Cuma Mayıs 17, 2024

‘Nenemin Masalları'

Bazı kitaplar sadece içerikleri ile değil, yaratım süreçleri açısından da övgüyü hak eder. Çünkü içerikleri kadar üretildikleri koşulların ağırlığına da direnmişlerdir. 1980 darbesinin en korkunç işkencehanelerinden birine dönüşen Diyarbakır Cezaevi’nde kalan bir tutuklu olarak Serdar Can’ın, 1991 gibi bir tarihte, 1915 Ermeni Soykırımı hafızasını neredeyse ilk defa ele aldığı ‘Nenemin Masalları’ kitabı tam da bu bağlamda övgüyü hak ediyor.

İdam cezasına mahkum edilmiş bu genç devrimci devletin soykırıma yönelik inkar duvarında bir gedik açmayı başardı. Ne mutlu ki, yalan perdesini aralamak isteyen cesur insanlar günden güne çoğaldı. Bu yüzden soykırım inkârına atılan ilk taşlardan birinin sahibi olan Serdar Can ile kitabın yayınlanmasından 24 yıl sonra, kitabın yazılış hikâyesini konuştuk. Hem bu iyi yürekli insanları hatırlamanın sorumluluğundan, hem de onların bu hakikat arayışlarının bize yeni umut patikaları açmasından dolayı...

‘Nenemin Masalları’nın ilk baskısı 1991’de çıktı. Ermeni Soykırımı üzerine yazılan ilk hafıza kitaplarından birisi olabilir. Kitabın hikâyesini anlatabilir misiniz? 

Ermeni Katliamı, 20. yüzyılın dünya çapındaki ilk ve en büyük insanlık kırımı. Bir tarafta ırkçı ve kafatasçı Turancı bir cellatlık, diğer tarafta ise köylüsü, rençperi ve zanaatkârıyla bir halk. İnsanlık düşmanı bir milliyetçi akım, kültürü bin yıllara dayanan, ağası, beyi dâhil çoluğu çocuğuyla bir milleti topraklarından sürüyor. Ülke boydan boya bir insan mezbahasına dönüyor. Her taraf kan, her taraf kıyamet. Atasının, dedesinin topraklarından köpek gibi kovuluyor insanlar. Bir yılan, bir çıyan gibi başı eziliyor insanlığın. Böylesine büyük ve utanç verici bir rezalet varken, ortada bunun edebiyat literatürüne girmemiş olması da aydınlar için ayrıca bir utanç vesilesidir. Bu çok büyük bir eksiklikti. Öte yandan, beni bu konuyu yazmaya iten kişisel hikâyemden de bahsedeyim. Anneannem katliam zamanında yani bizim Kürtlerin ‘qefle’, Türklerin ise ‘tehcir’ dediği olaylar esnasında 13-14 yaşında imiş. Dedemin üçüncü eşi oluyor. Anneannem tam olarak nerelidir bilmiyorum. Yer isimleri de değiştirilince hepten kaybettik izini. Ama Bitlis Ermenilerinden olduğunu söylerdi hep. Ermenice adı Xelat imiş. Daha sonra Rindê oluyor ismi. Dedemle evlendiğinde ise bu defa Ayşe olarak değiştiriyor adını. Orda bu isimde bir dağ da varmış. Çocuk yaşta alıkonulduğu için iyi hatırlamıyordu. Ailesinden zorla alınıp bir adama verilmiş. Bir abisinin duvar ustası olduğunu ve ortağı Kürt usta tarafından öldürüldüğünü söylerdi. Biz sekiz kardeştik ve nenem bizi büyüttü. 1970’te, doksan yaşında iken vefat etti. Ben o zaman on yaşındaydım. Onun Türkçesi yoktu, biz de iyi Kürtçe konuşamadığımız için sağlıklı bir iletişimimiz de olmadı maalesef. Nenem başından geçenleri sürekli anlatırdı, hayal meyal aklımda kalmış bazı şeyler. Bir de o dönemde geleneksel aile ortamında sürekli bu mesele konuşulurdu. Diyarbakır’da hangi ortama girsen mutlaka Ermeni Katliamı konuşulurdu. Kürtlerin bu soykırıma nasıl alet edildikleri anlatılırdı.

