Pazar Nisan 28, 2024

Her Sınıf kendi ölüsüne ağlar

Akdeniz’de son bir ay içinde batan (batırılan) göçmen gemi ve teknelerinde 1500’e yakın insan öldürüldü. Yoksulların çığlıkları yine yıldızlara ulaştı, ama AB emperyalist burjuvazisine ulaşamadı.

Akdeniz’deki kitlesel yoksul göçmen katliamlarının acısı yine yoksullar üzerinde ağıt bırakırken, emperyalist Batı burjuvazisi kendi sınıfına yakışır bir şekilde; daha fazla “askeri önlemler”in alınmasından söz etti. Bu katliamların birinci derecede sorumlusunun kendisi değilmiş gibi, yine suçu Akdeniz’in sularında boğulanlarda buldular.

Boğulanlara göz yaşı dökenler yine yoksullardı. Zenginler ise, yoksullar gözyaşı dökmedi. Çünkü, orada boğulan sermaye değildi. Şu anda sermayenin gereksinim duymadığı işgücü ihtiyacı fazlası “Yeryüzü Lanetlileri”ydi.[1]24 Mart 2015’de Fransız Alplerinde düşen bir Alman uçağında ölen 150 kişiye karşı verilen tepki ile Akdeniz sularında boğulan binlerce yoksulla gösterilen tepki aynı değildir. Çünkü Alman ve Avrupa burjuvazisi uçakta ölen 150 kişi için değil, Lutfansa Havayolları tekelinin borsada değerinin düşmesine üzülmüştü. Yakılan ağıtlar sermayenin değer kaybınaydı. Burjuva gazeteleri, haberi : “Lutfansa’nın kara günü” diye verdi. Bu da her sınıfın kendi ölüsüne ağladığının bir gereçeğidir. Burjuvazinin insanlığı “sermaye”dir. İşçi ve emekçilerin, yani yoksulların insanlığı ise insanın kendisidir. Her iki sınıfın arasındaki fark bu denli niteliklidir.

Alman emperyalist burjuvazisinin Nazi rejimi, istemediklerini, kendinden olmayanları toplama kamplarında ve fırınlarda yakarak öldürdü. Günümüzün emperyalist AB burjuvazisi ise istemedikleri göçmenleri Akdeniz’de boğarak öldürüyor. Aynı sınıf, kendi karşıtı sınıflara karşı değişik zamanlarda aynı davaranışta bulunuyorlar.

İnsanlığın doğduğu kara Afrika’nın zengin ve bereketli topraklarından dünyaya yayılan insanlık, kendine yabancılaşmış olarak doğduğu toprakları, sonradan geri dönüp yağmaladı. Doğduğu topraklarda kalan atalarını kölleştirerek kendini zenginleştirdikçe Afrika’yı çölleştirdi. Afrika’nın topraklarının çölleşmesi Afrika insanın çölleşmesiyle koşut gitti. Başka türlü olması da beklenemezdi.

Afrika, dünyayı insanlaştırmanın bedelinin köleleşmek olduğunu bilemezdi o zaman. Afrika köleleri Amerika ve Avrupa’yı yarattı. Bugün Amerika ve Avrupa zenginlik üzerine oturuyorsa, bu Afrikalı kölelerin emeğidir. Afrikalı kölelerin, yani Akdeniz sularında batırılarak öldürülen yoksul göçmenlerin atalarının yarattığı değerlerdir. Göçmenlerde, yağma ve savaşlarla kurutulan, çölleştirilen ve kendilerine yaşam alanı bırakılmadığı için ölüm pahasına Avrupa kapılarına dayandılar. Çünkü kendilerine başka bir alternatif bırakılmamıştı. Ya orada açlık ve savaştan öleceklerdi ya da bir ihtimal, bir kısmının Avrupa kapılarından içeriye girme ihtimali olursa ötelenme pahasına ayakta kalma şansları olacaktı. İşte onları emperyalist Avrupa burjuvazisinin ırkçı ve yabancı düşmanı sistemleri altında kerhen yaşamaya “razı olmaya” iten nedenler esasları bunlardır.

