağıran ama küfür etmeyen Damiens bu kerpetenle çekmelerden sonra kafasını kaldırıyor ve kendine bakıyordu; kerpetenci bu kez karışımın kaynadığı kazandan demir bir kepçe ile aldığı kaynar halitayı her yaranın üzerine bolca döktü”
“Günah çıkartıcılar onunla konuşmak için indiler; ama cellat onlara onun öldüğünü söyledi”[2] Majestelerinin yaşamına kastettiği eli kükürtle yakıldıktan sonra, vücudu daha doğrusu geriye kalan kemik yığını dört ata bağlanarak dört parçaya ayrılır ve yakılarak yok edilir.
Bütün bu sahnelerin “dini bütün Paris halkının gözleri önünde” gerçekleştiğini vurgular Foucault.
         Bizlere yapılan onca işkence ise “dini bütün Türkiye halklarının gözleri önünde” gerçekleştirildi. Yaşadıklarımızı yazdık, çizdik, mahkemelerde haykırdık. Yüzbinlerce insan bu işkencelerin binlerce daha ağırını 12 eylül faşizmi ile yaşadı! Yine günümüze kadar bunları defalarca her gözaltına alındığımızda “vaz geçilmez uygulamalar” olarak bize günlerce uyguladılar!
         Garip olan şu ki, bu uygulamaları dilekçelerle ve sözlü olarak defalarca savcılıklara, hakimliklere bildirmemize, vucutlarımızda işkencenin gözle görülebilir izlerini göstermemize karşın umarsız olanlar, bugün CIA’nın yaptığı ve hatta kendilerine öğrettiği/eğitim verdiği aynı işkence tekniklerini kınıyorlar!
         Aynı şekilde tüm bunlar bizlere uygulanırken, yer vermekten kendini sakınan medyaya baktığımızda, Türk Dışişleri Bakanlığı, CIA’nın işkence raporuyla ilgili, “Raporda yer verilen uygulamalar hiçbir surette mazur görülemez. İşkence ve diğer zalimane, gayri insani veya küçültücü hiçbir muamele veya ceza, hiçbir şart altında kabul edilemez” ifadesini kullandı” diyerek manşetler atıyorlar! Pes doğrusu! Bilmesek, neredeyse “İnsan hakları evrensel beyannamesini biz yazdık! Ve tüm dünya’ya da biz imzalattık” diyecekler!..
* * *
         Önce sorularımızı Türk Dışişleri Bakanlığına soralım;
         27 Eylül 1952 yılında “Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu” kurulduğunda, düşünceyi, finansmanı, teçhizatı ve eğitimi kimden aldınız?
         Sınavdan geçirilerek seçilmiş Türk subayları Amerka’da Özel Harp eğitimlerinden geçirilirken ne tür eğitimlerle geri döndüler?
         1952’den hemen sonra gönderilen ilk 16 subayın, (Bu subaylardan biri de Alparslan Türkeş’tir!) Amerikanın Kansas eyaletinde ki Kara harp akademisinde Bolivya, Şili, Brezilya ve Arjantinden gelen subaylarla beraber “kontgerilla” eğitimleri aldıkları, eğitimlerinin geri kalanını Georgia’da tamamladıkları ve bu “eğitimler” arasında “işkence teknikleri/sorgu eğitimleri” aldıkları yalan mıdır? Bunları ülkeye döndüklerinde kimler üzerinde kullandılar?
         12 Mart döneminde, “Ziverbey köşkü” ve “Erenköy köşkü”nde MİT ve Kontgerilla tarafından yapılan işkenceleri kim yaptı?
         “Dünyanın en kötü şöhretli 10 hapishanesinden biri” ünvanını alan Diyarbakır cezaevinde uygulanan işkence yöntemlerini, subaylarınız Kansas ve Georgia’da aldıkları eğitimlerden öğrenmiş olmasın?