İdam cezası almıştım. Her an asılacağımızı düşünüyorduk. Bu Ermeni meselesinin kalıcılaşması gerektiğini düşündüm. Bir tarafım Kürt, bir tarafım Ermeni idi. Bunun toplumsal düzeyde özeleştirisini yapmak gerekir diye düşündüm.

Kitabı yazmanızı sağlayan anneannenizin hikâyesi miydi?

İdam cezası almıştım. Her an asılacağımızı düşünüyorduk. Bu Ermeni meselesinin kalıcılaşması gerektiğini düşündüm. Bir tarafım Kürt, bir tarafım Ermeni idi. Bunun toplumsal düzeyde özeleştirisini yapmak gerekir diye düşündüm. Bu yüzden 1985’ten itibaren hikâyeleri toplamaya başladım. Benim koğuşta Urfalı, Muşlu, Vanlı Kürt arkadaşlarım vardı. Hepsinden çokça soykırım hikâyesi dinledim. Sonra bazı isim ve yerlerin adlarını değiştirerek edebi bir formda kurguladım. Beni yazmaya iten temel neden cezaevinden çıkamayacağımı düşünmemdi. Zaten öleceğim, bari bu konuda bir yazılı belge kalsın istedim. Ermeni toplumuna karşı bir Kürt olarak özeleştiri sunmak istedim. Kitabı yazarken dili ile çok uğraştım. Mümkün olduğunca bir edebiyatçı duyarlılığı ile yaklaştım. Tekrarlardan kaçındım. Kitabı yazdığım esnada aynı zamanda kaçmak için tünel kazıyorduk. Geceleri tünel kazmayla geçiyordu. Gündüz yorgunluğa rağmen ara ara kitabı yazmaya çalışıyordum. Tüneli bitiremeden bizi Adana Ceyhan’a sürgün ettiler. Kitabı orada bitirdim. Zaten 1985’ten itibaren notlar tutmaya başlamıştım bu konuda. 1991’de son haline kavuşturup yayınladık.

Kitabı yazarken Türkiye’deki Ermeni tabusunun farkındaydınız. Bu sizi korkutmadı mı?

Kitap baskıya gittiğinde ölüm orucundaydık. Dedim ki bun son çıkış. Ya bu kitap çıkacak ya da mesele yazılı hâle gelmeden kaybolacak. Ölmeden basılı hâlini görmeyi hayal ediyordum. Kitabı yazarken Ermeni kelimesini doğrudan kullanamazdım. Ceza Yasası’nın 141 ve 142. maddelerinden dolayı bunu yapamazdım. O yüzden kitabı masalsı bir formda kurgulamaya karar verdim. Misal Ermeniler için ‘sarıputseverler’, Müslümanlar içinse ‘yeşilputseverler’ ismini kullandım.

Kitap nasıl basıldı?

1991’e gelindiğinde artık cezaevindeki baskılar kısmen azalmıştı, o yüzden yazdıklarımı dışarıya çıkarmak zor olmadı. Kitabı Umut Yayınevi’ne yolladım, hemen basmaya karar verdiler ama kitap çıktıktan sonra Adnan Özyalçıner’in yazdığı arka kapak yazısı beni çok rahatsız etti. Benden habersiz yapılmıştı bu. Kapakta Türklerin bu katliamda hiçbir rolleri olmadığına dair bir şeyler yazmıştı Özyalçıner. Hâlbuki ben soykırımı planlayan Türk liderlerinin dışında kimseden bahsetmemiştim kitapta. Benim derdim bir Kürt olarak kendi halkımın soykırımdaki rolünün özeleştirisini yapmaktı. 1991’den 2012’ye asker kaçağı olduğum için legal alanda hiçbir etkinliğe katılamadım. Kitabın ilk baskısı hemen bitti, ikinci baskısı 1993’te yapıldı. O dönemde çok fazla sayıda kitabın Fransa’ya gönderildiğini biliyorum.

