Cuma Mayıs 3, 2024

Kiminle Çuvala Girdiğini Bilmek- Fikret Başkaya

 HDP’li milletvekillerini Meclis dışına atma operasyonunun terörle mücadeleyle uzaktan-yakından bir ilgisi yok. Tam tersine savaşı şiddetlendirmek ve faşist tırmanışı kurumsallaştırmak için öyle bir yola giriliyor. Asıl amaç tek adam diktatörlüğünü tesis etmek!

TBMM’den HDP milletvekillerini atma operasyonu haklı olarak şaşkınlık ve öfke yarattı. Oysa TBMM’nin ve siyasi partilerin ne mene şeyler olduğu bilinirse, öyle bir şaşkınlığa kapılmaya yer olmazdı… Benzer bir operasyon bundan 20 yıl kadar önce de yapılmıştı ve henüz belleklerden silinmiş değil… Aslında sorun rejimin niteliğine dair bir dizi yanlış anlamayla ilgili. O halde bir kaç kısa hatırlatma durumu netleştirmeye yarayabilir:

Resmi ideolojinin yüz yıldır yaymaya çalıştığının aksine 1923 yılında devlet kurulmadı. Adı değiştirildi. Bu devleti Türklerin ve Kürtlerin birlikte kurduğu söylemi de tam bir yalandı. Devletin kurulmaya ihtiyacı yoktu. Biraz sarsılmış olsa da yerli yerinde duruyordu. O süreçte bırakın Kürtlerin bir dahli olmasını Türklerin dahi bir dahli olmadı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi [TBMM] ne büyüktü ve ne de ‘milletin meclisiydi’. Baştan itibaren mülk sahibi egemen sınıfların ve devletin meclisiydi ve hep öyle kaldı. Oradaki “millet” dedikleri de kendileriydi. TBMM’nin halkla reel bir ilişkisi yoktu, İleri sürüdüğü gibi CHP devleti kuran parti değildi. devleti devralan devlet partisiydi. Nasıl TBMM’nin “milletle” bir ilgisi yok idiyse, CHP’nin de halkla reel bir ilişkisi yoktu. Tamı tamına bir devlet partisiydi ve hep öyle kaldı. Zaten 1923-1946 aralığında parti, hükümet ve devlet bir ve aynı şeydi. Şimdilerde de bu üçü yeniden birleşmiş bulunuyor… Bu gün artık iktidar partisi, hükümet ve devlet arasındaki ‘sınırlı ayrım’ ortadan kalkmış bulunuyor. Böyle bir durumda burjuva anlamda bir siyasi partiden söz etmek artık mümkün değil. Bu “az gittik, uz gittik ama sonunda başa döndük” demeye gelir…

Geride kalan 97 yılda halk kitleleri şeylerin seyri üzerinde yeteri kadar etkili olamadı. Tüm düzenlemeler devlet (memleketin sahipleri) tarafından dayatıldı. Bu durum siyasal kültürün azgelişmişliğin sonucuydu. İmparatorluk döneminin tebâsı, kulu modern bir cumhuriyetin yurttaşı olamadı. Bütün bu zaman zarfında kolayca itilip-kakıldı, aşağılandı… Demokratik-sol muhalefet bu yüzden akıl almaz bedeller ödemek zorunda kaldı. Geniş halk kitlelerinde ‘aydınlanma’ bir karşılık bulabilmiş değildi… Elbette bu hep böyle olacak diye bir kural yok. Şeylerin seyri eninde sonunda değişecektir. Zira, özgürlük mücadelesi söz konusu olduğunda kaybetmek diye bir şey yoktur

Siyasi partiler halkın değil, devletin ve daha genel bir çerçevede mülk sahibi egemen sınıfların (oligarşinin) partileridir ki, zaten bu ikisi bir ve aynı şeydir… Mülk sahibi sınıflar devlet, devlet de mülk sahibi sınıflar demektir… Bütün bu zaman zarfında ezilen ve sömürülen halk sınıflarının kendi iradelerini temsil eden siyasi partiler kurup, sürece müdahale etmelerine izin verilmedi. Her şeye rağmen kurulanlara da yaşama şansı tanınmadı. Sanılanın aksine siyasi partilerle halk arasında, seçenle seçilen arsında bir temsil ilişkisi söz konusu değildir. Siyasi partiler halktan oy alıyorlar ama aslında mülk sahibi oligarşiyi ve devleti temsil ediyorlar! Bizde siyasi partiler devletin diğer kurumları gibidirler, devletin uzantısıdırlar. Dolayısıyla kullanılan oyun bir karşılığı yoktur…

