Çarşamba Mayıs 8, 2024

Armenak Bakırcıyan’ı Saygıyla Anıyoruz / Արմենակ Պագըրճեանը հարգանքով կը հիշենք

kaypakkaya-partizan
Gizlenen, tabu ve yasak olan gerçeklikleri yazacak birileri elbette çıkacaktır. Nitekim çıkıyor da işte. Benim karnımı zorla doyurmaya çalışan biri olarak, ne yazık ki elimden bir şey gelmiyor ama buradan naçizane bir çağrım olacak. Varsa yetenekli ve gerçekten yaşamın gerçeklerine duyarlı bir sinemacı, bu romanı mutlaka okumalı ve bu kutsal yaşamı beyaz perdeye aktararak, milyonlara mal etmelidir.

 

Belge Yayınevi’nden çıkan Murat Kahraman’ın “Çığlık” adlı romanını okudunuz mu? Kitapta adı geçen Orhan Bakır, Hayrettin Bakış ve Metin Kaya gibi kişiler, değişik tarihlerde çıkan çatışmalarda yaşamlarını yitirdiler. Ama üzerimizde bıraktıkları iz asla silinmedi. Hele Orhan Bakır’ın anlatıldığı yerde, ağlamayı beceremiyen biri olan ben, yüksek sesle çocuklarımın içinde ağladım. Orhan’la ilgili bölümde etkilenmemin en önemli nedeni, birincisi benim de Dersim’de yaşayan Ermeni oluşum, ikincisi ise, Orhan’ın bölgeye gelmesiyle kendi gerçek kimliğimi buluşum ve “son anda” öğrenişim. Bilemiyorum bu satırdan sonra nereden başlıyayım. Kitap tanıtımı yaparken,galiba bir de istemeden kendi öykümü anlatacağım. Çünkü birinin anlaşılabilmesi için diğerinin de bilinmesi gerekir.

“Azad evinize kaçaklar geldi”

Mayıs ayıydı, Dersim o yıl çetin bir kışın ardından bağrını delirircesine çılgın bahara bırakmıştı. O gün sürüyü eve geç getirmiştik. Köye döndüğümüzde köy sanki başkaydı. Köyün içine girdiğimizde, köyümüzün en meraklı kadını yanaşarak, “Azad evinize kaçaklar geldi” dedi, hızla eve doğru yürüdüm. Devletin adını “eşkıya, terörist” yöre halkının ise “devrimci” dediği, ikisi kız dört kişiydiler. Kamburu çıkmış hasta ve yaşlı babam ise en az davetsiz misafirlerimiz kadar tuhaftı.

Normal zamanlarda zar zor kalkan babam, misafirlere “servis” yapıyordu. O yıl erken doğum yapan bir keçimizin oğlağını misafirlerine kesmiş, kendi temizlemiş ve kendi yöntemleriyle pişirmişti. Fakat misafirlerin ve ablamların tüm ısrarlarına rağmen bırakın yemek yemeyi, sofraya bile oturmuyordu. Bir çocuğun sevinç dolu ifadesiyle durmadan közün üzerine et atıp kızartıyor, servis yapıyor ve konukların daha nelere ihtiyacı olduğunu soruyor, bizlere de yiyecek olarak ne varsa getirmemizi söylüyordu. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, bir de gurubun lideri olan gencin başını okşuyordu.

Babama ne olmuştu?”

