Cuma Mayıs 3, 2024

Beni ve hamile eşimi çırılçıplak soydular!

Dışişleri eski bakanı Coşkun Kırca'nın, Kürt milletvekili K'ye cevap vermek için çıktığı meclis kürsüsünde, "Türkiye'de her Türk vatandaşı Türk'tür. Hepsi Türk'tür. Kendi vicdanınızda bunu hissediyorsanız öyledir; ama kendiniz sapmışsanız o zaman size ancak susmak ve susanlara karşı Türk devletinin gösterdiği sabırdan istifade etmek düşer, daha fazlası değil…"dediği günlerdi.


  "Beni eşim ve dört çocuğumla birlikte gözaltına aldılar. Neden gözaltına aldıklarını bilmiyordum. 'PKK'lileri saklıyorsunuz,' diyorlardı. Oysa PKK'lilerin yüzünü bile görmemiştim. Sonradan anlaşıldı ki bu bir bahaneydi. 'Bizim elemanımız ol,' diyorlardı. Kabul etmedim; çat pat konuşabildiğim Türkçemle, "Ben bu işlerden anlamam,"dedim, 'Önce beni, sonra da hamile eşimi soydular. Eşimin bağırtısı hâlâ çınlayıp durur kafamın içinde. Yaralı bir kuş gibi çırpınırken, soyundurmamaları için onlara yalvarıyordu. Ama onu duyan yoktu. Kimsesiz, çaresizdik. Allah bile duymuyordu feryadımızı. Bizi soyarken kahkahalarla gülüyorlardı. Çok utanıyorduk. Kollarımızdan asarak bayıltıncaya kadar copladılar. Bize yapılan o kötü muameleleri kendime bile anlatmaya utanıyorum. Unutmak istiyor ama unutamıyorum. 


Altı yaşındaki çocuğumun da gözlerini bağladılar. Aradan bir yıl geçtiği halde eşim kan kusmaya devam ediyor. Gecelerimiz cehennem oldu, eşim geceleri bağırarak sıçrıyor yataktan. Çocuklarım aşırı sinirli ve hep korku içinde.
Bugün o yaraların bedenimizdeki acısı geçti ama ruhumuzda açılan yaralar taptaze.  Bana ve eşime yapılan o şerefsizlikler hep gözümün önünde. Öyle şeylerdi ki, mezarda dahi unutulmaz."


Bu sözler K'ye derdini anlatmaya gelen Hakkari' li bir köylünündü.
"Zulme dayanamayınca köyü terk edip ilçeye geldik,"diye devam etti. 
Ne var ki orada da rahat bırakılmamıştı. Gözaltına alınan bir akrabası için gittiği karakolda adını verdiği bir subay, 'Gel, bi¬zimle çalış,"demiş ona. "Bazı köylerde öldürülecek vatan hainleri var, onları öldüreceksin. Öldüreceğin her kişi için sana otuz milyon lira para ya da bir kamyon dolusu sigara veririm,'demiş.
Gamlı bakışlarını yerden kaldırmadan,"Kabul etmedim,"dedi. Gülmeyi unutmuş kederli yüzü güneşte kuruyup kararmış bir deri gibi kırışmıştı. Çöp gibi incelmiş parmakları arasında tuttuğu sigarasından derin bir nefes çekerek devam etti: "Kendi insanımı nasıl öldürebilirim, köpek sütü mü emmişim?"
Subayın tacizleri sürünce karısını ve çocuklarını alıp göç sefaletine katılmak zorunda kalmış.
Gitmek için ayağa kalkarken, "Kusura bakma başını ağrıttım,"dedi ve K' nın elini sıkıp bir gölge gibi sessizce odadan çıktı. 
A ise tüyleri diken diken eden başka bir vakayı daha önce Kerboran'da dinlemişti. Kerboran adı Dargeçit olarak değiştirilen ilçeydi.  
8 Mart 1991 tarihli Cumhuriyet gazetesinin de yazdığı gibi, Kerboran'da sessiz yürüyüş yapmak isteyen topluluğa ateş açan astsubay Mustafa Ataç, Rukiye Bozkurt adlı genç bir kızı öldürmüştü.  


