Pazar Nisan 28, 2024

Kemençenin sesi yükselirken ağlıyordum çünkü babaannem yine ölüyordu;Yaşar Şimşir.

kaypakkaya-partizan

 

Babaannem öldüğünde ağlayamamıştım. Kahroluyor, nefes alamıyor, sanki görünmez bir kartal pençesi göğüs kafesimi parçalamış ve o küçücük esmer yüreğimi avuçlarında sıkıyordu. Kalbim kan revan içindeydi sanki.

Tarifsiz bir acı çekiyor ama ağlıyamıyordum. Ama orada bulunan herkesin gözleri gökgürültülü bir nisan sağanağına tutulmuştu sanki…

O anda anlayamadığım, bilmediğim dilde ve böğüre böğüre ağlıyordu herkes… Bu anlayamadığım dili, yıllar sonra mapusta öğrenecektim… Ama bunu o sırada bilmiyordum…

Daha çocuk denecek bir yaşta üç gün üç gece aç susuz dağda kalma hikayesiyle masal kahramanım olan babam; sülalenin yakışıklısı amcam ve sürgün gözlü anam başta olmak üzere herkes… O güne dek ağladıklarını hiç görmediğim o koca insanlar; utancın mayın tarlasını aşarak, yürek acılarını gözlerinin tuzlu ırmaklarında dağlamak istercesine bağıra çağıra, ağıtlar yakıp ağlıyorlardı…

Ağlıyorlardı, çünkü babaannem ölmüştü o gün…

Ağlıyorlardı çünkü dışarıda konuşmaya korktukları ve okulda, sokakta, fabrikada horlanıp aşağılanmayalım; dedeleri gibi katledilmeyelim diye, bize de öğretmedikleri o kutsal dili evde de (bizden, çocuklardan gizli) konuşacak kimseleri kalmamıştı artık..

Yani sürgünün yetimliğine, dilin öksüzlüğü eklenmişti şimdi…

Ve ona o öksüzlüklerinin dilinde veda ediyorlardı…

Oysa ki dilde öksüzlük derinleştikçe köksüzleşir insan…

Sımsıkı toprağa tutunup yüreğini besleyen damarlar, bir bir çürümeye başlar. İlk babaannenin dedenin masalları silinir hafızadan. Sonra anacığının tütün kokulu, çay karası memelerini emerken dinlediğin ninniler…

Köy adları gider onların ardından.

..Ve atalarının destanlar yazmak için koyaklarına sığındığı yiğit dağlarımızın adları…

Geçmişi olmayan ve gideceği yolu bulamayan kurumuş cangıllara döneriz dilde öksüzleştikçe. Rüzgarın bozkırlarda sürüklediği kurumuş cangıllar…

O gün ağlayamamıştım. Yürek acılarımın beni soluksuz bırakan o öksüzlük hissini tanımlamaya çalışırken unutmuştum belki de ağlamayı. Ama sonra, uzun yıllar sonra hem de, çok ağladım babaanneme… Ana dilimi öğrendikçe, o dinlediğim masallar ve ağıtlar çoğaldıkça artan bir sızı kuşatıyordu yüreğimi…

Çünkü öğrendiğim her imge, hafızamda tamamlanan bir puzzle gibi babaannemi yeniden canlandırıyordu…

Geçen gün birden o puzzle fotoğraf bir kez daha canlandı kafamda…

Çok sevdiğim bir dostum memleketinin kültür etkinliğine davet ettiğinde beni, salondan içeriye girmez duyduğum o ses; beni tekrar yıllar öncesine babaanneme, öksüzlüğe, dilsizliğe ve sürgüne götürdü…

Trabzon Çaykara Ğorğoras Köyü’nün gecesine davet edildiğimde büyük bir keyifle ‘evet’ demiştim. Oldukça kalabalık ve coşkulu bir geceden değişik fotoğraflar çekeceğimi de düşünürken, içeri girer girmez once başımı döndüren bir yemek kokusu sardı beni… Karadeniz insanının yürek sıcaklığıyla ısınan salondan yayılan yemek kokularıyla bunlar. Gözlerimi kapatıp hamsinin kokusunu içime çektiğim an başım da döndü hafiften…

Ama kulağıma gelen kemençenin o eşsiz sesiydi asıl darbeyi vuran. Anamın sıcak nefesi gibi yüreğimi titreten ezgilerin sarhoşluğuyla kayboldum Trabzon sokaklarında. Bir baktım karalahana kaşıklıyorum Eleni Çavuş’un hanesinde, bir baktım vurmuşum kendimi dağlara obrizya çiçeği toplamaktayım sevdalıma…

Ama bu da ne? Kemençeye eşlik eden şarkıcının ‘öksüz sesi’yle bitti rüya… O güzelim Pontos ezgileri köksüz populist sözlerle horona çağırıyordu öksüz çocukları…

Aynı babaannemin öldüğü gün gibi oldu esmer yüreğim. Çok acıdı ama acıyı anlamdıramadı yine de.

Dostlarımı görünce de geçip gitti bu duygu. Sonra sıcacık sarılmalar ve birbirlerimizin avuçlarına boca ettiğimiz sevda ve hasret imgeleri. Sohbetimizin en coşkulu yerinde kan ter içinde ve çocuksu bir gülümsemeyle; orta yaşlı, babayiğit bir adam yaklaştı masaya. Belli ki horonda iyice coşmuş ve benim biraz evvel misafir olduğum Karadeniz yaylalarına, çocukluğuna gitmiş ama ne ederse etsin gözlerine hapsolan hüznü silememiş…

“Ahmet” dedi dostum, bizi tanıştırırken; “Kendisi kuzenim olur. Pontoscayı çok iyi bilir ama Türk olduğunu sanır!” İçi derin sitem dolu bir şakaydı dostumun sözleri… Onaylatmak isteğiyle şaşkın baktığımı görünce “doğru” dedi sevgili Ahmet, elimi sıkarken, “İlkokulda öğretmenimden çok dayak yedim Türkçe’yi bilmediğim için”….

Ayrı coğrafyalarda büyümüştük ama hikayelerimiz ne kadar da aynıydı…

O sırada Pontos ezgileri eşliğinde Karadeniz şarkılarını bitiren şarkıcı Pontosca veda ediyordu hayranlarına…

Yüreğim sıkıştı. Ağlamak istedim olmadı. Babamın hıçkırıkları çınladı kulaklarımda. Anam ağıt yakıyordu. Yüreğim ayrı bir insandı sanki! Acı çekiyor, ağlıyordu.

Kemençenin sesi yükseldi yine. Ağlıyordum çünkü yine bir dil öksüzleşiyordu ve ben bunu tüm yüreğimle hissediyordum…

Ağlıyordum. Çünkü babaannem yine ölüyordu.

1460