Çarşamba Mayıs 8, 2024

Başkanlık sisteminin düşündürdükleri...

“Toplumun ve devlet iktidarının toplumsal yapısı, onları kavramaksızın toplumsal faaliyetin herhangi bir alanında tek bir adımın bile atılamayacağı değişikliklerle karakterizedir. Perspektifler sorunu bu değişikliklerin kavranmasına bağlıdır, elbette ki bundan anlaşılması gereken; hiç kimsenin bilmediği şey üzerine tahminlerde bulunmak değil, ekonomik ve politik gelişmenin temel eğilimlerini -bileşkesi ülkenin en yakın geleceğini belirleyen eğilimleri, hedef bilinçli her kamu adamının görevlerini, faaliyetlerinin karakterini ve yönünü belirleyen eğilimleri bulmaya çalışmaktır.” (Lenin, Seçme Eserler, c. 4, s. 79) (abç)

Lenin, bu cümleleri 1905 devrimi sonrasında yaşanan gericilik yılları döneminde yazmıştır. “Toplum ve devlet iktidarının toplumsal yapısı”, sınıf mücadelesinin durumuna göre değişen, şekil alan bir nitelik taşımaktadır. Dolayısıyla, mevcut devlet iktidarına karşı mücadele eden kesimlerin bu değişiklikleri zamanında fark etmesi, ortaya çıkan eğilimleri çözümlemesi ve mücadele perspektifini buna göre belirlemesi başarılı adımlar atmasının temel koşulu olmaktadır.

Çeşitli zamanlarda devletin farklı katmanlarında farklı kesimlerce dile getirilen “Başkanlık Sistemi”nin bu süreçte geçirilebilme olasılığının bu ölçüde güçlenebilme nedenlerinin içerdiği maddelerle ortaya çıkan yeni yapının karakterinin tam da Lenin’in belirttiği düzlemde ayrıntılı tahliline ihtiyaç vardır.

Bundan hareketle bizler de bu yazımızda aslında bu konunun gazetemiz sayfalarını aşan bir içeriği olduğunu vurgulayarak bu tartışmalar açısından en az bir zemin sunmaya çalışacağız. Bu şekilde konu başlıklarını oluşturmuş olacağız.

Faşizmin kitle dayanağı meselesi

Dünya genelinde bakıldığında Başkanlık sisteminin farklı uygulamalarını görüyoruz. Latin Amerika’da, Uzak Doğu’da, Afrika’da, AB’nin farklı ülkelerinde en çok bilinen örneğiyle ABD’de başkanlık sistemi mevcuttur. Bunların arasındaki en belirgin farklar burjuva demokrasisinin temel ilkelerinden kabul edilen “güçler ayrılığı”nın ve “kontrol-denge mekanizması”nın uygulanış şekliyle ilgilidir. Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin çoğunda bu ilkeler açık bir şekilde yok sayılmış ve tüm yetkiler “başkan”da toplanmıştır. En yetkin örnek olan ABD’de görülen sistemde ise bahsi geçen ilkeler (güçler dengesinin zorlamasıyla) yaşama geçmiştir. Türkiye’de getirilmek istenen sistem, yargı-yasama-yürütmeyi esasta cumhurbaşkanına bağlamasıyla ve böylece cumhurbaşkanını kontrol edip dengeleyebilecek bir mekanizmayı kurmamasıyla Latin Amerika, Afrika ve Uzak Doğu ülkelerine benzeşen bir yapı özelliği taşımaktadır. Yani devlet yönetiminin diğer burjuva kliklerin etkisini ve parlamentonun peçe işlevini dahi en aza indirgeyerek tek kişide üstün yetkilerle toplandığı bir rejimden bahsediyoruz. Devletin temel organlarının birbiri ile ilişkisini değiştiren bir anayasa değişikliği olması dolayısıyla yaşanan bir rejim değişikliğidir. Elbette rejim değişiklikleri, sistem içinde gerçekleşse bile çoğu zaman egemen sınıfların uzlaşmasıyla değil iç savaşa varabilen çatışmalar sonucu olabilmektedir. Türkiye’de de 15 Temmuz’da -en azından bu konjonktür için zirvesini yaşadığımız çatışmalar, değişimler sonucu bu değişikliği yapabilme koşulu oluşmuştur. Peki bu değişim ne anlama gelmektedir?