               HEP'li bir grup milletvekili olayı araştırmak için Kerboran'a gitmişlerdi. Karlı bir günün güneşli öğle vaktiydi. Önce mezarlığa gidip genç kızın mezarını ziyaret etmiş, sonra da kalabalıkla birlikte belediyeye ait geniş bir salona geçmişlerdi. İçeride giyimlerinden ve yabancı hallerinden polis oldukları belli olan birkaç kişi daha vardı. 
Milletvekilleri halkla sohbet ederken bir ara yetmiş beş seksen yaşlarında gösteren yaşlı bir adam girdi içeriye. Pamuk beyazı saçları şapkasının altından kıvrılarak dışarı taşmıştı. Beyaz saçlarından yayılan parıltı kırışmış kumral yüzüne nurani bir ışık saçıyordu. Hafifçe öne bükülmüş bedeni kısa ile orta boy arasında bir yerdeydi. Ne şişman, ne de zayıftı. Gözleri mavi bir ateşle parlıyordu.


Kapının arkasında kalabalığa şöyle bir baktıktan sonra yaşından beklenmeyen bir çeviklikle gelip milletvekillerinin elini sıktı. Orta yaşlarda olan birinin kalkıp kendisine verdiği plâstik bir sandalyeye oturarak yüzünde sevimli bir gülümsemeyle kalabalığa,"Cemaat hepinize merhaba, "dedi. Mavi ışıklı bakışları kenarda sessizce oturan polislere uzanırken, başını kinayeli bir edayla sallayarak, "Size de merhaba,"diye devam etti.
Yeniden milletvekillerine dönerek, "Memleketimize tekrar hoş geldiniz,"dedi. Milletvekilleri, "Nasılsın amca, ne var ne yok?"diye sorunca, yaşlı adam, "Vallah,"dedi, çenesi ile duvarın dibinde oturan polisleri göstererek; "Onlar bize PKK'li olun dediler, biz de PKK'li olduk."
Milletvekilleri gülerek bir yaşlı adama, bir de sivil giyimli polislere baktılar. Adamın şakalaştığını sanıyorlardı. Oysa adamın böyle bir hali yoktu, sesi gibi yüzündeki çizgiler de bir anda sertleşmişti. 


"Benim kimseden saklayacak bir şeyim yok,"dedi. Eliyle polisleri işaret etti: "Onlar beni, ben onları tanıyorum. Benim adım Behçet'tir, Kürtçe anlıyorlar, konuştuklarımı onlar da duysunlar.
Bir gece gelip beni ve oğlumu alıp götürdüler. 'Siz PKK'ye yardım ediyorsunuz, ekmek veriyorsunuz,'dediler. Böyle ihbar etmişler. Hangi namussuz bizi ihbar etmişse etmiş işte. 'Siz PKK'nin nerede olduğunu biliyorsunuz, ya bize yerlerini gösterirsiniz, ya da ölürsünüz,'diyorlardı. Gelen vurdu, giden vurdu. Falaka, askı, elektrik…akla ne gelirse üç gün nefes aldırmadan işkence yaptılar. Tabanlarımızı copladıkları için yürüyemez hale gelmiştik, sanki ustura ile doğruyorlardı. Moraran kollarımız ve bacaklarımız kütük gibi şişmişti. PKK'nin yerini bilsek bir saniye dahi beklemeden söylerdik, ama bilmiyorduk. Bilmediğimiz bir şey için ne diyelim. Bir gece, 'Sizi öldürüp pis cesetlerinizi toprağa gömeceğiz,'diyerek, bizi gözlerimiz bağlı olarak bilmediğimiz bir yere götürdüler. Sonradan anladık ki gittiğimiz yer uzakta bir yamacın başıydı. Şakaklarımıza tabanca dayayarak konuşmamızı istiyorlardı. Ya konuşacaktık, ya da öldürülecektik. Ne konuşacaktık, nereyi gösterecektik bilmiyorduk! Ne bilelim PKK nerede!
Herhalde traktör lastiğiydi, çok büyüktü çünkü. Bizi ayrı ayrı iki büklüm lastiklerin içine sokup, bayır aşağı yuvarladılar. Allah düşmanıma göstermesin, korkunç bir baş dönmesi ve mide kasılması ile yuvarlanmaya başladık. Çamaşır makinesinin motoru çamaşırları kuruturken nasıl vınlayarak dönüyorsa, o kahpe lastikler de öyle çılgınca dönüyordu. Öğürtüler arasında bayılmışız.


