Pazar Mayıs 5, 2024

Altın eller ile kanlı eller -3-

Res ül Ayn kampı: Bağdat Demiryolu hattında bulunduğu için önemli konuma sahipti. Çeçenlerin daha çoğunlukta olduğu yerleşim alanları vardı. Kaymakam Yusuf Ziya Bey katliam görevini yerine getirmediği için görevden alınmış, Çeçen göreve getirilmişti. Naim Efendi, Meskene’ye (Emar) gelmeden önce Res ül Ayn'da reji katibi görevinde bulunuyordu. Naim Efendi kamptaki durumu şöyle aktarıyordu. ''…O geceyi hiç unutmayacağım... Ama kışın bu iş zordu, nitekim gecenin derin sessizliğinde soğuktan ve açlıktan can çekişenlerin iniltileri duyulmaya başladı. Köyün Çeçen sakinleri bu iniltileri duymalarına karşın hiçbirinin vicdanı rahatsız olmuyordu... Onların ölümü trajikti, ama cesetlerin aç köpekler tarafından parçalanma manzarası daha da can acıtıyordu. Bunlar Sivas, Diyarbakır ve Harput'tan orada kalan göçmenlerdi. 5-6 vilayetin yaklaşık 1 milyona varan sakini sürülmekteydi. Sürgün noktalarına varana kadar her bir kervandan ancak 100-150 kadın ve çocuk kalmaktaydı. Bu da onların yol boyunca kırılmakta olduklarının deliliydi...''

“Halep'te Abdulahad Nuri Bey göreve atanınca aynı zamanda ben de onun baş katibi görevine atandım. Res ül Ayn'da bulunduğum sırada gözlerimle gördüğüm halde o cinayetlerin amacını anlayamamıştım. Ancak işin aslını daha sonra idrak edebildim. Bütün bir millet kendi kadın ve çocuklarıyla ölüme mahkum edilmişti. Ermeniler için yerleşim bölgesi olarak Halep'in Mara, Bab ve diğer bölgelerini belirleyen hükümet kararı Habur nehri çevresi Der Zor olarak değiştirince durumun basit bir dram olmadığını daha korkunç şeyler olacağını algıladım” diye durumun vahametini sevkiyat memuru olan Naim Efendi hatıratında belirtmektedir.

1915 Kasım ayında gelen telgrafta ''... onlar nerede iskan edilirlerse edilsinler lanet olası ve musibet fikirlerinden vazgeçmeyecek olduklarından sayıları mümkün mertebe azaltılmalıdır'' emri üzerine Göçmen Müdürü Eyüp Bey, Abdülahad Nuri Ermenilerin nasıl yok edileceği üzerine görüştüler. Eyüp doğrudan imhadan yanaydı. Çok kurnaz bir kişi olan Abdülahad Nuri bey bu teklife karşı çıktı. Ona göre en iyi yöntem, Ermeni göçmenlerin mahrumiyet ve kış hava şartlarına karşı korumasız bırakarak ölmelerini sağlamak onların doğal ölümle öldükleri tezini güçlendirecek en uygun yoldu. 10-15.000 Ermeni'nin bir haftada toplanmaları kısa sürede mahrumiyeti açlık ve hastalığı da beraberinde getirecek ve aniden yerlerinden kaldırılınca doğal olarak nakil aracı bulamayacaklarından yürümek zorunda kalacaklar ve yol boyunca telef olacaklardı. Sonuçta Abdulahad Nuri Bey'in fikri galip geldi.

Gerçekten de tam düşündükleri gibi oldu. Bizlere her gün açlık soğuk ve hastalıktan yüzlerce insanın ölüm haberi ulaşıyordu. Azaz, Bab dolmuştu. Ölüm, Ermenileri değil yerli halkı da etkiliyordu. Kaymakam Abdulahad'a ölümler Mezopotamya'yı tehdit ediyor, bu gidişle bölgede develerden başka kimse kalmayacak denilince Nuri Bey de gülerek ''oğlum dedi, iki zararlı elemanı bir seferde imha ediyoruz. Ermenilerle birlikte geberenler Araplar değil mi? Fena mı? Böylece Türklüğün istikbali için yol açılmış oluyor'' diye hatıratında Naim Bey anlatıyordu. Çeçenlerden oluşan silahlı çeteler, güvenlik içinde çıkış adı altında kafileleri soydular ve öldürdüler. Bu katliamların çıkış noktası olan Cırcıb kıyıları ile Şeddadiye'ye inen yolda katliam planları uygulamaya kondu.