Yemekler yenildi, çaylar içildi. Ev bir düğün evine dönüverdi. Sohbetler, tartışmalar, meraklar ve ilginç sorular birbirini kovalayıp gitti. Grubun liderinin yüzü yabancı gelmiyordu, bir yerde görmüş gibiydim. Babam, onu kolundan çekerek yan odaya çağırdı. Aklımda onlarda kalmıştı. Ama kapı, arkadan babamın bastonuyla desteklenmişti… İçeride ses yoktu. Sadece ağlamaya benzer bir inleme vardı. Paniğe kapılarak var gücümle yaslandım. Paldır küldür içeri daldım Babam,onu dizlerinin üzerine yatırmış, bir taraftan okşuyor, bir taraftan ağlıyordu. Bu manzara karşısında adeta sok oldum. Babama ne olmuştu? Bu adam kimdi?En önemlisi nereden tanıyordu? O anın stresi ve korkusuyla “Ne oluyor baba?” diye bağırdım. Babam beni tanımıyor gibiydi, yabancılaşmıştı. “Burada ne oluyor baba? Bana bir şey açıklamayacak mısın?” diye tekrar bağırdım. Babam hiç kızmadı, tepkide vermedi.Gözyaşlarını sildi.Sigarasından bir yudum aldı. El işaretiyle beni yanına çağırdı, “Oğlum Azad bu genç Orhan Bakır’dır” dedi.

Orhan diye bir genç

Orhan, 1978′de İzmir Buca Cezaevi’ndeyken, diş çektirme bahanesiyle Ege Üniversitesi’ne sevk edilmiş, orada örgüt arkadaşları tarafından kaçırılmıştı. Firar eylemi esnasında Orhan’a direnen bir asker ölmüştü; Olayın ardından basın Orhan’ın boy boy resimlerini yayınlayarak, “Ne kadar kan dökücü” olduğundan, “Azılı Ermeni terörist”liğinden bahsediyor, hakkında ölüm kararı veriliyordu. Orhan her yerde “infaz emriyle” fellik fellik aranıyordu. Evet gazetelerde çıkan resminden onu tanıyordum.

Yine de babamın niçin ağladığını çözememiştim. Orhan’ın işaretiyle hazırlanan grup köylülerden müsade istedi. Her şey için teşekkür ederek, tek tek tokalaştılar. Babamın elini öpen, Orhan, başını zar zor babamın koynundan kurtardı. Babam, kimsenin anlamadığı bir dilde mırıldanıyor, sanki dua ediyordu.

Bu dil kimindi?

Babamla uzun süre konuşmadan oturduk. Elindeki odunla ateşi kurcalarken, yine o garip dille “Bingöl” türküsünü söyledi. O an babam tanıdığım babam değildi, güzeldi, olağanüstüydü ama en önemlisi de ilk kez bir türkü söylüyordu. Ben ise onun 29 yaşına gelmiş oğlu, o türküyü ve türkünün sözcüklerini ilk kez duyuyordum. Daha fazla dayanamadım. Babamın türküsünü kestim: “Baba, Allah aşkına ne oluyor? Haydi hiç bir soruma cevap vermedin, ama bu kullandığın dil kimin dili? Bari bunu söyle!” Babam, türküsünü bitirdi. Dönüp bana baktı. Sanki gözyaşları gözlerini yıkamıştı. Öyle güzel ve içten bir bakış fırlattı ki, o anı hiç bir zaman unutmadım. Dudakları belli belirsiz gülümsedi: “Oğlum bu bizim dilimiz!” diye cevap verdi. Sonra yine yüzü acıya gömülür gibi oldu ve sustu.

Tüm ısrarlarıma rağmen, ve hatta kızmama rağmen bir şey söylemedi. Sadece yerinden doğrulurken, yüzüme doğru eğildi: “Azadım,” dedi. “Bir gün sana her şeyi anlatacağım, o gün mutlaka gelecek!” deyip yatağına doğru yürüdü… Aradan epey zaman geçti. Bahar yaza, yaz güze döndü. Babam, bir daha benimle sohbet etmedi. Her akşam, Halvori’ye doğru giderek, yıkık kilisenin tam kenarında oturuyordu. Sürekli birilerinin gelişini bekler gibiydi. Bense babamın, “Bir gün bana mutlaka söyleyeceği” sözün ne olduğunu merak ediyor ve o anı bekliyordum. Neydi o sır?