Hücre arkadaşım kitabı okuduktan sonra hayretle bana ‘Ben burada çektiğimiz işkencelere dair bir kitap okuyacağımı sanırken Ermeni meselesi hakkında bir içerikle karşılaştım. Nasıl kendini bu şiddet gerçeğinin dışına çıkarabildin?’ diye sormuştu.

Kitap çıkınca nasıl tepkiler aldınız?

Genelde olumlu tepkiler aldım. Örneğin hücre arkadaşım kitabı okuduktan sonra hayretle bana “Ben burada çektiğimiz işkencelere dair bir kitap okuyacağımı sanırken Ermeni meselesi hakkında bir içerikle karşılaştım. Nasıl kendini bu şiddet gerçeğinin dışına çıkarabildin?” diye sormuştu. Ayrıca kitap 1991’de çıktıktan kısa bir süre sonra Hrant Dink tesadüfen denk geliyor ve hemen Umut Yayınevi’ni arayarak yazarı ile tanışmak istediğini belirtiyor. Kaç defa arıyor ama yayınevi benim örgütsel faaliyetlerimden dolayı bilgi veremiyor kendisine. Daha sonra bana bu durum aktarıldı. Bir gün Beyaz Adam Kitabevine gittim, Hrant’la tanıştık orda. Sonra bir gece Kör Agop Meyhanesi’nde Hrant, Margosyan ve diğer bazı arkadaşlar ile oturduk. Dostluğumuz Hrant katledilene kadar da devam etti. 

Kitabın içeriği ile ilgili kısa bir soru sormak istiyorum. Son yıllarda tanıklıklara dayanılarak yazılan kitaplardan farklı olarak öne çıkan birkaç farklı tema var çalışmanızda. Örneğin tüm hikâyelerde kıtlık, merkezi bir tema olarak öne çıkıyor. Ayrıca komitacılık ve kırsal bölgelerdeki Ermeni direnişlerinden de bahsediyorsunuz. Bunlar dinlediğiniz insanlardan duyduğunuz şeyler miydi?

Anneannem kıtlık zamanını hep söylerdi. Ayrıca annem de İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan kıtlıktan sürekli bahsederdi. Sıradan insanların soykırıma yönelmesinde kıtlığın önemli bir etkisi olduğu izlenimine kapıldım, o yüzden kitapta da işledim bunu. Komitacılık ve yerel direniş konusunda ise genelde şöyle bir yaklaşım vardı: Sanki bundan bahsedilse Ermeniler haksız görülür gibi bir korku vardı ama ben böyle düşünmüyorum. Her halkın örgütlenme ve kendi bağımsızlığını talep etme hakkı vardır. Her örgütlenen halkı soykırımdan geçirmek, soyunu mu kurutmak gerekiyor? Örgütlenmenin ve zulme direnmenin ne kadar doğal ve evrensel bir hak olduğunu vurgulamak için komitacılıktan ve yerel düzeydeki küçük direnişlerden bahsetmeyi tercih ettim.

Sizin kitabın basımı üzerinden 24 yıl geçti. Bu alanda ciddi bir sözlü tarih ve hafıza literatürü oluştu. Kürtlerin 1915’e dair yaklaşımları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kürtlerin 1915’teki rolleri ile ilgili bugüne kadar konuştuğum hiçbir Kürt ile ihtilafa düştüğümü hatırlamıyorum. Hiç kimse Kürtler haklıydı gibi bir savunmaya girişmedi. Herkes bir soykırım yaşandığını düşünüyor ve bununla yüzleşmek için çaba sarf ediyor. Bugün de Kürtler dünyanın demokrasi bayraktarlığını üstlenmiş konumdalar. Bu noktada Ermeni Soykırımı’na yaklaşımları da onları daha fazla sempatikleştiriyor dünyanın gözünde.

Kitabın baskısı uzun zamandır tükenmiş durumda. Yeni baskısını yapmayı düşünüyor musunuz?

Evet. Bazı ufak tefek düzenlemeler yaptıktan sonra kitabın üçüncü baskısını yapacağız. 

Serdar Can kimdir?