Sonuçta Abdulahad Nuri bey katliamların sonuçları istenen telgrafa 7 Mart 1916 tarihinde şöyle cevap göndermiştir: ''Alınan bilgilerden anlaşıldığına göre şimdiye kadar Bab Meskene yöresinde 30.000, Halep Sevkiyat yönünde (Kadlık) 10.000, Dipsi, Abuharar ve Hamam yöresinde 20.000, Res ül Ayn'da 35.000 olmak üzere toplam 95.000 kişi çeşitli sebeplerden ölmüşlerdir. Genel Müdür vekili 7 Mart 1916 Abdulahad Nuri'' diye Talat Paşa'ya bildirmiştir.

Dipsi kampı: Meskene’den (Emar) 5 saat uzaklıkta bulunan kamp öldürme yeri vazifesi görüyordu. Çok kötü sürgünler buraya gönderiliyordu. 6 ay faaliyet gösteren kampta 30.000 insan hayatını verdi. Meskene'de ölüme mahkum edilmişlerin hepsi biraz daha acı çekmeleri için Dipsi'ye gönderilmişlerdi. Dipsi'yi, Meskene'nin mezarı olarak kabul edebiliriz. Kasım 1915 ile Nisan 1916 sonlarında kapanan kampta artık yürüyemeyecek zor durumda olanların da içinde bulunduğu çadırlar ateşe verildi. Son kafile de Abuharar'a doğru ölüme gönderildiler.

Munbuc kampı: Cemal Paşa'nın özel isteği üzerine papazları halktan izole etmek için 1915 yılında kurulan bu kamp, binden fazla evli papaz aileleriyle burada tutuldu. Bu kampın durumu çok özeldir. Çünkü kampın kuruluşunda esas alınan en yüksek psikoposlardan en sade köy papazlarına kadar bütün kilise görevlilerinin burada toplatılması planlanmıştır.­

Rakka Kampı: Fırat nehrinin sol kıyısında yayla üzerinde bulunan önemli şehirlerden birisidir. Buraya ilk ulaşan sürgünler Sivas'ın Zara, Yenihan, Koçhisar sürgünleridir. Urfa ile Tokat Ermenileridir. Buraya gelebilen7-8 bin civarında Ermeni resmi görevlilere rüşvet vererek burada kalabildiler. Rakka, Ermeni nüfusunun yerleştirilerek nüfuslandırılması için ayrılan bölgelerden biriydi. Ayrıca buraya sürgünlerin yerleştirilmesi için yardım da geliyordu. Birkaç ay içerisinde ticaretin, sanatın gelişmesinde önemli katkıları olmuştur. Bu yüzden Rakka'ya gelmek ölümden kurtulmak anlamına geliyordu. Fakat nehrin karşı yakası olan Sebka Kampı'nda durum hiç de öyle değildi. Her gün cesetler kaldırılırken insanlar açlıktan yamyamlığa soyunmuşlardı. Bu yüzden Ermeniler Rakka'ya gelebilmek için sevkiyat memurlarına rüşvet veriyorlardı. Sebka kampı kapanınca hepsi ölüme Der Zor'a gönderilmekten kurtulamadılar. 1916 sonbaharına kadar burada 3000 civarında Ermeni kalmıştı. Rüşvet vererek yaşama tutundular. Geri Urfa'ya, Antep'e dönen ailelerin nerede nasıl öldürüldüklerinden dahi haber alınamamıştır.

...Ve İntikam, ''Ben yatağımda ölmeyeceğim, Talat Paşa!''

Her eli kanlı diktatör yaptıklarının hesabını bir gün verecek olmasının korkusuyla yaşar. Bu yüzden her gün, ölür ölür dirilir. Talat-Enver, Cemal Paşalar bu korku içerisinde ülkelerini terk ederek kaçmışlardır. Kurtulacaklarını sanmışlar ama yanılmışlardır. Yaptıklarının hesabını vermekten kaçanlar nerede olurlarsa olsunlar bir gün bedelini en ağır şekilde ödeyeceklerdi. Ermeni halkına bu acıyı yaşatan İttihat ve Terakki eli kanlı ekibi de Ermeni halkının elinden kurtulamamışlardır. 1 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısı ile ülkelerinden kaçan eli kanlı katiller Almanya'ya sığınmışlardır.