         12 Eylül’de devrimcilere karşı MHP’yi, ardından da Kürt Ulusal Hareketine karşı Hizbullah’ı örgütleyip kullananalar kimlerdi?
         12 Mart 1972 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde ki darbelerde, anne karnında ki çocuktan, ak sakallı dedeye kadar elektrik verenler, binlerce devrimciyi işkencelerde sakat bırakıp öldürenler kimlerdi?
         İşkenceyi sistematik bir devlet politikası haline getirenler kimlerdi?
         Saydığımız klasik işkenceleri aşacak ve “telegram işkencesi” uygulayacak kadar uzmanlaşan siz değil miydiniz?
         Çok mu uzak tarihlerden söz ediyoruz? O halde daha yakın bir tarihe gelelim. AKP iktidarı döneminde, 2002 yılında Bosna Hersek’de Cezayir uyruklu 6 kişi gözaltına alındı. Ve bu kişiler önce Tuzla’da ki NATO üssüne götürüldü ve sorgulandı. Ardından incirlik üssüne, oradan da Guantanamo’ya götürüldü!
         CIA uçaklarının, çeşitli tarihlerde Sabiha Gökçen Havalimanı’na ve İncirlik Üssüne inmesi, buralarda 20 Afganlı tutuklunun bindirilip sorgulanmak üzere bilinmeyenlere doğru yol alması yalan mıdır?
         Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, 2 aralık 2005’te yaptığı açıklamada ABD İstihbarat Örgütü CIA’ya ait uçağın Sabiha Gökçen Havaalanı’na iki kez indiğini doğrulamadı mı? Bunlar, yalnızca açığa çıkanlar. Ya açığa çıkmayanlar?
         CIA’nın işkencelerini kınarken, CIA’nın sistematik işkence programı ve operasyonları kapsamında kullanılan “Richmor Aviation” şirketine ait uçaklarla yapılan uçuşlarda Türk hava sahası ve İncirlik Üssü’nün 24 kez kullanılmasına izin verdiği iddiaları yalan mıdır?
         Yalan ise, bu iddiaların hepsi WikiLeaks belgelerinde yer alırken neden red etmediniz? Alman “Die Welt” gazetesinin yayınladığı habere göre, ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson’ın, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Norton A. Schwartz’a 8 Haziran 2006’da gönderdiği raporda, Türkiye’nin verdiği izin detaylarıyla anlatılıyor. Schwartz’ın Türkiye seyahati öncesinde gönderilen raporda “TSK bize İncirlik’i, 2002’den itibaren ‘Fundamental Justice’ (yani ‘Tenel Adalet’)  operasyonu çerçevesinde tutuklu nakillerinde yakıt ikmali için kullanmamıza izin veriyordu. CIA İncirlik Üssü’ne 24 iniş yaptı.” Diyordu! Yani 2002-2006 yıllarında İncirlik işkenceye hazırlık üssü olarak kullanılmadı mı? Yoksa tüm bunları yazan belgeler, hayal gücü yüksek kimseler tarafından mı yazıldı?
* * *
         Şimdi de “ABD’yi işkencede kınadık!” deyip, manşetlerini süsleyen iktidarın ‘yandaş medya’sına soralım;
         Bu ülkenin (dört bir yanı adeta işkence merkezi) her karakolunun bodrumu işkence yeri olarak işliyor. Her karakolda (ister askeri karakul olsun, isterse polis karakolu olsun) manyetolar, askılar eksik olmaz! Gözaltına alınıp da işkence görmeden çıkan olmaz. Siz tüm bunlar yaşanırken ve halada yaşanıyorken, gören gözün köre, duyan kulağın sağıra oynamasını nasıl başardınız?