Uyandığımızda neresi olduğunu bilmediğimiz kapalı bir mekândaydık. Gözlerimiz paçavralarla hâlâ bağlıydı. "Soyunun,"dediler, tir tir titreyerek soyunduk. Şerefsizin biri elime bir cop tutuşturup, "Bunu oğluna yap,"dedi. O an bin defa ölmek istedim. Yalvardım, yakardım para etmedi. Aniden arkamda korkunç bir ağrı oldu. İçimin yırtıldığını, parçalandığını hissettim. Böğürtüm göğü deliyordu. Nasıl titriyordum, Allah hiçbir kuluna göstermesin. Copu çekip çıkardıklarında içimde ne varsa hepsi copla birlikte dışarı çıktı sanki.
Gözlerim bağlı ama kulaklarım işitiyor. Oğlumun bağırtısından anladım ki, bana yaptıklarını oğluma da yapıyorlar. Oğlum çığlıklar arasında yalvarıyor ama dinleyen kim! Dünya o an başıma yıkıldı, Allah'a ve kendime bir söz verdim: Dedim ki, oğlum buradan sağ çıkarsa bu Allahsızlığın öcünü alması için onu dağa, PKK'ye göndereceğim.
Allah belalarını versin, oğlumun feryatları duvarlarda top mermisi gibi patlıyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Evlat acısı, dayanamadım; kendimi kaybettim, küfür etmeye ve başımı duvara vurmaya başladım. Ölmek istiyordum. Beni kana bulanmış bir halde kıskıvrak yakalayıp yere yatırdılar. Oğlumun arkasından çekip aldıkları copla beni vuramaya başladılar.
Bizi o çıplak halimizle daracık demir bir kafese soktular. O kafese nasıl sığdık, hâlâ aklım almıyor. Kafeste bayılmışız. Orada ne kadar kaldığımızı bilmeden kendimize geldiğimizde betonda yatıyorduk. 


Artık bende korku diye bir şey kalmamıştı. Gözümdeki paçavrayı sıyırıp bildiğim hatırladığım ne kadar küfür varsa hepsini sayıp döktüm. Kendilerini gördüm diye, tilki görmüş tavuk sürüsü gibi kaçıştılar. İçeride sadece ben ve oğlum kalmıştık. Oğlum da gözlerindeki paçavrayı atmış, küfür ediyordu. Çıplak halde zor bela ayağa kalktık. Bu sırada sivil giyimli biri kucağında bizim elbiselerle içeri girdi. 'Bu şerefsizler size ne yapmışlar böyle?'diye güya arkadaşlarına küfür etmeye başladı. Ben, hepiniz şerefsizsiniz dedim ona. 'Yemin billâh benim bu işlerle ilgim yok, ben böyle şeylere karşıyım,"dedi.
Bizi o gün serbest bıraktılar.