Eşine ''ben yatağımda ölmeyeceğim'' diyen Talat Paşa ölümü ensesinde hissetmiştir. Türkiye'den kaçan altı İttihat Terakki Merkez Komite üyesini ülkesinde ağırlayan Almanya, uşaklarına sahip çıkarak vefalı olduğunu göstermiştir. Bugünkü köklü ilişkiler yüz yıl öncesine dayanmaktadır. 1919 yılında Ermeniler tarafından kurulan ''Suikast Bürosu'' tarafından takibe alınan İttihat'çılardan Talat Paşa Berlin'de, Enver Paşa Batum'da, Cemal Paşa Tiflis'te, Teşkilat-ı Mahsus'a lideri Bahattin Şakir ile Trabzon valisi Cemal Azmi yine Berlin'de intikam kurşunları ile öldürüldüler. Birçok eli kanlı katil ise 1934 yılında Mustafa Kemal döneminde çıkarılan soyadı kanunu ile kimliklerini değiştirerek toplumun arasında kayboldular. Salih Zeki, Der Zor'daki katliamlarından sonra Salih Zeki Zor olarak soyadını değiştirdi. İzine halen bugün rastlanılmamış durumda.

Katillerin Ermeni fedailer tarafından cezalandırılması dünyanın dört bir tarafına dağılan Ermeniler arasında Halep'te, Paris'te, Los Angeles'te, Erevan'da… Günlerce sevinç naralarıyla karşılanmıştır.

Bitti

44071

Alman Bernsteincılığın, Rus Struveciliğin Günümüz Versiyonları 'Özgürlükçü Sosyalizm' Ve HDP-HDK



Ekonomistler , Legal Marksistler ve Menşeviklerin bir bölümünün Rus Devrimi süreci içinde toparlandığı Kadetlerin(Anayasal Demokrat Parti) iç savaş sürecinde karşı-devrimci Beyaz Muhafizlara dönüşmeleri size ilham vermelidir...

Geri dönüp baktığımda

Kürt hareketi iyimserlikle tedirgin bir karamsarlık arasında gidip geliyor. Bir bocalama içinde, şüpheci, kaygılı ve tereddütlü. Tayyip Erdoğan’ın ne yapacağını ve ne yapmak istediğini kestiremiyor. Kendisini kuşatan puslu havayı aralayamıyor, önünü göremiyor. Tayyip Erdoğan’a sert çıksa  “hassas süreci” baltalamış olmaktan çekiniyor. Alttan alsa direksiyonu büsbütün AKP’ye kaptırmaktan ve bir bilinmezlikte irtifa kaybetmekten korkuyor. 

Suyun başını Tayyip Erdoğan kesmiş, Kürt hareketi ise ona kilitlenmiş, ne söyleyecek, ne yapacak onu bekliyor.

Korkaklar Zafer Anıtı Dikemez, Hele Sen Asla…

Recep Tayyip Erdoğan gibi, tek millet, tek din düşüncesinin sadık bir savunucusundan, paketin içine sıkıştırdığı nefret suçları ifadesine tamamen zıt bir karakterli, kendi inancı dışındaki herkese ve her inanca, her farklılığa düşman birinden Alevi ve Alevilik inancıyla ilgili çözümler beklemek, beklentiler içinde olmak bile başlı başına büyük bir hayalciliktir.

 

AKP"nin "Demokratikleşme" Oyunları

Başbakan Erdoğan’ın bugün (30.09.2013) açıkladığı AKP’nin “demokratikleşme paketinde, demokratikleşmenin dışında her şey var dense yeridir. Türk burjuvazisi, 1923’den beri “demokratikleştiğini”, “demokrasiye adım attıklarını”, her yeni hükümet dönemlerinde birden fazla “demokratikleşme” paketleri çıkarmalarından bilinir. Önceleri, “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış vatan-millet”, sonraları ise,  “vatana millete hayırlı uğurlu olsun” burjuva çiğ sözleriyle ortalığa sürülen “paketler” ortaya çıktı. 

