Perşembe Nisan 24, 2025

Var Olan Duruma Saldırmak...

Komünistler, nesnel durumu kabullenerek, teslim olmak değil, tersine, onun çelişmelerini doğru bir şekilde analiz edip,  koşulları devrimci bir tarzda değiştirme mücadelesinin prensibine sahiptirler. 

 

AKP önderliğindeki Türk devleti, kitlelere cepheden savaş açımıştır. Son olarak, Kobane’deki Kürt direnişinin desteklenmesi ve Türk devleti destekli İŞİD saldırılarının protesto edilmesi için 7-9 Ekim arasında ayağa kalkan kitle gösterilerine karşı vahşice saldırılması ve 50’e yakın insanın katledilmesi, Türk devletinin bundan sonra ne yapabileceğini de net olarak ortaya koymuştur.

Faşist Türk devleti, bunu ilk kez yapmıyor. Gezi olayları sırasında da aynı yöntemi kullandı. Ve yeni çıkaracakları yasalarla polisin silah kullanmasını meşrulaştırması ve tutuklamaların polisin kefiyetine bırakılması, devletin, devrimci ve ilerici güçler başta olmak üzere, haksızlıklara karşı çıkanlara, “düşman” mumalesi yapacağıda belli olmuştur. Eli kanlı diktatör Erdoğan, uzun zamandır, AKP’ye ve onun uygulamalarına karşı çıkan herkesi “vatan haini” ilan etmekten geri durmaması, kitleler üzerinde korku ekme propagandasıdır.  

AKP  ve arkasındaki sermaye güçlerinin Türk devletini ele geçirmeleri ve diğer egemen kesimi sindirmeleri, baskı yoluyla olduğu için, bundan sonrada baskıları her geçen gün artırarak  ve yaygınlaştırarak iktidarını korumaya stratejisini elden bırakmayacaktır.

AKP, seçimle iktidara gelmesine karşın, onu seçimle geri vermeyi düşünmüyor. AKP, bundan sonra seçimi kaybetmeyecek şekilde koşullarını oluşturmaya çalışıyor. Devleti ve onun kurumlarını bütünüyle ele geçirmesi ve kendi çıkarlarına uzgun yasalar çıkarmasının bir nedeni de budur. Bunun birinci yolu devlet terörünün yagınlaştırılmasıdır. Baskıları artırması tam bir polis devleti olması ve hatta 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Cunta’nın uygulamalarından daha baskıcı olması, bundan sonra iktidarı seçim yoluyla vermeyeceğinin işaretini verdiği gibi, bunun kendince “yasal” zeminlerini de oluşturmaktadır.  

Faşist AKP ve onun devleti, iktidarı kaybetmemek için, dinsel görünümlü “iç savaş” çıkarma kozunuda elinde tutmaktadır. Bunu söylem üzerinden yaparken, kitlesel alt yapısını da oluşturmaya çalışıyor ve kendisine karşı çıkan (ilerici ve burjuva) muhalif kesimlere karşı bir tehdit olarak elinde bulundurmaktadır. Bunun gerçekleşip gerçekleşmemesi, komünist ve devrimcilerin kitleler üzerindeki etkisiyle de yakından ilgilidir. Böylesi bir durum, AKP’nin sonunu getirmesi bir yana, kitleler içinde dinsel farklılıkların düşmanlığa vardırılması, sınıf mücadelesinin gelişmesinin oldukça gerilere ötelenmesi  anlamına geliyor.

AKP, Mısır’ın Mübarek’ini, Tunus’un Bin Ali’sini ve daha bir çok faşist diktatörü ve onların uygulamalarını kendisine örnek almaktadır. Onlar 30 yıl iktidarda nasıl kaldılarsa, AKP’de, aynı yöntemle iktidarda kalmayı düşünmektedir. Hazırlıklarını ve “yasal” ortamı buna göre oluşturmaktadır. Var olan durum kabullenildiğinde, kitleler sindirilip susturulduğunda, olacağı da bu olacaktır. 