Dimitrov’un ve III. Enternasyonal’in çeşitli tartışmalarında netliğe bağladığı gibi çeşitli ülkelerde farklı faşistleşme süreçleri yaşanmakta ve bu da faşist diktatörlüğün ve faşizmin değişik biçim ve yöntemlerinin açığa çıkmasına yol açmaktadır. Almanya ve İtalya’da da kitle dayanağının güçlü olmasına bağlı olarak “topyekûn diktatörlük” olarak yaşanmışken; Bulgaristan, Yugoslavya ve Japonya’da faşist askeri diktatörlük şeklinde yaşanmıştır. (Ayrıntılı bilgi için Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili, E. Lewentz, s. 157, Sol Yayınları)

Türkiye’de faşizmin niteliğini Kaypakkaya yoldaş, özellikle parlamentonun özü ve fonksiyonları kapsamında Dimitrov’dan faydalanarak net bir şekilde ortaya koymuştur. Buna göre Türkiye’de faşizm, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren mevcuttur. Başından itibaren zayıf bir burjuvazinin varlığı ve feodal toprak ağalarıyla egemenliği paylaşmaları, sömürünün koşullarının devamı için baskı ve zorun sürekli kullanılmasını getirir. Ayrıca feodal toprak ağalarının çıkarlarının tutarlı burjuva demokrasisi ile çatışmaları da faşist diktatörlüğün sürekli olmasının nedenidir. “Burjuva demokrasisinin sınırlı da olsa, bazı kırıntılarının tadıldığı” dönemler olmuşsa da bunlar kısa dönemlerdir. Faşist diktatörlüğün sürekliliği parlamentonun varlığıyla çelişmez. Dimitrov’dan alıntıyla Kaypakkaya yoldaş durumu şöyle ortaya koyar:

“Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin kesin olduğu bir takım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu dağıtma yoluna gitmez. Sosyal demokrat partiler de dahil olmak üzere öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar.” (İ. Kaypakkaya, Bütün Eserleri, s. 387, Umut Yayımcılık)

Bütün bu belirlemelerden hareketle, faşizmin yaşanış biçimlerinin, parlamentonun misyonunun vs. en başta faşizmin kitle dayanağına, burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadeleye bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Egemen sınıfın ister ezilenlerin devrimci mücadelenin yükselmesi nedeniyle olsun, isterse kendi içindeki çatışmaların sonucu olsun; faşizmin “sınırlandırılmamış siyasi tekelini kurabileceğini” ve farklı parti ve gruplara karşı en şiddetli bastırma ve yok etme yöntemlerini uygulayabileceğini biliyoruz. Siyasi koşullar görece daha iyiyken hepsinin ortadan kaldırılabildiği dönemler ortaya çıkmakta ve burjuva egemenliği en çıplak haliyle kendini sergilemektedir. Türkiye’de de devletin yapısında bu değişimler yaşanmaktadır.

TC’nin kuruluş sürecinde Kemalizm’in “modernleşme” ideolojisi Adanolu insanının İslami gelenekleri dolayısıyla kitle dayanağı bulamamıştır. Cumhuriyet, askeri faşist diktatörlük yoluyla idam, hapislik, sürgün ve katliamlar yaparak ve tüm bu süreçler boyunca parlamentoyu bir peçe olarak kullanarak varlığını tesis etmeye çalışmıştır. M. Kemal lider olarak öne çıkarılmışsa da bu geniş kitleler tarafından kabul görmemiştir.

