Salı Mart 4, 2025

Her Sınıf kendi ölüsüne ağlar

Akdeniz’de son bir ay içinde batan (batırılan) göçmen gemi ve teknelerinde 1500’e yakın insan öldürüldü. Yoksulların çığlıkları yine yıldızlara ulaştı, ama AB emperyalist burjuvazisine ulaşamadı.

Akdeniz’deki kitlesel yoksul göçmen katliamlarının acısı yine yoksullar üzerinde ağıt bırakırken, emperyalist Batı burjuvazisi kendi sınıfına yakışır bir şekilde; daha fazla “askeri önlemler”in alınmasından söz etti. Bu katliamların birinci derecede sorumlusunun kendisi değilmiş gibi, yine suçu Akdeniz’in sularında boğulanlarda buldular.

Boğulanlara göz yaşı dökenler yine yoksullardı. Zenginler ise, yoksullar gözyaşı dökmedi. Çünkü, orada boğulan sermaye değildi. Şu anda sermayenin gereksinim duymadığı işgücü ihtiyacı fazlası “Yeryüzü Lanetlileri”ydi.[1]24 Mart 2015’de Fransız Alplerinde düşen bir Alman uçağında ölen 150 kişiye karşı verilen tepki ile Akdeniz sularında boğulan binlerce yoksulla gösterilen tepki aynı değildir. Çünkü Alman ve Avrupa burjuvazisi uçakta ölen 150 kişi için değil, Lutfansa Havayolları tekelinin borsada değerinin düşmesine üzülmüştü. Yakılan ağıtlar sermayenin değer kaybınaydı. Burjuva gazeteleri, haberi : “Lutfansa’nın kara günü” diye verdi. Bu da her sınıfın kendi ölüsüne ağladığının bir gereçeğidir. Burjuvazinin insanlığı “sermaye”dir. İşçi ve emekçilerin, yani yoksulların insanlığı ise insanın kendisidir. Her iki sınıfın arasındaki fark bu denli niteliklidir.

Alman emperyalist burjuvazisinin Nazi rejimi, istemediklerini, kendinden olmayanları toplama kamplarında ve fırınlarda yakarak öldürdü. Günümüzün emperyalist AB burjuvazisi ise istemedikleri göçmenleri Akdeniz’de boğarak öldürüyor. Aynı sınıf, kendi karşıtı sınıflara karşı değişik zamanlarda aynı davaranışta bulunuyorlar.

İnsanlığın doğduğu kara Afrika’nın zengin ve bereketli topraklarından dünyaya yayılan insanlık, kendine yabancılaşmış olarak doğduğu toprakları, sonradan geri dönüp yağmaladı. Doğduğu topraklarda kalan atalarını kölleştirerek kendini zenginleştirdikçe Afrika’yı çölleştirdi. Afrika’nın topraklarının çölleşmesi Afrika insanın çölleşmesiyle koşut gitti. Başka türlü olması da beklenemezdi.

Afrika, dünyayı insanlaştırmanın bedelinin köleleşmek olduğunu bilemezdi o zaman. Afrika köleleri Amerika ve Avrupa’yı yarattı. Bugün Amerika ve Avrupa zenginlik üzerine oturuyorsa, bu Afrikalı kölelerin emeğidir. Afrikalı kölelerin, yani Akdeniz sularında batırılarak öldürülen yoksul göçmenlerin atalarının yarattığı değerlerdir. Göçmenlerde, yağma ve savaşlarla kurutulan, çölleştirilen ve kendilerine yaşam alanı bırakılmadığı için ölüm pahasına Avrupa kapılarına dayandılar. Çünkü kendilerine başka bir alternatif bırakılmamıştı. Ya orada açlık ve savaştan öleceklerdi ya da bir ihtimal, bir kısmının Avrupa kapılarından içeriye girme ihtimali olursa ötelenme pahasına ayakta kalma şansları olacaktı. İşte onları emperyalist Avrupa burjuvazisinin ırkçı ve yabancı düşmanı sistemleri altında kerhen yaşamaya “razı olmaya” iten nedenler esasları bunlardır.