Oğlum bir hafta kadar evde kaldı. Yaraları biraz kabuk bağladıktan sonra, "Ben gidiyorum,"dedi. Benden ve annesinden helallik istedi. Kardeşleri ile kucaklaştı, annesinin elini öptü, gelip karşımda durdu, 'Baba seni seviyorum,'dedi, ağlamamak için kendini zor tutuyordu, sesi titriyordu, bana dokunsa ağlayacaktı, ben de ağlamamak için dilimi ısırıyordum; elini hafifçe havaya kaldırdı, 'Xatré we,'dedi ve hızla kapıdan çıkıp gitti. Kız kardeşi ağlayarak arkasından gitmek istedi, öteki oğlum, 'Sakın gitme ve ağlama,'dedi; "Kahramanların arkasından ağlanmaz. "


Onlar artık gerilla kardeşleri, ben ve annesi de gerilla annesi ve babası olmuştuk. Hepimiz onunla gurur duyuyorduk.
Günlerimiz onu düşünmek ve geride bıraktığı anıları konuşmakla geçiyordu. Dağdaki bütün gençler artık bizim çocuklarımızdı. Onlar neyse biz de oyduk, işte devletin polisleri, duysunlar; biz de PKK' li olduk.


Diken üstünde beklediğimiz haber iki yıl sonra geldi. Oğlumuz şehit olmuştu. Biz şehit anne ve babaları, oğlumuzla kızımız da şehit kardeşleri olmuştuk. Halk sağ olsun, o günlerde bizi yalnız bırakmadılar. Onların sayesinde oğlumuzla daha da çok gurur duyduk.
Bir ay geçmiş ya da geçmemişti; kızım, "Ağabeyim nöbeti bana devretti,"dedi. Gittiğinde bir tek düğünlerde ve bayramlarda giydiği sarıçiçekli entarisini giymişti. Düğüne gider gibi gitti.
Annesi şimdi her sabah çıkıp uzun uzun dağlara bakıyor."


Yaşlı adam pencereden karşıdaki dağlara bakarken sustu, kalbi oralarda bir yerde atıyordu sanki, gerilla kızını görür gibiydi, mavi gözlerinde mutlu bir tebessüm yanıp söndü.
Bir vecd sessizliği çökmüştü içeriye. İnsanlar başka bir âleme göçmüştü sanki, nefeslerini tutmuş kıpırtısız bir halde öylece kalakalmışlardı.
Yaşlı adam milletvekilleriyle vedalaşıp içeridekilerin büyülenmiş bakışları altında kapıya doğru ilerlerken, polislere bakarak, "Kızıma bir şey olursa erkek kardeşi nöbeti devralacak,"dedi.
Polisler bakışlarını kaçırdılar, yaşlı adamın arkasından bakmadan başlarını öne eğdiler.


Yirmi üç yıl sonra postadan A'ya bir zarf geldi. Zarfın içinde Uğur Kaymaz'ın bir fotoğrafı çıktı. Uğur Kaymaz tertemiz çocuk bakışları ile bir melek kadar güzeldi. Yüzündeki masumiyet bakan gözleri ateş gibi yakıyordu.  Fotoğrafın altına, "Ey büyüklerim, sizler özgürlük nutukları atarken benim körpe bedenim on üç zalim kurşunla delik deşik edildi,"diye yazılmıştı. 
A içinde kor bir ateşle fotoğrafa bakarken, televizyonlar Roboski'de otuz dört kaçakçının PKK'li diye savaş uçakları ile bombalanıp öldürüldüklerini haber veriyordu.
Yıllar akıp gitmiş, hiçbir şey değişmemişti.


Güneş alçalmaya başlamıştı. Gök ağlıyor, yer inliyordu. Baharın gelişini müjdeleyen bir sığırcık telaşla kanat çırpıp yüksek beton duvarın arkasında gözden kayboldu. A, omuzları çökmüş bir halde uzun hayallere dalacağı yatağına doğru küçük adımlarla yürüdü. 
*Yeni yazdığım GERİYE DÖNÜP BAKTIĞIMDA adlı kitabımdan iki gerçek hayat hikâyesi


alinakmahmut@hotmail.com           

93209

Mahmut Alınak

Eski kürt milletvekillerindendir.Çeşitli kitapları bulunmaktadır.Aralık 2011 yılına kadar sitemizde sürekli yazılar yazan Mahmut Alınak,Aralık 2011'de KCK tutuklamalarına maruz kalarak tutsak edilmiştir.Temmuz 2012'de tahliye edilmiş olup,zaman zaman yazıları ile okur kitlesine ulaşmaktadır.

alinakmahmut@hotmail.com

Son Haberler

Mahmut Alınak

Siyasi Tutsakların Tecridi Kırma Mücadelesinin Neresindeyiz? (Yorum)

Emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadele eden devrimcilere, komünistlere karşı hemen her ülkede gözaltı ve tutuklama sistematik bir şekilde devam ediyor.