acıları değil istatistikleri paylaşılan ölüler

Burjuvazi acıları paylaşmaz. İstatistiklere vurur insanlığı. Özellikle de yoksulların acıları onların sermayesini ilgilendirdiği oranda etki yaratır. Eğer sermayenin büyümesine hizmet ediyorsa, daha fazla yoksulun ölmesi için elinden gelen çabayı harcarlar. Yok, işgücü kaybı olacaksa, biraz dikkat ederler, çünkü sermayenin sömürmesi için işgücüne gereksiniğmi vardır. Bunu da her yıl ihtiyaçları oranda alıyorlar. Bazen övünerek söylüyorlar. “şu kadar göçmen aldık” diye. Oysa, Nüfusu her geçen gün yaşlanan Avrupa burjuvazisine, artı-değer yaratacak genç ve dinamik işgücü gereklidir.

Bir gerçek var ki; Avrupa burjuvazisine göçmen işgücü lazım. Çünkü kendi nüfusu yetmiyor. Hem yaşlanıyor, hem de yedek işgücü sayısı azalıyor. Bunu dengelemesi gerekli. Örneğin, Almanya’nın her yıl yaklaşık 500 bin göçmene[2] ihtiyacı var. Alman sermayesi bu olmadan kendini yenileyemez, diğer emperyalist sermaye kesimlerina karşı egemenlik mücadelesi veremez. Bir taraftan anti-göçmen yasaları çıkarılıp yabanacı düşmanlığı körüklensede, bir yandanda göçmen işçi almadan Alman sermayesinin büyümesi ve palazlanması söz konusu olamıyor. Bu salt Alman sermayesi için değil, İngiltere, Fransa ve diğer irili ufaklı emperyalist Avrupa ülkeleri içinde geçerlidir. 

Almanya’ya  AB ülkelerinden yılda ortalama 70 bin göçmen işçi geliyor. Ancak bu sayı Alman sermayesinin ihtiyacını karşılamıyor. Alman burjuvazisi “kalifiye göçmen” istemesine karşın, bunu bulması olasılık dahilinde değil. Bu nedenle, belli sayıda ilticacı ve göçmenin Almanya’ya girmesine izin veriyor. En son olarak Suriyeli göçmenleri (Türkiye, Ürdün ve Lübnan’da bulunan göçmen kamplarından) alması, onun iyi niyetinden öte, sermayenin ihtiyacına göre hareket etmesinden kaynaklandı. Ayrıca Suriyeli göçmenler ise seçmeli olarak, yani, kalifiye (özellikle “nitelikli” meslek sahibi) olanlar seçilip getirildi. 

AB burjuvazisi, Akdeniz’i göçmen mezarlığı haline getirmesi, gelenlerin kontrolsüz gelmesi ve sınır gevşetildiği anda daha fazlasının akın edeceğini bildiği içindir. Bu nedenle de, göçmen tekneleri genelde Avrupa kıyılarına belli bir mesafede batı(rılı)yor. Avrupa kıyılarına yaklaşmasına izin verilmiyor. Elbette göçmen teknelerinin batmalarının çeşitli “nedenleri” bulunuyor. Göçmen ölülerinin üzerine basarak sermayesini ve gücünü artıran AB burjuvazisi kendini temize çıkarıyor. Ayrıca, ne kadar insanın deniz dibine gönderildiği ise gerçekte belirsiz kalıyor ya da saklanıyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün verdiği bilgiye göre,  2011-2015 arası Akdeniz’de 5.979 göçmen boğuldu. Sadece 2014 yılında 3500 (üçbinbeşyüz) göçmen boğuldu. Yine Uluslararası Af Örgütü’nün (Amnesty) verdiği bir tahmine göre bu yıl göç yollarında 30 bin göçmenin ölmesi bekleniyormuş.

Göçmen olmaktan kurtulmanın yolu

AB burjuvazisinin ileri gelenleri, göçmen akınını kesmek için daha fazla askeri önlem istiyor. Bunu, göçmenlerin ölmelerine üzüldüklerinden değil, kendi ülke halklarının burjuvazinin gerçek yüzünü görmelerinden korktukları içindir. Daha fazla teşhir olmamak içindir. Onlar, artı-değer yaratmayanların yaşamasını değil, “telef” olmasını yürekten istiyorlar. 