1946 yılında “çok partili sisteme” geçiş, iktidarın (devletin) bir manipülasyonuydu. Sadece birden çok devlet partisinin kurulmasına izin verilmişti. İşçilerin, küçük çiftçilerin, daha genel olarak ezilen ve sömürülen sınıfların örgütlenmesi yasaktı. Kurulanların tamamı kapatıldı ve cezalandırıldı. 1962 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisinin ve 1990’lı yıllardan beri kurulan Kürt partilerinin başına nasıl çorap örüldüğü biliniyor…

Türkiye’de siyasi partilerin iki işlevi var: a. rejimi meşrulaştırıp-dayatmak, bu amaçla kitleleri aldatmak- oyalamak, sisteme ‘demokratiklik’ süsü vermek ve b. bütçeyi ve hazineyi yağmalatmak ve yağmalamak, eşi- dostu zengin etmek… Halkı aldatıp oyunu alıyorlar, sonra da “milli irade” tecelli etti diyorlar! Şeylerin seyri üzerinde halk kitlelerin gerçekten bir dahli olsaydı bu gün burası böyle mi olurdu? Siyasi partiler aslında benim “asıl devlet partisi” dediğim güç ve iktidar odağının (memleketin sahiplerinin) taşeronudurlar. Sınırı aştıkları düşünüldüğünde bir darbeyle veya ‘mevzuat gereği’ kapatılırlar, “sözleşmeleri” feshedilir… Zira devlet partisi de olsalar oy almak için halka bir şeyler vadetmek zorundadırlar. Bu onları kendilerine tanınan sınırı geçmeye, güdümlü olmaktan çıkmaya zorluyor. Yaşanan gerilimin nedeni budur.

Türkiye’de “demokrasi” denilen tam bir sirk oyunudur. Siyasi partiler de zaten bir devlet kurumudur ve öyle işler… İç işleyişlerinde demokrasinin kırıntısı bile yoktur. Tek adam şirketidirler. Her şey bir tek adamın iradesine bağlıdır. Ve o tek adam bir kere partinin tepesine çöreklendi mi, öyle kolay kolay orayı terk etmez . Osmanlı İmparatorluğunda padişahların tahtta kalma ortalama süresi (aritmetik ortalama) 17,3 yıldı. Bizde sadece siyasi partilerin değil, derneklerin, sendikaların, odaların, vb. 30-40 yıl başkanlığının yapanların sayısı az değildir… 30 yıl belediye başkanlığı, 40 yıl muhtarlık yapanlar var… Velhasıl anti-demokratizm  tüm örgütlerin ‘normal işleyiş halidir”!

“Türkiye laiktir laik kalacak” sloganının da bir karşılığı yok. Türkiye’de din hiç bir zaman devletten ayrılmadı. Devlet oldum olası dine karışmaya devam etti. Eğer siz dine karışırsanız. din de size karışırdı ve karıştı… Bütün bu zaman zarfında bu rejim, dozunu kendi ayarladığı bir dinci gericiliğe ihtiyaç duydu. Şimdilerde bir ‘doz aşımı’ durumu ortaya çıkmış bulunuyor. Rejim hızlı bir tempoyla Suudi Arabistanlaştırılıyor… Hilafeti ihya etme planları var… Zira mülk sahibi sınıfların sadece yalan-tahrifat ve yok saymaya dayalı uyduruk resmi ideolojiye dayanarak yönetebilmeleri, iktidarlarını koruyabilmeleri mümkün değildi.. Toplumsal uyanışı engellemek, demokratikleşme taleplerini etkisizleştirmek, sol muhalefeti  bir alternatif olmaktan çıkarmak için dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar. Aslında o sloganı şu şekilde formüle etmek gerekiyor: ” Türkiye laik değil ama mutlaka laik olacak”!