Bu sistematik durum, bu faşist devletler nezdinde tutuklananların her gün daha da derinleşen br şekilde tecrit altında bırakılması anlamına da geliyor.

Egemenler dünyanın dört bir yanındaki devrimci ve komünistlere dönük saldırılarını, katletmekle bitiremediğinde esir alma, tutsaklar üzerinden muhalif güçleri, toplumu sindirme, hapishaneleri bu sindirmenin en önemli aracı haline getirmek hedefiyle yürülüğe sokmaktadır.

Artsakh (Dağlık Karabağ) Tehciri: Stalin Düşmanlığı ve Sosyalizme Saldırı

Uluslararası alanda sömürü, baskı, saldırı ve ilhaklar son dönemlerde katbekat artmış ve katmerli boyutlara tırmanmıştır. Emperyalist devletler ve onların güdümündeki gerici devletlerin, tüm ezilen sınıflar ve toplumlar üzerindeki saldırı furyası, had safhaya ulaşmış durumda. Öyle ki, uluslararası hakim sistem bir taraftan mevcut sorunların bedelini giderek ezilen yığınlara ve mazlum uluslara daha fazla yüklerken diğer taraftan saldırılarını da daha acımasız ve daha şiddetli boyutlara tırmandırmış durumdadır.

Garod – “Hasret” (Nubar Ozanyan)

Halkların coğrafyaları suç ve cinayet örgütü gibi çalışan devletler tarafından zorla boşaltılıyor. Soykırım, işgal, tehcir zulmüyle toprakları cehenneme dönüşen halklar; belirsizliğe, bilinmezliğe, karanlığa doğru zorla sürülüyor. Boyunlarında geleceksizlik zinciriyle birlikte adına yaşamak denilen zulme mahkum ediliyor.

Gerilla, haktır ve halktır (Nubar Ozanyan)

Sınırları ateşten ordularla kuşatılmış her dört parça toprakta, yaşam ve var olma hakkı ellerinden zorla gasp edilmiş Kürt halkının, direnme ve isyan etmekten başka çıkış yolu var mıdır? Kürtlere, ezilenlere kıyamet yaşatılırken her bir karış toprağına ölüm yağdırılırken, en dezavantajlı koşullar altında gerilla, çıplak elleri ve cesur yürekleriyle özgürlükleri uğruna savaşmaya devam ediyor.

TURAN TALAY’IN ANISINA…

Onu maalesef ki çok erken denilebilecek bir yaşta, henüz 68’indeyken, 11.10.2023 tarhinde yitirdik. Bu ani ve erken ölümü tüm sevenlerini, yoldaşları ve dostlarını derinden sarstı ve acılara boğdu.

Akciğer kanserine yakalanmıştı. Hastalık, özelliklede ikinci kez nüksettikten sonra çok hızlı ve sinsi bir şekilde gelişti. Öyle ki doktorların her şeyin normal göründüğünü söylediklerinin kısa bir süre sonrasında yapılan muayende, kanserin kafaya sıçradığı ve de yayıldığı tespit edildi. Artık tıbben yapılabilecek bir şey de yokmuş. 