Daha sonra öğreneceğim bu acı ve çıplak gerçek “Gizli Hristiyanlık”, “Gizli Ermenilik”ti. Anadolu denen bu coğrafyada o utanç ve trajedi yetmiyormuş gibi, bir de ardında bıraktığı kahredici bir gerçeklik kalmıştı. Babamın Orhan’ı dizlerine yatırması tam da bu gerçeklik içinde kendi anlamını ve cevabını buluyordu. İste Murat Kahraman, “Çığlık” adlı romanında “Gizli Hristiyanlık” denen utancı, daha doğrusu o utancı yaratanların, insanları nasıl her gün öldürdüğünü anlatıyor.

Papaz olan köy imamı

Babamdan bağımsız olarak Orhan’ın Elazığlı Cami imamı, ama aslında papaz olan yaşlı Ermeniyle olan diyalog ve yaşamını konu alan bölümleri gerçekten insanı derin bir ızdırapla yüzleştiriyor. Kitabın içindeki yaşlı köy imamının durumu bu açıdan tam bir ibret vakasıdır. Kırımda ailesinin tümünü kaybeden, bu vahşete küçük yaşta tanık olan ve yaralı kurtulan papazın, yaşlı bir Yezidi tarafından kurtarılması, büyütülmesi ve eğitimini tamamlayarak sonunda imam olması öykünün satır başları.

Anadolu’da bunun örnekleri o kadar çok ki…

Kitapta Orhan Bakır ile bu cami imamı arasındaki ilişki efsanevi bir dille işlenmiş.Yaşlı imam, Orhan’ı evinin alt katında gizlice inşa ettiği kilisesinde ağırlar. İlişkileri inanılmaz bir sıcaklıktadır. Nihayetinde Orhan, Karakoçan’da pusuya düşer ve çatışarak orada ölür. İmam ise yolunu gözlediği Orhan’ın ölümünden habersiz günlerce ve aylarca bekler. Bekleme kendisinde bir sıkıntıya dönüşünce, Arapgir’de yine gizli Hristiyanlığı yaşayan Arapgirli Hüseyin’in yanına gider. Orhan’ın ölüm haberini Hüseyin’in politikayla uğraşan oğlundan duyar. Gayri onun halini anlatmak imkansızdır. Gerisin geri yola koyulur, doğruca evine varır. Papaz elbiselerini giyerek siyahlara bürünür. Haçını boynuna asar. Önce evini benzinler. Tek canlı varlık olan kedisini dışarı çıkarır. Evini ateşe verdikten sonra bir ömür boyunca büyük bir ızdırapla taşıdığı ve adeta kendisini gizlemenin kılıfı çember sakalını tıraş ederek alevlerin içine atar… Ardından da Orhan’ın vasiyeti üzerine gömülü olduğu Dersim Mazgirt İlçesi Faraç Köyü’ne doğru yola koyulur.

“Benim için türküler söyle Armenak”

Yol boyunca Orhan’la yaptığı tartışmaları düşünür. Gerçeği görüp kendi kimliğine dönmesini isteyen Orhan’a bağırışını, azarlayışını, “kendi dünyasına” dokunmamasını isteyişini anımsar. Son görüşmeleri ve ayrılışları böyledir. Mezara yaklaştığında saçlarını tarar ve ‘Ahçik’ türküsünü söyler. Şiir okur:

“Benim için türküler söyle Armenak! Karanlıklar ezginle erisin Dağ sesinle uyansın Seninle yürüsün hayat…”

Şiirde geçen Armenak, Orhan Bakır’ın gerçek adıdır. Epey yürüdükten sonra askerin engeline denk gelir. Kendisine durması ve ilerlememesi çağrısı yapılır. 70-80 yıl boyunca kendisini gizleyen yaşlı adam, “teslim ol” çağrısına yanıt vermez. “Teslim ol” ısrarları sürünce; “Tam yetmiş yıldır teslim oluyorum, yetmedi mi?…” diye haykırır…

Bundan sonrası kitapta söyle anlatılır: “Daha söylediğini tamamlamadan, geceyi bölen silah tıkırtılarıyla yere devrildi. Bağrından aldığı yaraya aldırmadan tekrar ayağa kalktı. Yürümeye devam etmeye çalıştı. Silah sesleri çoğalınca, inleyerek yere kapaklandı. Boynundaki haçı avucuna aldı. Öpmek istedi. Yapamadı. Kolları toprağın serin yüzeyine serildi.”