         Türkiye hakkında, işkence ve insan hakları ihlallerinden, AİHM’e binlerce dosya ile şikayetler yapılmış bekleniyor, yüzlerce başvuru da ise Türkiye mahkum edilmiş, siz neden bunlardan birini dahi haber yapmadınız?
         Türkiye İnsan Hakları Derneğinin yayınladığı “Türkiye’nin 2014 İnsan Hakları Karnesi” raporunu okumadınız mı?[3] 2014’ün ilk 11 ayında 64’ü çocuk olmak üzere 1018 kişinin kendilerine işkence gördüğü için başvurduğu açıklamasına hanginiz yer verdiniz?
         Gezi olaylarında sokak ortasında dövülerek/işkence edilerek katledilen Ali İsmail Korkmaz’ın öldürülmesini kaçınız yazdınız?
         Kolluk kuvvetlerinin toplantı ve gösterilere müdahalesi sonucu 21 kişi yaşamını yitirmiş, yine devletin kolluk kuvvetlerince “dur ihtarına uyulmadığı” gerekçesiyle yargısız infaz yapılarak veya rastgele ateş açması sonucu 39 kişi öldürülmüş, 61 kişi ise yaralanmışken, bunları hiç mi görmediniz?
         Oysa bakın Times gazetesi, haberinde “Kara bölge” olarak bilinen sorgu merkezlerini nasıl sıralamıştı: “Türkiye, Yunanistan, Belçika, İngiltere, İrlanda, İspanya ve Portekiz; gizli sorgu yapılan ülkeleri de S. Arabistan, Tayland, Fas, Mısır, Romanya, Libya, Polonya, Özbekistan ve Litvanya!” Siz bu haberi de mi okumamıştınız? Türkiye de medya, iktidarı alkışlamanın, övgüler dizmenin dışında bir basın-yayın eğitimi almıyor mu?
         Öyle ya, mum misali dibini aydınlatmayan “aydın” kaynayan bir ülke burası! Gerçekleri yazan dürüst gazetecilerin değil, gazeteci geçinip, Cuntanın işkence yapmadığını, emniyet şubelerinin ve askeri cezaevlerinin beş yıldızlı otelden farksız olduğunu yazan “gazetecilerin” ülkesi burası!
* * *
         İktidarın çokca propagandasını yaptığı gibi işkence olaylarının “azalması”, onların “insan hakları savunucuları” veya “işkence karşıtı” oldukları anlamına gelmiyor! Bu, tamamen sınıf mücadelesine, devrimci güçelerin etkinliklerine paralel bir durumdur. Devrimci dinamiklerin eski düzeyinde olması, etkinliklerinin artması halinde daha azgınca işkencelerin yapılacağı bir süpriz değildir! Bunu, Gezi olaylarında, Rojava ve Kobane protestolarında, işçi eylemlerinde gördük!
         Ne yazarsak yazalım. Kocaman bir boşluktur işkence karşısında. Ustanın dediği gibi; “İşkence tanımlanamaz. Romanı, öyküsü de yazılamaz. İşkence ancak yaşanır…”
         Sonuç olarak; Farklı tarihlerde, farklı mekanlarda, farklı işkence timleri tarafından, defalarca ve günlerce değişik işkence metotlarına maruz kalmış biri olarak, “İşkence yapanların, çocuklarınında işkence görmeyeceği bir dünya özlemiyle” yazıldı bu yazı. Ve son soru olarak, bu yazıyı okuyan herkesin kendisine sormasını istiyorum; böyle bir dünya için hepimiz üzerimize düşeni yapıyor muyuz dersiniz?  H.GÜRERSuisse/Genève16 Décembre 2014 
 Michel Foucault ‘Hapishanenin Doğuşu’ Çev.M.Ali Kılıçbay ,İmge yay. 2.Basım s.114Michel Foucault ‘Hapishanenin Doğuşu’ Çev.M.Ali Kılıçbay ,İmge yay. 2.Basım s.34-36