 

Kürt krallığı için mi Halepçelerde öldüler ?

 

            Gazeteler geçenlerde Mesut Barzani ile Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülklerini sıralayınca, Halepçe'de soykırıma uğratılan Kürtler geldi gözümün önüne.

Devrim Bir Maceradır

Devrim bir maceradır. Kayıtsız kuyutsuz, şartsız koşulsuz, sorgusuz sualsiz devrim denen bir deryanın içine atmaktır kendini devrimcilik. Geriye bakmadan, arkada kalanları kara kara düşünmeden, hep ileriye yönelmektir devrimcilik.

Geceyi gündüze, yeri geldiğinde gündüzü geceye çevirmektir, yarınların getireceği yakıcılığı düşünerek, devrim denen maceranın içine hesapsızca atılmaktır devrimcilik.

Kürt siyasetinin kurtlarla bitmeyen dansi

Bir halk için tarih tekerrür ediyorsa, bu o halkın tarihten ders çıkarmadığını gösterir ki, vay o halkın haline. Burada kastedilen elbette halkın kendisi değil önderleridir. Kürtler de, önderleri tarihten pek ders çıkarmayan talihsiz bir halktır. Kürt önderleri yüz yıldan beri Türk devlet yöneticileriyle diyalog kurmaya çalışmış ama hep hüsrana uğramışlardır. Hatırlanacağı gibi daha birkaç ay önce devletle müzakere havası esiyordu Newroz' un barış güvercinleri uçurulan Kürt semalarında. Şimdi ise bir ümitsizlik rüzgârı esmekte halaylar çekilen o meydanlarda.

On’ların Öğrettiği

birer birer, biner biner ölürüz

yana yana, döne döne geliriz

biz dostu da düşmanı da biliriz

vurulup düşenler darda kalmasın…//

çünkü isyan bayrağıdır böğrüme saplanan sancı

çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum…

sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata…”[1

 

Yukarıdaki dizeler Orhan Kotan’ın, Diyarbakır Zindanı’nda kaleme aldığı “Gururla Bakıyorum Dünyaya”sındandır; yazmaya gayret edeceklerimin özetidir sanki…

Aysel Tuğluk ve ekrad-i bi idrak

Fazla söze gerek yok.2007’de Kemalist bürokrasinin yaklaşan tasfiyesini öngöremeyip “Kurtarıcı motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemselliğinin büyüklüğü kendisini gösterdi ve gösterecek. O bir mucizedir, ölümsüzdür. Uluslaşmada temel direktir.

BAŞKALDIRININ -ÖN- DEĞERLENDİRİLMESİ[*]

“Ve bizim bir haziranımız

Bir yıl kadar yetecektir dünyaya

Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış

Çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız

Hayasız pençelerini kokuyla gizleyen

Bir olgu olmayacaktır sana

Ölülerimiz toplanacaktır

Doldurulan bir kıyı gibi.”[1]

 

Erdem Aksakal’ın, “2011 yapımı ‘Ya Sonra’ filmine, Özcan Deniz aşkını şu sözlerle anlatarak başlar. ‘Masallar neden en güzel yerinde biterler? Sonra ne olur bilinmez. Biz de masallara göre sona geldik. Peki ya sonra?’

KENTİ (YOKSULLARINDAN) “TEMİZLEMEK”…[1]

“Ahlâk ve para aynı çuvala girmez.”[2]

Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, bugün İstanbul’un en “in” mekânlarından sayılan Erenköy-Göztepe arasında geçti. O yıllarda İstanbul’un tartışmasız bir numarası Teşvikiye- Nişantaşı-Osmanbey karşısında biraz “ikinci sınıf” sayılan, ancak “sayfiye” olarak muteber, bizim gibi yaz-kış kalanların hafiften “taşralı” muamelesi gördüğü, ama geceleri Bağdat caddesinde “anahtar teslim”ine yarıştırılan lüks, spor arabalara bakıldığında, geleceğinin “parlak” olduğunu sezdiren, üç katlı apartmanlar diyarı…

Sayfalar