İnsan kendi doğduğu toprakları kolay kolay terk etmez. Orada yaşam koşulları kalmamışsa terk eder, daha yaşanır bir yere doğru yola çıkar. Afrikalı ve Asyalı göçmenlere de yaşam koşulları bırakılmadığı için Avrupa’ya akın ediyor. 

Emperyalist burjuvazi, elini Afrika’dan çektiğinde ya da çektirildiğinde, Afrikalılar Avrupa’ya gelmekten vazgeçeceklerdir. Çünkü o zaman emperyalist uşağı efendileri rahatlıkla alt edip özgürce yaşayacakları bir sistemi kurabilirler. Kendi yaşamlarına kendileri karar verebilirler. Ne var ki, emperyalistler, baskıyla, katliamlarla, savaşlarla, böl-yönet politikalarıyla halkları birbirine yabancılaştırdığı gibi düşünemez hale getirdi. İnsanları bir lokma ekmeğe muhtaç hale getirdiler. 

Afrika insanın bu denli yıkımlarla karşı karşıya olmasının esas nedeni elbette emperyalist politikalar ve bunlar arasındaki egemenlik dalaşmasıdır. Afrika’nın bitmeyen tarihsel zenginlikleri bütün emperyalistlerin iştahını kabartmıştır. Afrika insanın vahice katledilmeside bundandır. Ne yazık ki, Afrika üzerindeki yıkım her geçen gün dahada artmaktadır.

Sorun bütünüyle sınıfsaldır. Afrikalı ve asyalı göçmenlerin Akdenizde boğdulmaları, AB içinde sadece Almanya’nın 2050 yılına kadar yılda 500 bin göçmene ihtiyaç duyduğu ve ondan sonra ise bunun 600 bine çıkacağı, Afrika’nın yoksulluğu ve savaşlarla imha edilmesi, yine Afrika’nın en gelişmiş ülkelerinin yılda yaklaşık 1,5 tirilyon[3] dolar  tüketim (konsum) maddesi ihtiyacı olduğu vs. vs. bütünüyle politik ve emperyalist burjuvazinin soruna, insani duygular açısından değil, kendi sınıf çıkarları açısından yaklaştığı bir gerçektir. 

Burjuvazi, yoksul Afrikalıların Avrupa akınlarından korkuyor. Belkide Roma’yı yıkan kavimler göçünün tekrarlanmasından korkuyorlardır. Avrupa burjuvazisini elbette bu ülkelerde yaşayan işçi sınıfı yenecektir. Ancak, emperyalizmin baskı ve sömürüsü altındaki ülkelerde devrimler gerçekleştiğinde ise emperyalizmin hareket alanı iyice kısıtlanarak, hızla yıkılmasının koşulları hazırlanmış olacaktır. Bu kez burjuvazi için kavimler göçü işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesi olacaktır. Kitleler, kendilerinden çalınanları mutlaka bir gün geri alacaktır.

Yüzyıl önce Ermeni soykırımı gerçekleşmişti. O günden bu güne burjuvazinin ve gericiliğin sınıf tavrında değişen bir şey yok. Soykırımlar hala devam ediyor. Yüzyıl önce Anadolu ve Mezepotamya topraklarında yapılan soykırım, bu kez Avrupa burjuvazisinin eliyle Afrikalılara uygulanıyor. Bu ise sınıfsal bir soykırımıdır.

Sınıflar arası mücadelede duyuga yer verilmez. Özellikle burjuvazide insani “duygu”, “vijdan” vb. aramanın hiç bir anlamı yoktur. Onun vijdanı sermayenin çıkarları doğrultusunda çalışır ve sermaye ne emredese burjuva vijdanı da ona göre çalışır. Sermaye ise insani bir duygu taşımadığından, artı-değer için işçi sınıfına ve ezilen halklara ölümlerden ölüm beğendirir. Bu nedenle de, emperyalist burjuvazinin “demokrasi” heveslisi kesilmesi, sermayenin büyümesi içindir. İşçi sınıfı için demokratik hakların yüksek olduğu yerlerde ise sermayenin karı düşer. Baskı ve yasaklamaların yoğun olduğu alanlarda ise sermayenin karı artar. İşçi ve emekçilere yasakların yoğun olduğu yerlerde ise ne ekonomik ne de insani gelişme olabailir. Ya da çok sınırlı bir gelişme olabilir. Bütün emperyalist burjuvazi ve uşaklarının yasaklamalara bu denli düşkün olmalarının bir nedeni de budur. İnsanın kültürel ve entellektüel gelişmesi yanında örgütsel gelişmeside ksıtlı olur. Ayrıca bunlar birbirini koşullar ve biri olmadan diğerinin nitelikli bir gelişme göstermesi olası değildir. 