Türk devletinin faşist uygulamalarına karşı, Avrupa ve ABD’den “demokrasi” destekleri bekleyenler boşuna bekleyecektir. AKP, ABD’nin sözünden çıkmayacaktır. İçerde “kükreyip”, dışarda ise süt dökmüş kedi rolüne devam edecektir. İktidarda kalması için başka şansı da yoktur. Bu nedenle de içerideki faşist uygulamalarına AB’li “demokrasi aşığı” devletlerden kaz çığlıkları gelsede, emperyalizmin çıkarlarının korunuyor olması, “en iyi demokrasi” olacağı için, emperyalist burjuvazi Erdoğan’a “kızıyor” gibi yapacak, ama onu kullanmaya devam edecektir. Ta ki, içeride ciddi halk muhalefeti yükselene kadar. 

Türkiye’nin toplumsal dokusu, yukarıda örneklerini verdiğim ülkelere benzemiyor. Türkiye Devrimci Hareketi, şu anda işçi sınıfı ve emekçiler içinde etki ve örgütlenmelerinin zayıf olmasına karşın, köklü ve direngen bir gelenege sahiptir. İkincisi; devrimci demokrat güçlü bir kesim vardır. Üçüncüsü; laik yaşama alışmış ve dinciliği kabul etmeyen bir orta burjuva ve küçük burjuva kesim vardır. Ve bunlara ek olarak ve toplumsal mücadele içinde önemli bir yeri olan ilerici Kürt Ulusal Hareketi’nin varlığı vardır.

Her şeyden önce Gezi, yani Haziran Ayaklanması yaşanmış bir ülkede, Türk devleti istediklerini istediği yerine getiremeyecektir. Çünkü, Gezi’ye katılanların tümü (bir kısmı kemalist laik kesim olmasına karşın) AKP’nin dayatmalarına karşı sokaklara çıkarak direnmişlerdi. Bu önemli bir toplumsal gelişme ve deneyimdir. Yine, 7-9 Ekim arasındaki direniş ve gösterilerde (ki, bunların büyük çoğunlu Kürt illerinde gerçekleşmişti) kitlelerin baskılar karşısında boyun eğmeyeceğinin göstergesi olmuştur.

Diğer bir nokta ise, AKP’nin devleti ele geçirmesine karşın, buna muhalif olan bir burjuva kesim (TÜSİAD’ın önemli bir bölümü) vardır. Her ne kadar “uzalşmış” gibi gözükselerde, sömürüden daha fazla pay alma konusunda uzlaşmış değillerdir ve bu “uzlaşmayla” çözümlenebilecek bir sorun da değildir. Bu çelişme, değişik burjuva kesimler arasında, her zaman yeni çelişmeleri ortaya çıkaracak temel çelişmelerden biridir. Bal tutan parmakları yalnızca sahibinin yaladığı gibi, iktidarı elinde tutanların, sömürüden daha fazla pay aldığı gerçeğini de gündemde tutuyor.

AKP, baskı ve şiddetle iktidarda duruyor ve ancak bu yöntemle iktidarını bir süre daha sürdürebilir. İktidarda kalmasının başkada bir dayanağı yoktur. Faşist devlet terörüyle kitleleri korkutup sindirmek ve korkunun üzerinde iktidarda kalabilmek... AKP’nin tek şansı bu. Bu nedenle de, devlet terörünü en ağır bir şekilde uygulamaya çalışacaktır.

Devlet terörörünün varlığı, AKP iktidarının hem güçlü hem de en zayıf ana noktasını oluşturmaktadır. Karşı-devrimci şiddet, kaçınılmaz olarak devrimci şiddetinde gelişmesinede hizmet edecektir. Bu herzaman böyle olmasa da, Türkiye gibi bir ülkede (devrimci hareketlerin varlığı, Gezi ve Kürt ulusal hareketi vb.) iktidarın faşist baskıları karşısında devrimci şidetin gelişmesine ve kitle hareketlerinin yaygınlaşmasına da neden olacaktır. Ve AKP (Türk devletinin) faşizmini geriletecek olan da yine işçi ve emekçilerin devrimci direniş hareketleri olacaktır. Bunun gelişmesinin ekonomik ve siyasal bir zemini vardır. Zayıf olan yan örgütsüzlüktür. Bunun geliştirilmesi gereklidir.