1961 doğumluyum. Babam 1920’lerin başında Kulp ilçesinin Araşka köyünden Amed’e göç etmiş. Amed’de büyüdüm. 1976’da politika ile ilgilenmeye başladım. Önce TKP ile tanıştım. Sonra Doktor Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi ile ilişkilendim bir süre. 1978’de Ankara’daki eğitimime ara verip Diyarbakır’a döndüğümde İbrahim Kaypakkaya’nın eserleriyle tanıştım. Kürt sorununa bakışı beni derinden etkiledi, hele Kemalizm tahlillerini okuyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Kemalist devlet ideolojisiyle ‘eğitim’ görmüş biri olarak ve katıldığı diğer ‘sol’ hareketler içinde de Kemalizm konusunda pek de matah bir şey duymamış biri olarak ‘Kemalizm eşittir faşizm’ formülüyle karşılaşınca adeta abandone oldum. 1970’lerde 23 yaşlarındaki biri nasıl bu tahlilleri yapabilmişti? Cumhuriyet tarihini ve Kürt ulusal hareketlerini ince detaylı ve doyurucu açıklamalarla anlatmıştı. Böylece İbocu oldum. Yine o dönem için hem Kürt meselesinin çözümü hem de Türkiye’deki devrimci kurtuluş açısından bana en yakın hareket oydu. 1978’de örgütün aktif bir militanı oldum ve 94’e kadar da devam etti bu. 1980 darbesinden önce gerilla faaliyetlerine başlamıştık. Amed’de ilk gerilla birliği TİKKO’nun idi. 1979-80’de Hazro bölgesinde gerilla faaliyetleri yürütmeye başladık. Darbeden sonra Hazro’da girdiğimiz bir silahlı çatışmada iki arkadaşım hayatını kaybetti, ben yaralı olarak askerin eline geçtim ve Ocak 1981’de TKP-ML/TİKKO davasından cezaevine girdim. 1983’te idam cezası aldım. 1991’de Özal affı ile idam cezası almış ve on yıldan fazla cezaevi yatmış kişiler bir defaya mahsus serbest bırakıldılar.

53464

Bu Dünya Komünizmi de Yaşayacaktır!

 

Ekim Devrimi’nin 96. Yılını Kutlarken!...

Sınıf bilinçli bir devrimcinin,
her zaman devrim beklemesi,
onun düşünce ve eylem
diyalektiğinin bir gereğidir

ÇIRILÇIPLAĞIM SOKAK ORTASINDA UTANIYORUM!

Yoksullar için bir cehenneme dönüşen dünyanın şu utançlı haline bir bakın! İçinde çocuk ve kadınların da olduğu yüzlerce kaçak göçmen bindikleri tekne alabora olunca, İtalya'nın Lampedusa Adası açıklarında denizin zifiri karanlığında kaybolup gittiler.

         Dünyayı aralarında ülke ülke parselleyen kudretlilerin para havuzları dolarlarla dolup dolup taşarken, yoksulluk mengenesindeki bu insanlar bir lokma ekmek için bin bir umutla yollara düşmüş, bilmeden ölüme koşmuşlardı.

Aşk ve Sanatın hayatı yani Gezi, Kızılay, Gündoğdu, vd’leri 1

“İyi ki hatırlattın

Başkaldırı diye bir şey var

İsa’dan beri insanı güzelleştiren

Şimdi daha güzel her şey

Daha insan herkes.”[2]

 

BEN BEHZAT FİRİK! Hasan Aksu

GÖZLERİMİ DAĞLADILAR WAYE, ATEŞLERDE YAKILDIM ANNEY!
 Ben BEHZAT FİRİK:  Tabi beni çoğunuz tanımazsınız, çok azınız beni tanır. 12 Eylül 1981’in 10 Ekim’inde,  karanlığın dağılmaya yüz tuttuğu bir fecir vakti, Dersim’de Ovacık’ın Dere Karedesi’nde yani köyümde ağabeyimle birlikte Kayseri komando tugayınca yaka paça gözaltına alındık.    Operasyon timinin başında “Kulaksız Yüzbaşı” lakaplı Aytekin İçmez vardı. Biliyorum hala beni tanımadınız, ne demek istediğimi hala anlayamadınız, tanıyamadınız beni.