Egemen sınıfların diğer kliği ise geleneksel-muhafazakar yapısıyla daha geniş bir kitle dayanağına sahipse de devletin çelik çekirdeği olan orduyla sağlanan “kontrol denge mekanizması”yla hükümet olsa da iktidar olamamıştır. “Muhafazakar sağ” olarak tanımlanan DP-AP- ANAP-DYP olarak sıralanabilecek partiler, çok partili sisteme geçildikten sonraki zamanın çoğunluğunda hükümet olmuşlarsa da Kemalizm’le uzlaşmışlardır. Uzlaşma dışına çıktıkları her konjonktürde de darbe olmuştur.

MNP-MSP-RP ise ideolojik olarak Kemalizm’le daha uzlaşmaz bir çizgide duran “milli görüş” olarak isimlendirilen gelenektir. AKP de bu gelenekten gelmiştir. Ama sıklıkla ifade edildiği gibi emperyalizmin, kapitalizmin ihtiyaçlarından dolayı “gömlek değiştirerek” gelmiştir. Muhafazakar sağ kesim ile milli görüşçülerin ideolojisini, emperyalizmin neo-liberal ideolojisiyle harmanlanmıştır.

AKP, 2002’de açılan iktidar yolunu öncellerine göre çok daha iyi kullanmıştır. Başta Kürt sorunu olmak üzere, 1980 sonrası geliştirilen ihracata dayalı sanayinin gereği olan yapısal reformların yapılamamasıyla gelişen ekonomik krizlere cevap olamama, Kıbrıs sorunu, Ermenistan’la kördüğüm olan ilişkiler, Alevilerin ve farklı inanç gruplarının yok sayılması gibi biriken ve 80 yıldır çözülemeyen sorunlar Kemalizm’in iyice gözden düşmesine yol açmıştır. Bunlarla birlikte mevcut partilerin teşhiri yeni bir partiyi gerekli kılıyordu. 11 Eylül’den sonra ABD ve AB’nin “Ilımlı İslam” retoriğinin öne çıkmasıyla da AKP en güçlü seçenek olarak ortaya çıktı. İktidara geldikten sonra da bol likiditeyi arkasına alan AKP, 2007-2012 aralığında Ergenekon-Balyoz vb. operasyonlarla Kemalizm’e kurumsal olarak da önemli darbeler vurmuştur. Bu durum, devletin ideolojisinin açık bir şekilde modernleşmesi/laik çizgiden gelenekselci/muhafazakar çizgiye dönüşmesinin önündeki engellerin ortadan kalkması anlamına gelmiştir. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana faşist devletin sahip olamadığı kitle dayanağı da bu konjonktürde AKP ve esasta da R.T.Erdoğan’a nasip olmuştur.

İdeolojik aygıtların kullanımı

2010 referandumundan sonraki süreçte yaşanan gelişmeleri Erdoğan geniş kitlelerin “rıza”sını alarak sağlamak için güçlü bir şekilde kullandı. Ortadoğu’da yaşanan Arap baharında sonradan sönümlense de “bölge liderliği” imajını Sünni-Türklük üzerinden oluşturması, Gezi İsyanını halkın farklı kesimlerine yönelik bir tehdit olarak göstermesi, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları “kendi şahsına” yönelik yansıtması, kendi tabanını konsolide etmeyi amaçlıyordu. Ortak bir kitle ruhu oluşturulmakta Temmuz 2015 sonrasında izlenen “teröre karşı İstiklal Savaşı”, “milli irade”, “milli lider” sürecin anahtar kelimeleri haline gelmiştir. Kitlelerde sürekli bir korku oluşturarak ve bu korkunun karşısında ne yapacağını iyi bilen, kararlı, güvenilir lider kültü ortaya çıkarılmaktadır.