AKP iktidarının diğer bir kozu ise, kitleleri din kimlikleri üzerinden bölmek ve bunu yaygınlaştırmaktır. Bunun yasal zeminin oluşturdu denebilir. Ülkeyi islami (şeriat usullerine göre) yönetmesi. Bugün en koyu bir şeriat yönetimi olmasada, gidişin ona doğru hızla gittiği bir gerçektir. AKP, içeriden fazla bir baskıyla karşılaşmadığı sürece, şeriatcı yönetimi güçlendireceği bir gerçektir. Çünkü, iktidarda kalmasının bir yöntemi şiddetse, bir yöntemi de birincisinden daha fazla etkili olan şeriatcılığın yaygınlaştırılmasıdır. Kitleleri baskı altına almanın en etkili yollardan biri, onları dinle uyutmaktır. AKP’de bunu yapıyor.

Ne var ki, ülkenin toplumsal dokusu buna fazlaca izin verecek durumda değildir. AKP, bu konuda da oldukça zorlanacak ve kitlesel karşı koyuşlarlada karşı karşıya kalacaktır.

Türk devleti, kendine Molların İran'ını örnek alsada, bir İran olamayacağı, tarihsel ve toplumsal nedenlerle yakından ilgilidir. İran, emperyalistler tarafından “yalnızlaştırılsa”da, yalnız bir ülke değildir. Fakat, Türk devletinin “dostu” olamaz. Bunun tarihsel kökleri vardır. Diğer bir ayrıntı ise, İran islam devrimi kanlı bir devrimle ve geniş bir kitlesel katlımla kurulmuştur. Humeyni’nin “İslam devrimi”, her ne kadar kısa bir süre içinde devrimi destekleyen kitlelere karşı bir devrim olsada, İran burjuvazisi egemenliğini sağlamlaştırmıştır. İran, Rusya ve Çin ile "dost" olabilir ya da o kamp içinde yer alabilir, ancak, Türk devletinin böyle bir şansı yoktur.

Türk burjuvazisinin Batı ile sıkı bir ilişkisi vardır ve sermayenin önemli bir bölümü emperyalist Batı burjuvazisine aittir. Türk egemen burjuvazisi batı ile ilişkilerini kesemez, kesmesi onun ölümü demektir. İran’ın petrol ve doğal gazı vardır, İran burjuvazisi esas olarak bu yolla ayakta kalabildi. Türk devletinin “inşaat sektörü” ise, onu ayakta tutmaya yetmez. Bu, “inşaat balonu”da, “sıcak para” dedikleri emperyalist sermayenin girişinin durması ya da azalmasıyla beraber patlayacaktır. Kayıt dışı sermaye giriş-çıkışları da sorunu çözmeye yetmeyecektir. Çünkü ekonominin bir ayağını da kitlelerin alım gücünün (tüketim kapasitesi) oranı oluşturmaktadır. Son zamanlardaki ekonomik veriler, ekonomik gidişatın da iyi gitmediğinin işaretlerini vermektedir. AKP şeflerinin aşırı saldırgan ve aşırı korkularının bir nedenide budur.

Ayrıca, iktidar kanadının darbe söylentileride yabana atılabilecek olgular değildir. Menderes'e yapılan darbe, aynı şekilde Erdoğan'a karşı da yapılabilir. Bunu emepryalistlerin durumu ve egemen sınıflar arasındaki çelişmelerin niteliği belirlediği gibi, kitle muhalefetinin yikselmeside egemen sınıfları böyle bir seçeneği götürebilir. kapitalizm koşullarında "askeri darbeler döneminin kapandıını" söylemek yanıltıcı ve sistemin karakteriyle uygunluk göstermemektedir.