“Beni onun yanına götür”

Babama gelince… Orhan’ın ölümünü radyodan dinledik. Şok olmuş ve benzi solmuştu, beni yanına çağırdı. “Azadım” dedi. Yutkunuyor, ağlıyor ve konuşamıyordu. Tüm hücreleriyle acı çekiyordu.

“Orhan gitti, beni onun yanına götür”

Araba yoktu. Babamı sırtlayıp Karakoçan denen lanet diyara nasıl gidecektim? Üstelik Orhan’ın naaşı verilmemiş ve “Azılı Ermeni terörist” diye radyo ve televizyonlarda verilen anonsların ardından polis tarafından kaçırılarak gömülmüştü. Tabii, Orhan’ın hayatta iken vasiyet ettiği, “Ölürsem beni Faraç’ın bu tepesine gömün” dediği yere getirilmesi gerekiyordu. Arkadaşları Orhan’ın bu vasiyetini yerine getirmekte asla tereddüt etmediler. Naaşı polisin gömdüğü topraktan kaçırılarak vasiyet ettiği Faraç’a getirildi.

Cenaze töreni için bize haber verildiğinde babam zar zor nefes alıyordu. “Azad’ım” diye inledi elimi güçsüz elleri arasına aldı. “Yavrum, biz de Ermeniyiz. Git kardeşini son yolculuğuna uğurla ve dön!” Binlerce kişi Orhan’ın mezarının başındaydık. Kadınlar ağıtlarıyla erkeklerin gür sloganları yarışıyordu. Dönüşümde babamın baş ucuna vardığımda ağlamaktan bitkin düşmüştü. Ağrılarından mi yoksa Orhan’ın acısından mı bilemiyorduk feci ve ızdırap veren bir acıyla kıvranıyor, kesik kesik konuşuyordu. Ve zavallı babam, bu haliyle ancak dört gün daha dayandı. Bir sabah kalktığımızda ölmüştü. Ölümü de kendisi gibi güzel olmuştu…

Babamın ardından kendimi toparlamakta güçlendim. Sürekli gerçek kimliğimi sorgular oldum. Neydi, Neden olmuştu? Babam niye kendini gizlemişti, bu güne kadar yaşamıştı ve neden şimdi bunları bana söylemişti?…

Sorularımın yanıtını babamın yaşıtı arkadaşlarından öğrenmeye başladım. Yaşanan o acı günleri anlattılar. Kırım döneminde Dersim’e sığınan 25-40 bin Ermeni kurtarılmıştı. Bazı Dersimli aşiretler de onlara zulüm yapmıştı ama birçoğu da iyilik etmişti. Babam gibileri çoktu ve onlar Dersimliler’e

minnet ve şükran duyuyorlardı. Çünkü kırım anında, Dersimli ve Dersim kökenli olup da Sivas Zara’ya kadar yayılan Alevi toplulukların fedakarca kendilerini koruduklarını görmüşlerdi.

Nacizane bir çağrı

Gizlenen, tabu ve yasak olan gerçeklikleri yazacak birileri elbette çıkacaktır. Nitekim çıkıyor da işte. Benim karnımı zorla doyurmaya çalışan biri olarak, ne yazık ki elimden bir şey gelmiyor ama buradan naçizane bir çağrım olacak. Varsa yetenekli ve gerçekten yaşamın gerçeklerine duyarlı bir sinemacı, bu romanı mutlaka okumalı ve bu kutsal yaşamı beyaz perdeye aktararak, milyonlara mal etmelidir.

Yaşadığımız acıların bir daha tekrarlanmaması için bu şart!..

En azından biz yaşadık ama başka insanlar, topluluklar, halklar ve milletler yaşamasın…

Agos Gazetesi Azad DEMİR Aktaran Sako ZULALYAN

3373