Burada söylemlerin etkili olabilmesinin üzerinde durmak gereklidir. Söylemler, kitlelerin gerçekle aralarındaki ideolojik bağı yapılandırılabildiği oranda kitlelerin yönlendirilmesinde, geniş bir kitle tabanının oluşturulmasında rol oynar. Burada ideolojinin kitlelerin maddi yaşamından üretilmesinden ama egemenlerin “ideolojik aygıtlarıyla” üretilmesinden bahsediyoruz. Erdoğan, İslamiyeti ve milliyetçiliği kullanarak, Ortadoğu’dan Kürt sorununa; ekonomik durumdan siyasi rakiplerine kadar tüm konuları “hainlik”, “dış düşmanla bağıntılı iç düşman” söylemleriyle açıklamaktadır. Milli iradenin karşısındaki bu güçlere en iyi cevapları “şehitler” vermektedir. Hitler’de, Mussolini’de gördüğümüz tarzda kişi kültünü de kendini milli iradeyle özdeşleştirerek gerçekleştirmektedir.

15 Temmuz gecesi ve sonrasında uzun zamandır hazırlıklarını yaptığını bilindiği faşist kitle örgütlerinin kendi kitlesini harekete geçirebilme gücünü görmüş oldu. SADAT, Osmanlı Ocakları gibi yapılarla birlikte bu süreçte “bireysel” silahlanmanın artırılması, faşist rejimin mobilize olmuş aktif bir kitle dayanağının oluşmasına yol açmaktadır.

20 Temmuz’dan sonra uygulanmaya başlanan OHAL’deki KHK’lar yakından incelendiğinde 15 Temmuz’dan önce defalarca ifadelendirilip yerine getirilmeyenleri kanunlaştırdığını görüyoruz. Muhalif akademisyelerin görevden alınması, her türlü muhalefetin yok sayılması, dernek, gazete ve televizyonların kapatılması, gözaltı süresinin uzatılması gibi önceden lafızda kalan bütün “tehdit”ler yaşama geçirilmiştir. MEB’in yeni açıkladığı müfredat taslağında “Atatürk” konularının azaltılması, Kurtuluş savaşı yerine 15 Temmuz’un öne çıkarılması “yeni inşa edilen Türkiye”nin kodları olmuştur. Bütün bu uygulamalar karşısındaki tepkisizlik ve bununla birlikte kendi kitle tabanının sahiplenişi şimdiye kadar çok defa dile getirilen başkanlık sisteminin MHP yardımıyla yaşama geçirilmesinin önünü açmıştır. Elbette burada önceki dönemlerde Kemalizm’in koruyucusu devletin çelik çekirdeği rolünü oynayan ordusuyla oluşan uzlaşma da önemlidir.

OHAL’in ilk kararnamelerinin ordunun yeniden yapılandırılmasıyla bağlantılı olduğu hatırlayalım. TSK’nın yıllardır “profesyonelleştirilerek” karadan küçük birliklerle ilerleyebilen, hızlı müdahale edebilen bir yapıya dönüştürülmek istendiği bilinmektedir. Ordunun yapısındaki bu değişim, en başta ABD’nin talebiydi. Vurucu bir güç olarak hızlı kararlar alıp tek merkezden yönetilebilmesinde en uygun sistem de “Başkanlık Sistemi”dir. Türkiye’de her ne kadar parlamento şimdiye kadar tüm müdahaleler için “evet” demişse de tıpkı Irak işgali döneminde olduğu gibi “kazalar” da yaşanmıştır. Parlamentoyu eskisinden bile daha sembolik hale getiren başkanlık sistemini ortaya çıkaran koşullar bunlardır.

Faşizmin dayandığı kitle tabanıyla birlikte “sınırlandırılmamış siyasi tekelini” oluşturmasının ve burjuva muhalefet dahil tüm muhalefeti ezmesi/yok etmesinin en açık haliyle yaşandığı biçimi “başkanlık sistemiyle” oluşturulmuş olmaktadır. Emperyalist sermayenin isteklerinin daha hızlı ve rahat yerine getirilebileceği, başta KUH olmak üzere tüm devrimci ve demokratik kesimlerin yok edileceği baskı ve şiddet rejiminin engelle karşılaşmadan yaşama geçirilebileceği umulmaktadır. OHAL ile bu sürecin nasıl aşılanacağı görülmüştür.