HDP’li milletvekillerini Meclis dışına atma operasyonunun terörle mücadeleyle uzaktan-yakından bir ilgisi yok. Tam tersine savaşı şiddetlendirmek ve faşist tırmanışı kurumsallaştırmak için öyle bir yola giriliyor. Asıl amaç tek adam diktatörlüğünü tesis etmek! Savaş ve çatışma ortamı egemen sınıflar için bulunmaz bir nimettir. Savaş ve çatışma dönemleri sömürü, yağma, talan, çalıp-çırpma için son derecede uygun bir zemin oluşturur. Kimseye hesap vermeye ihtiyaç kalmaz. Her türlü hukuksuzluk, ahlaksızlık mümkün hale gelir… Öyle bir ‘parlamento’ ki, bir çoğunluk güruhu milyonlarca insanın oyunu alarak seçilmiş başka milletvekillerini oradan atmaya cüret edebiliyor…. Bunun dünyanın başka bir ülkesinde bir benzerini var mıdır? Kendilerine savunma hakkı bile tanınmadan milletvekillerinin meclisten atılması ne demektir? Bu,  Türk demokrasinin bir marifetidir. Tabii böylece TBMM’nin ne mene bir gericilik yuvası olduğu, nasıl bir devlet kurumu olduğu, aslında kimin ‘meclisi’ olduğu da netleşmiş olmalıdır! HDP’li vekilleri oradan atmak,  milyonlarca insanın iradesini yok saymak değil midir? İşlerine gelince “milli irade” diyorlar ve utanmadan milyonlarca insanın iradesini yok sayıyorlar…

O halde neden bu kadar kolay yönetebiliyorlar, bu kadar küstahlaşabiliyorlar?

“Hırsızın kabahati” arş-ı alayı geçti de ondan. İnsanlar kolay aldanıyor, aldatılıyor, kandırılıyor… Aksi halde bunca zamandır hırsızlara oy vermezler, onları iktidara taşımazlar, yağma ve talana yol vermezlerdi… Tabii kapitalizmin kültürü çürüttüğünü, insanların tam birer tüketim nesnesine dönüştürüldüğünü de dikkate almak gerekiyor.  Artık her türlü, değerin, değer ölçüsünün, nirengi noktasının yok olduğu bir zamandayız… Geride kalan yaklaşık yüz yılda ezilen-sömürülen kitleler, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi bahsinde başarısız oldular. Daha da ötede bu kavramlar geniş halk kitlelerinde yeterli karşılığı bulamadı, kök salamadı. Bu ülkeyi yönetenler öyle olması için ellerinden geleni yere koymadılar. Elbette bu hep böyle gidecek diye bir kural yok. İçine sürüklendiğimiz bu durum, solun, ilericilerin, demokratların, faşizme karşı olanların, dinci gericiliği sorun edenlerin, gerçek laiklerin,  gerçek cumhuriyetçilerin, anti-kapitalistlerin… rüştünü ispat etmesi için bir fırsat sunuyor.  Başka türlü söylersek aslında şeylerin seyrini değiştirmek için  önümüze bir fırsat çıkmış bulunuyor. O halde bütün mesele bu fırsatı kullanıp-kullanmamakla ilgili demektir… 

43331

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Son Haberler

Sayfalar

Misafir yazarlar

Bir Sol Liberal Aydının Ezilen Ulus Milliyetçiliği Temelinde Ulus Sorununa Yaklaşımının Eleştirisi

Giriş:

Uluslar kapitalizmin şafağında ortaya çıkmıştır. Ancak, kapitalizmin emperyalizme evrilmesiyle de ulusal sorunlar çözülebilmiş değildir. Hala ezilen uluslar ve bunların kendi kaderlerini özgürce tayin etme mücadeleleri sürmektedir. Özellikle emperyalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, ezilen ulus sorununun çözümü doğrudan proleter devrimlere bağlanmıştır.

Dağın Sara’sı (Sakine Cansız), Nubar Ozanyan

Aradan yıllar geçse de direngenliğin hikayesini yazan Sara (Sakine Cansız), unutulmadan konuşulup anılıyorsa bu onun istisna bir kişilik olduğunu gösterir. Unutulmayacak kadar değerli çalışmalar yürüten, her dönem geride okunacak notlar bırakan Sara, Kürt Özgürlük Hareketi’nin öncü soluğu olmayı başarmış bir devrimcidir.

Cüret edip özneleşelim, kurtuluş için örgütlenelim ve hep birlikte devrimle özgürleşelim!

– Merhaba, kendinizi tanıtır mısınız?

– Merhabalar, ben Rosa Avesta, TKP-ML Komünist Kadınlar Birliği (KKB) temsilcisiyim.

– TKP-ML KKB olarak 5 Mayıs 2023 tarihinde yaptığınız açıklamada 1. Kongrenizi yaptığınızı açıkladınız. Bu Kongreye gelinceye kadar geçen süreci özetleyebilir misiniz?

Sosyalizm Bayrağının Arkasına Saklanan Sosyal Şovenizm!

Yerel seçim süreci, egemen sınıflar arasındaki kapışmanın yeni adresi olarak giderek ısınan bir gündem olarak karşımıza çıkıyor.