 

76735

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Son Haberler

Sayfalar

Misafir yazarlar

Devrimci Pratik ve Militanlaşma

Günlük, üretkenlikten yoksun, kendini tekrarlayan faaliyetler militanlaşma anlamında bir gelişmeyi tetiklemez. Yine devrimci pratiği zayıf bir özne, her şeyden önce geçmiş olumsuz alışkanlıklarıyla devrimci bir tarzda hesaplaşmaya girmez. Yani düşünsel ve pratik olarak küçük burjuva düşünüş ve yaşam tarzından militanca bir kopuş sürecine yönelmez. Çünkü devrimci militanlaşma proleter düşünüş tarzına aykırı olan her türlü burjuva anlayışla hesaplaşma düzeyine bağlıdır. Sade bir dille ifade edecek olursak; köklü bir kopuş, çok yönlü ve kapsamlı bir hesaplaşmayla mümkündür.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - I

Toplumda ve doğada yaşanan her değişim, dönüşüm ve gelişmeye koşut olarak, her olgu ve kavram gibi, CHP de elbette ki tartışmalar konusu olabilir, olmalıdır da. Bunda herhangi bir anormallik olmasa gerek. Hayatta, ortaya çıktığı o ilk andaki haliyle, değişmeden kalan/kalabilen hiçbir şey olamayacağına göre; CHP’de de bu kural gereği, el mecbur, bazı değişim ve dönüşümler yaşanacaktır. Bunu yadsımak, hayatın diyalektiğini yadsımakla eşanlamlıdır.

Tutuculuk,dogmatizm ve tabela devrimciliği devrime vardırmaz!

Kısa bir süre önce, “Bu Kendi Kendimizi Kandırmamız Daha Ne Zamana Kadar Sürecek Acaba?” başlıklı, kısa-özlü bir yazı kaleme alıp, bloğumda paylaşmıştım.

Yazıda Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketinin içinde bulunduğu olumsuz durum ve açmazları özetlenmiş, kendi kendine yapageldiği ajitasyona ve kafasını kuma gömme hallerine dikkat çekilmiş ve son paragraf olarak da şu soru sorulmuştu:

Tehlikenin farkında mıyız?

"Türkiye yüzyılı maarif modeli" ile hedeflenen şey; Devlet eliyle "dindar ve kindar nesil" yetiştirmek ve tedrici geçişle din esaslı bir rejim inşa etmektir,

Öncelikle ve de tereddütsüzce idrakinde olunmalı ki bu konuda yapılmak istenenin tümü, ‘toplumsal mühendislik’ yöntemleriyle, zamana yayılı olarak tamamen Erdoğan’ın ‘gizli ajandasının’ şu son derece aleni ideolojik tercihlerini hayata geçirmek maksadıyla yapılmaktadır. Yani asla ‘masumane’ ve de spontane şeyler değil bunlar. Örneğin şöyle diyordu fiiliyatta kendisine İslâm halifesi misyonu yüklemiş olan Erdoğan:

Bugün Galatasaray Meydanında bariyerler bir genişledi ve arkasından geri daraldı.

Meydana gelmeden meydana açılan her yol denetim altına alınmış, polis denetiminden ve üst aramasından sonra meydana girdik... Arkasından heykelin olduğu yere geldim, orası da bariyer ile çevrilmişti, ön taraftan giriş yerine yan taraftan giriş açılmıştı, oradan da üst aramasından geçip oturma eyleminin olacağı heykel çevresine geldik. Heykel, cumhuriyetin 50. Yıl heykeli. 100. Yıl heykeli yapıldı mı bir yerlerde bilmiyorum...

Bariyer içinde bariyer ve onun içinde izin verilen sınırlar içinde acılarımızı haykırmak!