Akp'nin yeni oyunu‘’Demokratikleşme Paketi’’

Kamuoyunun uzun bir süredir beklediği  ‘’Demokratikleşme Paketi’’ nihayet 30 Eylül 2013 tarihinde yeni Başbakanlık binasında, bizzat hükümetin başı Erdoğan tarafından açıklandı.  Hiçbir muhalif gazete ve televizyon kuruluşunun yer almadığı basın toplantısında,  Bakanlar Kurulu üyeleri ve yandaş basının Ankara temsilcilerinin yer aldığı basın toplantısında, Erdoğan tek kişilik bir tiyatro oyunuyla ‘Demokratikleşme Paketi’’ni açıklayarak salondan ayrıldı.

Alman Bernsteincılığın, Rus Struveciliğin Günümüz Versiyonları 'Özgürlükçü Sosyalizm' Ve HDP-HDK



Ekonomistler , Legal Marksistler ve Menşeviklerin bir bölümünün Rus Devrimi süreci içinde toparlandığı Kadetlerin(Anayasal Demokrat Parti) iç savaş sürecinde karşı-devrimci Beyaz Muhafizlara dönüşmeleri size ilham vermelidir...

Geri dönüp baktığımda

Kürt hareketi iyimserlikle tedirgin bir karamsarlık arasında gidip geliyor. Bir bocalama içinde, şüpheci, kaygılı ve tereddütlü. Tayyip Erdoğan’ın ne yapacağını ve ne yapmak istediğini kestiremiyor. Kendisini kuşatan puslu havayı aralayamıyor, önünü göremiyor. Tayyip Erdoğan’a sert çıksa  “hassas süreci” baltalamış olmaktan çekiniyor. Alttan alsa direksiyonu büsbütün AKP’ye kaptırmaktan ve bir bilinmezlikte irtifa kaybetmekten korkuyor. 

Suyun başını Tayyip Erdoğan kesmiş, Kürt hareketi ise ona kilitlenmiş, ne söyleyecek, ne yapacak onu bekliyor.

Korkaklar Zafer Anıtı Dikemez, Hele Sen Asla…

Recep Tayyip Erdoğan gibi, tek millet, tek din düşüncesinin sadık bir savunucusundan, paketin içine sıkıştırdığı nefret suçları ifadesine tamamen zıt bir karakterli, kendi inancı dışındaki herkese ve her inanca, her farklılığa düşman birinden Alevi ve Alevilik inancıyla ilgili çözümler beklemek, beklentiler içinde olmak bile başlı başına büyük bir hayalciliktir.

 

AKP"nin "Demokratikleşme" Oyunları

Başbakan Erdoğan’ın bugün (30.09.2013) açıkladığı AKP’nin “demokratikleşme paketinde, demokratikleşmenin dışında her şey var dense yeridir. Türk burjuvazisi, 1923’den beri “demokratikleştiğini”, “demokrasiye adım attıklarını”, her yeni hükümet dönemlerinde birden fazla “demokratikleşme” paketleri çıkarmalarından bilinir. Önceleri, “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış vatan-millet”, sonraları ise,  “vatana millete hayırlı uğurlu olsun” burjuva çiğ sözleriyle ortalığa sürülen “paketler” ortaya çıktı. 

 

Kürt krallığı için mi Halepçelerde öldüler ?

 

            Gazeteler geçenlerde Mesut Barzani ile Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülklerini sıralayınca, Halepçe'de soykırıma uğratılan Kürtler geldi gözümün önüne.

Devrim Bir Maceradır

Devrim bir maceradır. Kayıtsız kuyutsuz, şartsız koşulsuz, sorgusuz sualsiz devrim denen bir deryanın içine atmaktır kendini devrimcilik. Geriye bakmadan, arkada kalanları kara kara düşünmeden, hep ileriye yönelmektir devrimcilik.

Geceyi gündüze, yeri geldiğinde gündüzü geceye çevirmektir, yarınların getireceği yakıcılığı düşünerek, devrim denen maceranın içine hesapsızca atılmaktır devrimcilik.

Sayfalar