AKP, hala güçlü bir kitle desteğine sahip olsada, bunun kalıcı olmadığıda açıktır. Desteğin bir nedeni, toplumun dinsel kamplara bölmelerinden kaynaklanmaktadır. Fakat, bu kamplaşma, ekonomik durumlada yakından ilgilidir. Kitlelerin alım gücünün düşmesi ve yoksullaşmanın artması, AKP’nin din destekli tabanını da azaltacaktır. AKP, “biz gidersek din elden gider” demesi, yoksullaşan kitlelerin karnını doyurmaya ve onları AKP’ye köle olarak bağlamaya yetmeyecektir. 

Faşist Erdoğan ve sermaye güçleri, iktidarda kalabilmek için, direnen kitlelere karşı, sokaklara kendi faşist-ırkçı beslemelerini salıyorlar. Demokratik hak ve özgürlükleri için sokaklara çıkan kitlelerin karşısına, devletin güvenlik güçlerinin yanısıra polis destekli faşist sivil kesimleri ve kontrgerilla örgütlenmelerini daha yoğun bir şekilde çıkarmaya hız vereceklerdir. Kitleleri bu katil sürüleriyle sindirmenin yolunu da deneyeceklerdir. Kitlelerle birleşmiş komünist ve devrimcilerin, bu katil sürülerine karşı daha aktif bir mücadele etmenin yolları her zaman vardır. Bireysel militan mücadele yerine kitlesel militan mücadele öne çıkarılmalıdır.

AKP, bir 12 Eylül AFC gibi, kitleler üzerine ölü toprağı seremeyeceklerdir. Bu, Haziran Ayaklanması (GEZİ) ile ortaya çıktı. 12 Eylül 1980’nin koşulları ve onu gerçekleştiren güçler ile AKP’nin durumu aynı değildir. 

 

Devrimcilerin Görevi

Devletin karşı-devrimci terörü, devrimci ve komünistlerin örgütlenme ve mücadele ortamını zorlaştıracaktır. Bu, burjuvazinin yoğun saldırısıyla yakından ilgilidir. Ama, aynı zamanda, lehine bir ortam da doğuracaktır. Karşı-devrimci saldırılara karşı devrimci saldırı ortamının gelişmesine zemin hazırlayacaktır. Bu hem kitlesel anlamda hem de, faşist devlet terörüne karşı koyma açısından böyledir. Faşist devlet terörüne karşı devrimci-demokrat güçlerin ortaklaşa hareketinin güçlenmesinin siyasal koşullarını da oluşturmaktadır. Devrimci-demokratik öğeleri esas alan hiç bir birliğe kayıtsız kalınmamalıdır. Ama, şovenist eğlimli birliklerden uzak durulması gerektiği bir o kadar açıkken, diğer bir nokta ise;  KUH’ni daha geri pozisyonlara çekme eğlim ve politik taktiklerine karşı çıkılmalı ve teşhir edilmelidir.

Sosyal-şovenist tutumlara girilmedikçe Kürt Ulusal Hareketiyle ortaklaşa hareket etmenin koşulları olmaya devam edecektir. Çünkü, Türk devleti Kürt ulusal sorunu çözme değil, bastırma ve elimine etme amaçlı hareket etmektedir. Türk devletinin “çözüm süreci”, bir oyalama sürecinden öteye geçmedi ve bundan sonrada, çok olağanüstü durumlar gelişmedikçe geçmeyecektir. KUH içinde “kötü uzlaşıcı” eğilimler olsada, koşullar, en azından Türk devletinin ırkçı-şoven tutumu buna şimdilik engel oluşturuyor

Burjuvazi, kitlelere, özellikle de işçi sınıfına, sınıfsal kimlik yerine dinsel kimliği dayatmaktadır. Türk devleti, burjuvaziye, grev ve direnişlerin olmadığı bir cennet vaadediyor. Bu cennet, baskı altında tutulan işçi ve emekçilerin aşırı sömürülmesine ve suskunluğuna dayandırılmak isteniyor. 