Emperyalist Kamplar Arasına Sıkıştırılmış Bir Halk: Filistin

Filistin-İsrail sorunu olarak bilinen ve esas olarak da Filistin topraklarında İsrail'in kurulmasının teorik ve politik temeli 1890'lı yılların sonunda atılıyor. 1. emperyalist paylaşım savaşıyla koşullar olgunlaştırılıyor. 2. emperyalist dünya savaşı sonrası ise emperyalist burjuvazi, Filistin'i parçalamayı ve orda İsaril devleti inşa etmeye karar veriyor ve bunu Filistin halkının soykırıma uğratma pahasına gerçekleştiriyorlar. Alman emperyalizmi tarafından soykırıma uğratılan yahudi halkı, bir başka ulusu (Filistinlileri) soykırıma uğratarak kendi ulusal varlığını inşa ediyor.

Hazan Ayının Şehitleri

Kasım, proletarya partisinin en değerli kadro, komutan ve savaşçılarının katledildiği aylardandır.  Hüzün ve öfkenin birlikte yaşandığı aydır. III. Konferans delegelerini, komünist önder Mehmet Demirdağ’ı ve Aliboğazı şehitlerini hep bir hazan ayında kaybettik. Zafere açılan kapıyı adım adım aralayan, özgürlüğe giden yolu damla damla döşüyen Kasım ayı şehitlerimiz tarihin yüceliğine kavuşanlardır. Onlar, yarınların mutlak yenenleri olarak yazılacaktır parti ve devrim notlarımıza.

“Durum İyidir, Gerçekler Devrimcidir”

Yaşadığı dönemin özelliklerini anlayarak, savaşın hükmüne, zorun değiştirici rolüne inanan, sınırlı yaşamını sınırsız davaya adayan önder yoldaş Mehmet Demirdağ ölümsüzdür! Özgürlüğü ve kurtuluşu herkesten ve her şeyden daha fazla isteyen bu uğurda emeğin eğittiği bilinçle savaşarak şehit düşen proletarya partisinin dördüncü genel sekreteri Mehmet Demirdağ yoldaşı üstlendiği öncü pratik ve önder duruşuyla tanırız.

Yalım Nubar’dan Ozanyan Nubar’a Süren Hikaye Bizim!

Botan’dan Yozgat’a dek uzanan toprakların bağrından çıkıp İstanbul Ermeni yetimhanelerinde okumaya gelip, orada bilge önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın devrimci görüşleriyle tanışan ve tutkuyla bağlanan yoksul Ermeni çocukların hikayeleridir, Ermeni devrim şehitlerimizin hikayeleri.

Onları doğdukları topraklardan koparıp buruk ve sancılı bir şekilde İstanbul yollarına düşüren tarihsel gerçeklerin yanında yokluk ve yoksulluktur da. Onları İstanbul yolculuğuna çıkaran çaresizlik, yalnızlık, sahipsizliktir.

Mısır'ı Mesken Tutan Türk Tekelleri

Deutsche Welle (DW)'de Aram Ekin Duran'ın, „Türk Şirketleri Mısır'a Kaçıyor“ adlı bir haberi yayınlandı. Sıradan bir haber gibi gözüküyor, ama, Türkiye ekonomisinin ve Türk devletinin niteliğini araştıranlar, sorgulayanlar için küçük bir haber olmaktan öte bir anlam taşıyor. Özellikle de kendine ML ve Maoist diyen komünist örgütler için daha fazla önem taşıması gerekiyor.

Hesaplaşma mı? Kutlama mı?

Faşist TC devleti hem ülke içinde hem de bölgesel düzeyde, resmi ve sivil militarist güçleriyle başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi ve özgürlükten yana olan herkesi yok etmek ve devlet terörüyle susturmak için çalışmaya devam ediyor. Bu süreç aynı zamanda TC’nin kuruluşunun da yüzüncü yıl dönümüdür.

TC, yüz yıl önce Osmanlı yıkıntıları üzerinde tekçi bir zihniyetle kuruldu. Ermeni soykırımında, diğer azınlık halkların yok edilip sindirilmesinde aktif rol alan ittihatçı birçok ırkçı kadro da kuruluş sürecinde rol aldı.

Sayfalar