Elbette, emperyalizm var oldukça, işçi ve emekçilerin ölmesi, yakılması, katledilmesi, kurşunlanması, işten atılıp işsiz kalması ve yoksulluk ve açlık eksik olmayacaktır. Bu durum, kapitalizmin nedeni değil onun doğal bir sonucudur. 

Kapitalizm varolmaya devam ettikçe, savaşlar sürecek, yıkımlar olacak, Afrika ve diğer yoksul kıtalar yoksullaşmaya devam edecek, işçilerin yarttıkları değerler bir avuç emperyalist burjuvazinin egemenlik aracı olan sermayeye dönüşecektir. Kapitalizm yıkılmadıkça, bu yıkımlar artarak devam edecektir. Ancak, işçi sınıfı ve tüm yoksullar üzerindeki yıkımın önlenmesi sosyalizmle durdurulabilecektir. Başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen kitleler bunu kavradıklarında, sınıf bilincini aldıklarında ve örgütlenip burjuva sınıfına karşı mücadele ederek kendi düzenlerini kurduklarında, o güzelim Akdeniz göçmenler mezarlığı olmaktan kurtulabilecektir.24.04.2015

 


[1]Frantz Fanon’un, Antil ve Afrikalı siyahları anlattığı “Yeryüzü Lanetlileri” adlı kitabı. F.F bu kitabında: “Avrupa kelimenin tam anlamıyla Üçüncü Dünya’nın yarattığı bir şeydir” der.

[2]Bkz. Die Welt, 27.03. 2015

[3] Focusmoney Online, 23.04.2015

 

51561

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

Alman Bernsteincılığın, Rus Struveciliğin Günümüz Versiyonları 'Özgürlükçü Sosyalizm' Ve HDP-HDK



Ekonomistler , Legal Marksistler ve Menşeviklerin bir bölümünün Rus Devrimi süreci içinde toparlandığı Kadetlerin(Anayasal Demokrat Parti) iç savaş sürecinde karşı-devrimci Beyaz Muhafizlara dönüşmeleri size ilham vermelidir...

Geri dönüp baktığımda

Kürt hareketi iyimserlikle tedirgin bir karamsarlık arasında gidip geliyor. Bir bocalama içinde, şüpheci, kaygılı ve tereddütlü. Tayyip Erdoğan’ın ne yapacağını ve ne yapmak istediğini kestiremiyor. Kendisini kuşatan puslu havayı aralayamıyor, önünü göremiyor. Tayyip Erdoğan’a sert çıksa  “hassas süreci” baltalamış olmaktan çekiniyor. Alttan alsa direksiyonu büsbütün AKP’ye kaptırmaktan ve bir bilinmezlikte irtifa kaybetmekten korkuyor. 

Suyun başını Tayyip Erdoğan kesmiş, Kürt hareketi ise ona kilitlenmiş, ne söyleyecek, ne yapacak onu bekliyor.

Korkaklar Zafer Anıtı Dikemez, Hele Sen Asla…

Recep Tayyip Erdoğan gibi, tek millet, tek din düşüncesinin sadık bir savunucusundan, paketin içine sıkıştırdığı nefret suçları ifadesine tamamen zıt bir karakterli, kendi inancı dışındaki herkese ve her inanca, her farklılığa düşman birinden Alevi ve Alevilik inancıyla ilgili çözümler beklemek, beklentiler içinde olmak bile başlı başına büyük bir hayalciliktir.

 

AKP"nin "Demokratikleşme" Oyunları

Başbakan Erdoğan’ın bugün (30.09.2013) açıkladığı AKP’nin “demokratikleşme paketinde, demokratikleşmenin dışında her şey var dense yeridir. Türk burjuvazisi, 1923’den beri “demokratikleştiğini”, “demokrasiye adım attıklarını”, her yeni hükümet dönemlerinde birden fazla “demokratikleşme” paketleri çıkarmalarından bilinir. Önceleri, “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış vatan-millet”, sonraları ise,  “vatana millete hayırlı uğurlu olsun” burjuva çiğ sözleriyle ortalığa sürülen “paketler” ortaya çıktı. 