Egemen sınıfların, saltanatına son verecek olan hiç kuşkusuz işçi sınıfının devrimci mücadelesi ve onun kazanımları olacaktır. Bu hem tarihsel ve hem de siyasal olarak böyledir.  Sınıfa güvenmek ve sınıfı devrimci mücadele içine çekmek, siyasal ve sosyal yapının değiştirilmesinin de anahtarıdır. Demokratik hak ve özgürlükleri elde etmek önemli ve vazgeçilmezdir, ancak yeterli değildir. İşçi sınıfının siyasal iktidarı burjuvaziden alma mücadelesi ve bunu başarması, bir öncekinin zemini üzerinde yükselecektir. Bu gerçeklik teorik ve pratik olarak, her zaman gözönünde bulundurulmalıdır.Çünkü,bütün gelişmeler sınıf mücadelesi çerçevesi içinde olmaktadır. 
Var olan durumu kabullenip, ona boyun eğmek değil, ona saldırarak çelişmeleri keskinleştirmek tarihsel bir görevdir. Bunun yolu kitlelere güvenmekten, işçi sınıfının devrimci nesnelliğine güvenmekten geçmektedir. Bir buçuk yıl önce Gezi'yi yaşayan ve daha bu ay içinde ciddi bir baş kaldırışta bulunan bir halktan umudu kesmek devrimcilerin tavrı olamaz. Tersine, ateşi körüklemek, devrimci dinamizmi yeniden yeniden örgütlemek, faşismin baskılarına karşı, kitleleri tekrar ve tekrar sokakları zapt etmeye itecektir. Yılgınlık değil, yaşamın her alanında direniş örgütlenmelidir.

26.10.2014


80422

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Son Haberler

Sayfalar

Yusuf Köse

Örgütlenme, Özgürleşme Ve Devrimin Güncelliği[1]

 

 

“İnsanlara şunu söylüyoruz:

Yalancıların maskelerini kaldırın,

körlerin gözlerini açın!”[2]

 

Sürdürülemez kapitalist çılgınlık şahsında, “Cehennem boşalmış, şeytanların hepsi burada!”[3] betimlenmesindeki bir hâl-i pür melal ile yüzleşiyoruz.

Dört Duvar Arasında Direnenler Dışarıdakiler İçin İnat Etme Manifestosudur

Yıllardır Sosyal medyada zindanları gündemde tutmak için güncel zindan haberlerini dışarıya ulaştırıp tutsak aileleri ve zindan arasında köprü olma misyonu ile tanınan bir hesapsınız. “Rojevazindanan” ismi ile dikkatleri üzerinize çekiyorsunuz. Twitter, instagram ve Facebook gibi geniş kesimlerin kullandığı bu mecraların hepsinde aynı anda aynı haberleri paylaşmanız da ayrıca emek isteyen bir çalışma. Biz Kaypakkayahaber sitesi olarak kitlesel refleks ve duyarlılık yaratmaya çalışan bu hesapları daha da iyi tanımak babında bir röportajı gerçekleştirmek istiyoruz.

Zafer ve yenilgilerle dolu bir tarih! Yarım Asırlık Mücadele Yolumuzu Aydınlatıyor

Proletarya partisinin kuruluşunun ve mücadeleye atılışının 50. yılındayız. Bu süre içinde mücadelesini kesintisiz sürdüren proletarya partisi, onu var eden koşullar devam ettikçe kuşkusuz varlığını devam ettirecektir.

Sınıf bilinçli proletaryanın öncü müfrezesinin ülkemizdeki varlık nedenleri, sistemin çöküntü içine girdiği günümüz koşullarında kendisini çok daha yakıcı dayatır duruma gelmiştir. Ve elbette ki proletarya partisi üstlendiği tarihsel rolü yerine getirecektir. Çünkü onun mücadelesine yol gösteren sağlam temellere dayalı ideolojik-politik pusulası vardır.