Elbette ki bu süreci tersine çevirebilecek tek güç devrimcilerdir. Kitlelerle olan bağların güçlendirilmesinin yollarını bulmak, buna uygun ideolojik/politik donanımı sağlamak, örgütsel yapısını buna göre gözden geçirmek ilk elden yapılması gerekendir. Hızlı bir müdahalenin olmaması, rejimin yeni dayanaklarıyla kendini daha fazla sağlamlaştırmasına olanak sağlayacaktır. Buna izin verilmemelidir. Halkın muhalif tüm kesimleriyle bağ kurmak, tepkilerini bir potada toplayabilmek ve sisteme yöneltebilmek komünist devrimcilerin yapabileceği bir şeydir. Eldeki olanakların az olması mevcut durumda sürece hazırlıksız yakalanmış olmak vs. bahane değildir. “Gerçekler devrimcidir” şiarı doğru bir ideolojik-politik-örgütsel yaklaşımla hayata müdahil olabilmeyi, değiştirebilmeyi, yaratabilmeyi içerir. Yeni dünyayı ancak bu inanç ve kararlıkla kazanabiliriz. 

45236

Deli dumrul'un "kentsel dônüm"ü yada yolsuzluk rantin ikizkardesidir

“Ya ümitsizsiniz, ya da ümit sizsiniz. Ya çaresizsiniz, ya da çare sizsiniz.”[1]

Şaşırmadınız, değil mi?

Şaşırmış gibi yapmanıza da gerek yok.

Ne de olsa, AKP medyasının her şeyden çok anlayan, her şeyi en iyi bilen gülücüksüz prenslerinden, her şeyi çok uzaklardan seyreden, dalgın bakışlı, nazlı prenseslerinden değilsiniz…

Yani şaşırmış gibi yapmadığınızda dolar bazında her ay banka hesabınıza geçen maaşınız tehlikeye girmez.

Yasli tarih diyor ki:"Halk iktidari ele almadikça.."

Dikkatinizi mutlaka çekmiştir; meclisteki partilerden, "Halk örgütlenip iktidar olsun, kendi kendisini yönetsin," diyen yoktur. Ne böyle bir hedefleri var, ne de felsefeleri… İstedikleri şey, halkın merdiven olması, kendilerinin de tepede oturmalarıdır.

Hozat, Altun ve Öcalan:Garbis Altınoğlu

Demir Küçükaydın ve Ayhan Bilgen'e Bir Yanıt

(Genişletilmiş versiyon)

Ocak ayında Parti ve Devrim şehitleri üzerine

İnsanlık tarihine alın teriyle emekle, yürekle, bilinç ve çizilen ideolojik güzergâhla yazılırlar. Ve bir daha yüreklerde silinmezcesine kalıcılaşırlar. Orda söz biter eylem başlar, iş başlar, insanlığa adanan, insanın özgürleşme kavgası başlatılır. Bunu kelimelerle ifade etmenin mümkünatı yoktur,

Rober Koptaş yazdı: Öcalan’ın mektubundan beklenen

Rober Koptaş, Agos’taki köşesinde KCK’nin ‘lobi’ açıklamasını yazdı: Kürt illerinde gördüğüm, Hrant Dink’in hatırasına hürmeten Ermenileri el üstünde tutan, iç savaşın etkisiyle de Ermenilerin yaşadığı acılara karşı empati duygusu geliştirmiş bir tavır oldu. Bu ileri duruşa karşın, Kürt siyasi hareketinin temsilcilerinin Ermeni meselesinde daha ikircikli bir tutum aldığı söylenebilir.

Hrant belleğimizde yasıyor...Nazaret Vartanyan

 

Hrant Dink 19 ocak 2007 tarihinde katledildi. Yaşamını mensup olduğu Ermenilerin tarihsel akıbetini kamuoyuna açmaya adamıştı Hrant… Ama Hrant’a tahammül edilemedi… Bundan dolayı Hrant katledildi..