Disiplin anlayışımıza eleştirel bir bakış – II

II.Bölüm:

Laz Nihat’ın başında bulunduğu ekip, öylesine şuursuzca bir gözü kapalılıkla kontraya tabi hareket etmekteydi ki düşünün, düşman operasyonlarının sürmekte olduğu bir arazide, başta ben olmak üzere, kendilerinden yana tavır almayacaklarına kanaat getirdikleri bir grup gerillayı silahsızlandırarak, öylece araziye terk etmeyi bile göze alabildiler… 

Disiplin anlayışımıza eleştirel bir bakış – I

Aslında bu konuyu yıllar önce kaleme aldığım “Dersim Dağlarında” ve “Mao Zedung Değerlendirmeleri” isimli kitaplarımda, yaşanan somut örnekler üzerinden irdeleyip, kendimce, genel yaklaşımın ne olması gerektiğini, özlü bir perspektif olarak ortaya koymuştum. Ancak ne var ki bu kitaplarda ki tüm diğer konular olduğu gibi, bu konu da ‘meşru muhatapları’ olması gereken kişi ve yapılarca; ‘üç maymun’ seçeneğiyle karşılanmaya devam ediyor.

TKP-ML Merkez Komite: Pratiğimizde Bilinç, Bilincimizde Rehberdir İbrahim Kaypakkaya!

Coğrafyamız komünist önderi ve Demokratik Halk Devrimi’nin sönmez meşalesi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed Hapishanesi’nde katledilmesinin 51. yılındayız. Önder yoldaşımızın 18 Mayıs 1973’te katledilmesinden sonraki yarım asırlık zaman diliminde Türkiye ve Türkiye Kürdistanı toplumsal mücadeleleri tarihinin gelişim seyri, İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini sadece doğrulamakla kalmamış aynı zamanda güncel kılmıştır.

Selahattin Demirtaş'a ve bütün tutsaklara...

"YÜREĞİN UMUT ETTİĞİ O ADRESTE" "LI DILÊ KU DIL HÊVÎ DIKE"

Düşkünlüğün, alçaklığın, düzenbazlığın, bağnazlığın, ırkçılığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, bencilliğin, rezilliğin ve vurdumduymazlığın rağbet gördüğü bu topraklar sana göre değil dostum.

Yıllardır tanırım seni.

Hani, yüz yüze görüşmüşlüğümüz olmasa da, beraber oturup bir bardak çay içmemiş, tek kelime sohbet etmemiş olsak da, sen hep aşinaydın bana.

Bir aralar bu aşinalığa bir isim bulayım dedim ama inan hiçbir yere oturtamadım.

Akraba desem, değil.

Komşu desem, hiç değil.

TKP-ML MK Siyasi Büro Üyesiyle Röportaj: “Partimiz 53. Mücadele Yılında Faşizme Karşı Savaşını Kararlılıkla Sürdürecektir”

” Kitlelerin hakim sınıfların siyasetinden bağımsız, kendi siyasetini örgütlenmesi ve dahası bir güç olarak ortaya çıkmasını önemsiyoruz. Bu anlamıyla başta İstanbul 1 Mayıs Taksim alanı olmak üzere, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve halk gençliğinin 1 Mayıs’ta Alanlara çağrısını değerli ve anlamlı buluyoruz.”

– Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?

– İsmim Özgür Aren. TKP-ML MK, Siyasi Büro üyesiyim.

Tayyip'i, tayyip'e olan güvende yendi

Ah... kuzucuğum ah...

Ne oldu bize böyle.

Ne oldu.

Her şey tıkırında giderken...

Neler yaşadık böyle.

Bu seferde kediler chp'nin lehine mi trafoya girdi ne

Veyahut da.... veyahut da...

"Sizin siyasetçiler bizim sermayeden bir kaç kişiyi yemeye niyetlenirde  bizde hemide hala iktidardayken sizlerden daha fazlasını ham... ham... etmeyiz mi ha..." demenin yarattığı korku uzlaşısı dolu komplo teorileriyle mi  bundan sonraki seçimleri açıklayacağız.

Yoksa... yoksa...

Daha dün bir; bu gün iki

Sayfalar