Eski sloganlar bugüne hitap etmiyor…(İsmail Cem Özkan )

Eski sloganlar atılıyor, eskisi gibi heyecanlı değil, çünkü ortam ve zaman değişmişti, eski sloganların ruhu da çoktan bizi terk etmişti... İnat ile eskiden kalan sloganlar atılıyordu ama o sloganlar bugünün sorununa yanıt vermiyor, sadece eski arkadaşlara "biz ayaktayız, yok olmadık, gelin bir arada olalım!" çağrısıydı. Fakat çoktan ayrılmıştık, ruhen bir arada ama eskinin yaratılmış öyküleri de abartılarak anlatılırken gerçeklikten uzaklaşmış ve eskinin yeniden yaşayacağı iyimserlik dışında bir arada olacağımıza dair her hangi bir şey söz konusu değildi...

Siyaset Yapma Tarzımız ve Verili Koşulların Önemi Üzerine

 


   Son dönemlerde kurumlarımızın yaptığı konferanslarda, basın açıklamalarında `Verili koşullar` dan bahsediliyor. Verili koşullardan kasıt, somut koşulların somut tahlili.

Ölümsüz(ümüz)dür NÂZIM HİKMET[1]

Pişman değilim yaşadıklarımdan,

öfkem belki de yaşayamadıklarımdan.[2]

 

“Ew çend giringî pê bide jiyana xwe ku di/ heftêyem de jî wek mînak çandina darzeytûnê bibe// Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin,” dizelerinin hakkını bir komünist gibi yaşayarak verdi. Eylül 1961’in Doğu Berlin’indeki, “sözün kısası yoldaşlar/ bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da/ insanca yaşadım diyebilirim,” demeyi de sonuna kadar hak etti…

Türkiye’de Durum: Çürüme ve “Çökme!”

Açıklama: Aşağıdaki makale Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist Merkezi Yayın Organı Komünist’in Mayıs/2022 tarihli 76. sayısından alınmıştır.

İnsanî Mecburiyet(İmiz)dir Aşk[*]

 

 

“Güzelliğin beş para etmez,

bu bendeki aşk olmazsa.”[1]

 

Lev Tolstoy’un “Gerçekten aşk var mı?” sorusu bana hep itici gelmiştir; William Faulkner’in, “Aşkı kitaplara soktukları iyi oldu, yoksa belki de başka yerde yaşayamayacaktı,” tespiti gibi.

“Neden” mi?

Var olmayan şey soru(n) da ol(a)maz, ders kitaplarına da gir(e)mez…

SADAT

Son günlerde gündem olan SADAT ve Özel Savaş Şirketleri'ni, yeni yayınlanan “EMPERYALİST TÜRKİYE” (El Yayınları) kitabımda ele almıştım. Oradan kısa bir bölümü yayınlıyorum

Türk Tekelci Devleti’nin Paramiliter Gücü[1]

 

Yusuf Köse

TKP-ML -MKP: Cesaretimizin Sönmeyen Meşalesi Komünist Önder İbrahim KAYPAKKAYA Ölümsüzdür!

Dostlar, Yoldaşlar;

Bugün burada, ülkemiz devriminin önderini, kökleri asla sökülmemecesine toprağın derinliklerine işlemiş bir geleneğin yaratıcısı İbrahim Kaypakkaya yoldaşı anıyoruz.

Bugün burada, Marksizm-Leninizm-Maoizm’in usta bir öğrencisi olan komünist önderimizi anıyoruz.

İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır zindanlarında işkenceyle katledilmesinden bugüne kadar geçen 49 yıl içinde gerek mücadele yaşamı gerekse de ileriye sürmüş olduğu tezler nedeniyle güncelliğini korumaktadır.

Anlamak, Hatırlamak Zamanıdır Şimdi[*]

 

 

“-Prometheus: Ölüm kaygısından kurtardım ölümlüleri.

- Koro: Nasıl bir deva buldun bu derde karşı?

- Prometheus: Kör umutlar saldım içlerine.”[1]

 

O sadece kasketli değil; kasketin en çok yakıştığı insandı.

Benjamin Franklin’in, “Bazıları 25’inde ölür ama 75’ine kadar gömülmezler,” saptamasını tekzip eden bir mücadelenin, direncin, tarihin -ve elbette acının- adıydı.

Sayfalar