Sevan bu sefer yalnız değil

 

Sevan Nişanyan’ın zekâsına, bilgisine ve hayat görüşüne hayran, onu merak eden biri olarak benim de yolum Şirince’den geçti. Geçen yıl Şirince’ye yaptığım birkaç aylık yolculuğun yaşamımda önemli bir yere sahip olacağını biliyordum, öyle de oldu… Ancak iz bırakan yalnızca Sevan Nişanyan’ın kendisi değildi. Sevan ile Müjde Tönbekici, kamuoyunun onlar hakkında düşündüğünün aksine ve hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki şahane bir aile kurmuşlar.
 

“Iyi” Papa mı?

“Yüreğin soğuksa,güneş de ısıtamaz.”[1]

Papa Benediktus’tan (ya da önceki Papa II. Jean Paul’den) sonra Vatikan’da ikamet eden Papa Francesco, “iyi” Papa mı?

Kanımca değil. Papalık kurumunun “iyi”si olmaz/ olamaz. Çünkü orası Vatikan’dır…

Tam da bu noktada Mohandas Karamchand Gandhi’nin, “Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz,” saptamasının altını çizerek, Immanuel Wallerstein’ın, “Katolik olmayanlar kimin Papa olacağını umursamalı mı? Elbette,”[2] saptamasını paylaşmadığımızı belirtelim.

Bu Ne Şiddet,Bu ne Celal?(Yada Gulyabani Kim?)

“İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,Kırıklar dolar kucağına,İşte orası umudun tarlasıdır.Ve orada başaklar ağırlaştığında,Sayısız ah dökülür toprağa.”[1]

Şiir şöyle: 

“gencecik cocuklardık/ milyonlar kadardık/ haykırışlarımızla türkülerimizle/ güle oynaya/ Gezi’deydik/ meydanlardaydık.

Gulyabani!/ annelerimizin masalındaydı/ zifiri karanlıktı/ çıktı geldi/ esti gürledi/ BEŞimizi yuttu/ ONİKİmizin gözünü yedi/ yetmedi organlarımızı yedi/ yetmedi/ YÜZlercemizin kolunu bacağını kafasını kırdı/ sakat bıraktı/ kimimizi komaya/ SEKiZBiNden fazlamızı yaralı kodu.

Türkiye'de paradigma değişimi ve "Derin Kürdistan aklı"

Kapitalist dönemin en önemli başarısı kitleleri gönüllü aptallaştırabilmesi, hatta köleleştirebilmesidir.Kendi çıkarlarının nerede olduğunun rasyonel bir analizini yapamadan,kitleler egemen yapının çıkarlarının kendi çıkarları olduğu yanılsamasının etkisinde ömürlerini geçirirler.Seçimlerini bu doğrultuda yaparlar,yeni nesilleri bu doğrultuda yetiştirirler.Hukukun üstünlüğüne inanırlar ve hukuk adı verilen sistem makyajının onların haklarını korumak için varolduğunu zannederler.Halbuki ezenler/ezilenler veya egemenler arası yerel/global çelişkiler suüstüne çıktığında il

Yolsuzluk

2010 yılında Anayasa refarandumu onaylanması için Maltepe meydanında halka hitaben yaptığı konuşmada Başbakan R.T.Erdoğan şöyle diyordu '' merhum Menderes'lerin biz bu yola çıkarken kefenimizi de yanımıza aldık'' dedikleri gibi,''biz kefenimizi zaten yanımızda taşıyoruz'' sözlerini şaşkınlıkla dinledim.Bir başbakan vatandaşlarına ''nasıl böyle bir şey der'' diye düşündüm.Ne yapmış olabilir ki ''kefene'' gerek duyulsun.Bu sözün ne anlam taşıdığını bugün daha rahat anlayabiliyorum.

Sayfalar