 

Kürt krallığı için mi Halepçelerde öldüler ?

 

            Gazeteler geçenlerde Mesut Barzani ile Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülklerini sıralayınca, Halepçe'de soykırıma uğratılan Kürtler geldi gözümün önüne.

Devrim Bir Maceradır

Devrim bir maceradır. Kayıtsız kuyutsuz, şartsız koşulsuz, sorgusuz sualsiz devrim denen bir deryanın içine atmaktır kendini devrimcilik. Geriye bakmadan, arkada kalanları kara kara düşünmeden, hep ileriye yönelmektir devrimcilik.

Geceyi gündüze, yeri geldiğinde gündüzü geceye çevirmektir, yarınların getireceği yakıcılığı düşünerek, devrim denen maceranın içine hesapsızca atılmaktır devrimcilik.

Kürt siyasetinin kurtlarla bitmeyen dansi

Bir halk için tarih tekerrür ediyorsa, bu o halkın tarihten ders çıkarmadığını gösterir ki, vay o halkın haline. Burada kastedilen elbette halkın kendisi değil önderleridir. Kürtler de, önderleri tarihten pek ders çıkarmayan talihsiz bir halktır. Kürt önderleri yüz yıldan beri Türk devlet yöneticileriyle diyalog kurmaya çalışmış ama hep hüsrana uğramışlardır. Hatırlanacağı gibi daha birkaç ay önce devletle müzakere havası esiyordu Newroz' un barış güvercinleri uçurulan Kürt semalarında. Şimdi ise bir ümitsizlik rüzgârı esmekte halaylar çekilen o meydanlarda.

On’ların Öğrettiği

birer birer, biner biner ölürüz

yana yana, döne döne geliriz

biz dostu da düşmanı da biliriz

vurulup düşenler darda kalmasın…//

çünkü isyan bayrağıdır böğrüme saplanan sancı

çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum…

sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata…”[1

 

Yukarıdaki dizeler Orhan Kotan’ın, Diyarbakır Zindanı’nda kaleme aldığı “Gururla Bakıyorum Dünyaya”sındandır; yazmaya gayret edeceklerimin özetidir sanki…

Aysel Tuğluk ve ekrad-i bi idrak

Fazla söze gerek yok.2007’de Kemalist bürokrasinin yaklaşan tasfiyesini öngöremeyip “Kurtarıcı motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemselliğinin büyüklüğü kendisini gösterdi ve gösterecek. O bir mucizedir, ölümsüzdür. Uluslaşmada temel direktir.

BAŞKALDIRININ -ÖN- DEĞERLENDİRİLMESİ[*]

“Ve bizim bir haziranımız

Bir yıl kadar yetecektir dünyaya

Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış

Çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız

Hayasız pençelerini kokuyla gizleyen

Bir olgu olmayacaktır sana

Ölülerimiz toplanacaktır

Doldurulan bir kıyı gibi.”[1]

 

Erdem Aksakal’ın, “2011 yapımı ‘Ya Sonra’ filmine, Özcan Deniz aşkını şu sözlerle anlatarak başlar. ‘Masallar neden en güzel yerinde biterler? Sonra ne olur bilinmez. Biz de masallara göre sona geldik. Peki ya sonra?’

KENTİ (YOKSULLARINDAN) “TEMİZLEMEK”…[1]

“Ahlâk ve para aynı çuvala girmez.”[2]

Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, bugün İstanbul’un en “in” mekânlarından sayılan Erenköy-Göztepe arasında geçti. O yıllarda İstanbul’un tartışmasız bir numarası Teşvikiye- Nişantaşı-Osmanbey karşısında biraz “ikinci sınıf” sayılan, ancak “sayfiye” olarak muteber, bizim gibi yaz-kış kalanların hafiften “taşralı” muamelesi gördüğü, ama geceleri Bağdat caddesinde “anahtar teslim”ine yarıştırılan lüks, spor arabalara bakıldığında, geleceğinin “parlak” olduğunu sezdiren, üç katlı apartmanlar diyarı…

Sayfalar