2023 Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde AKP-MHP faşist ittifakı ve merkezinde CHP’nin yer aldığı “Millet İttifakı” arasındaki mücadeleden ilki ezici bir üstünlükle galip çıktı. Daha doğrusu, devlet aklı, önümüzdeki dönem için yola “CHP’nin de onayıyla” Türk-İslam senteziyle, gerici ve faşist bir ittifakla devam etme kararı aldı.

Vahşet ve zulümle biten yıllar (Nubar OZANYAN)

Yeni yıl ezilen halklara yenilik adına bir şey getirmedi. Zulmün bir devamı, vahşetin bir tekrarı yeniden yaşatılıyor. Dünyanın muktedirleri, sermayenin generalleri Orta Doğu’yu yeniden paylaşmak, hegemonyalarını pekiştirmek için her gün daha fazla sayıda savaş gemisini denizlere sürüyorlar. En kıyıcı silahlarını yeni bir paylaşım savaşı ve çatışmaları için hazırlıyorlar. Filistin, Kurdistan, Ukrayna savaşın ve çatışmaların en sert ve en tahripkar geçtiği ülkeler olma gerçekliğini korumaya devam ediyor.

Roza Luxsemburg ve Karl Liebknecht Yaşıyor, Lenin Yol Göstermeye Devam Ediyor!

 

Roza Luxsemburg ve Karl Liebknecht bundan 105 yıl önce dönemin SPD hükümetinin Freikorsp (Gönüllüler Alayı) askerleri tarafından kurşuna dizilerek katledildiler.

Birinci emperyalist paylaşım savaşının ufukta görünmeye başladığı 1907 yılında toplanan İkinci Enternasyonal çıkması muhtemel savaşa karşı “hazır olunması” ve “savaş bütçelerine hayır” denmesi çağrısında bulundu.

Gerici Zorun Panzehiri, Devrimci Zordur

Görsel ve yazılı basında her gün çürümüş, kokuşmuş sistemin icraatlarına tanıklık ediyoruz. Artık uyuşturucu baronlarına, çetelere dair haberler “sıradan” vakalar haline gelmiş durumda. Tabi ki, bizim işimiz bunların çetelesini tutmak değildir.

“Mücadele, İsyan, Örgüt ve Ezilenlerin Savaşına Doğru…”

Oldukça sarsıcı bir yılı geride bıraktık. Artsakh’da, Rojava’da, Gazze’de işgal saldırıları sürerken Afganistan’da halk Taliban zulmüne katlanmak zorunda kaldı.

Yeni ticaret anlaşmaları ve pazar paylaşım savaşları nedeniyle Ortadoğu halkları Kafkaslar’dan Arap Yarımadası’na zulme uğramaya, göçe zorlanmaya, açlığa ve yoksulluğa hapsedildi. Şimdi yeni bir yıla girerken bu emperyalist ve gerici saldırıları direniş ile karşılayan Ortadoğu halkları zaferlere muktedir…

 Bölgede tırmandırılan savaş

AKP veya CHP’ye Kaybettirmek mi? 3. Yol mu?

Devrimci mücadelenin gerilediği, devrimci-komünist ve yurtsever hareketlerin kitleler üzerindeki etkisinin önemli oranda azaldığı bir sürecin içinden geçiyoruz.

“Ateş Hırsızları”nın Felsefesi, Filozofları[*]

“Diyalektik felsefe karşısında

hiçbir şey sonal,
mutlak, kutsal değildir.”[1]
 
Felsefe “Öldü” mü? Öncelikle belirtmeliyim ki, böyle düşünen insanlar olsa da, yaşam devam ettiği sürece felsefe nihayete ermez; onu “gereksiz” bir şeymiş gibi sunmaya kalkışanlar ise yanılıyor!
Felsefeye yabancılaşan bir çürüme/ çöküş labirentindeysek de; o, insan(lık)ın aptallaştırılmaması için vardır.

Marks'ın Hatalı Olmasını Ne Kadar İsterdik

Proletaryalarla sohbet.

Ah... ah...  kaçımız ama kaçımız marks'ın hatalı olmasını istemezdik ki.

Hemi de kaçımız.

Heledeki sömürgecilik sosyo ekonomik yapıyı değiştirmez derken.

Heledeki yıllardır da sömürgeciliğin değiştirdiği sosyo ekonomik yapıda politika yaptığımızı da kabullenmişken.

Kaçımız ve kaçımız marks'ın hatalı olmasını istemezdik ki.

Belki de... sadece   bu konularda da değil.

Başka  konularda da marks'ın hatalı olmasını isterdik.

Sayfalar