acıları değil istatistikleri paylaşılan ölüler

Burjuvazi acıları paylaşmaz. İstatistiklere vurur insanlığı. Özellikle de yoksulların acıları onların sermayesini ilgilendirdiği oranda etki yaratır. Eğer sermayenin büyümesine hizmet ediyorsa, daha fazla yoksulun ölmesi için elinden gelen çabayı harcarlar. Yok, işgücü kaybı olacaksa, biraz dikkat ederler, çünkü sermayenin sömürmesi için işgücüne gereksiniğmi vardır. Bunu da her yıl ihtiyaçları oranda alıyorlar. Bazen övünerek söylüyorlar. “şu kadar göçmen aldık” diye. Oysa, Nüfusu her geçen gün yaşlanan Avrupa burjuvazisine, artı-değer yaratacak genç ve dinamik işgücü gereklidir.

Bir gerçek var ki; Avrupa burjuvazisine göçmen işgücü lazım. Çünkü kendi nüfusu yetmiyor. Hem yaşlanıyor, hem de yedek işgücü sayısı azalıyor. Bunu dengelemesi gerekli. Örneğin, Almanya’nın her yıl yaklaşık 500 bin göçmene[2] ihtiyacı var. Alman sermayesi bu olmadan kendini yenileyemez, diğer emperyalist sermaye kesimlerina karşı egemenlik mücadelesi veremez. Bir taraftan anti-göçmen yasaları çıkarılıp yabanacı düşmanlığı körüklensede, bir yandanda göçmen işçi almadan Alman sermayesinin büyümesi ve palazlanması söz konusu olamıyor. Bu salt Alman sermayesi için değil, İngiltere, Fransa ve diğer irili ufaklı emperyalist Avrupa ülkeleri içinde geçerlidir. 

Almanya’ya  AB ülkelerinden yılda ortalama 70 bin göçmen işçi geliyor. Ancak bu sayı Alman sermayesinin ihtiyacını karşılamıyor. Alman burjuvazisi “kalifiye göçmen” istemesine karşın, bunu bulması olasılık dahilinde değil. Bu nedenle, belli sayıda ilticacı ve göçmenin Almanya’ya girmesine izin veriyor. En son olarak Suriyeli göçmenleri (Türkiye, Ürdün ve Lübnan’da bulunan göçmen kamplarından) alması, onun iyi niyetinden öte, sermayenin ihtiyacına göre hareket etmesinden kaynaklandı. Ayrıca Suriyeli göçmenler ise seçmeli olarak, yani, kalifiye (özellikle “nitelikli” meslek sahibi) olanlar seçilip getirildi. 

AB burjuvazisi, Akdeniz’i göçmen mezarlığı haline getirmesi, gelenlerin kontrolsüz gelmesi ve sınır gevşetildiği anda daha fazlasının akın edeceğini bildiği içindir. Bu nedenle de, göçmen tekneleri genelde Avrupa kıyılarına belli bir mesafede batı(rılı)yor. Avrupa kıyılarına yaklaşmasına izin verilmiyor. Elbette göçmen teknelerinin batmalarının çeşitli “nedenleri” bulunuyor. Göçmen ölülerinin üzerine basarak sermayesini ve gücünü artıran AB burjuvazisi kendini temize çıkarıyor. Ayrıca, ne kadar insanın deniz dibine gönderildiği ise gerçekte belirsiz kalıyor ya da saklanıyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün verdiği bilgiye göre,  2011-2015 arası Akdeniz’de 5.979 göçmen boğuldu. Sadece 2014 yılında 3500 (üçbinbeşyüz) göçmen boğuldu. Yine Uluslararası Af Örgütü’nün (Amnesty) verdiği bir tahmine göre bu yıl göç yollarında 30 bin göçmenin ölmesi bekleniyormuş.

Göçmen olmaktan kurtulmanın yolu

AB burjuvazisinin ileri gelenleri, göçmen akınını kesmek için daha fazla askeri önlem istiyor. Bunu, göçmenlerin ölmelerine üzüldüklerinden değil, kendi ülke halklarının burjuvazinin gerçek yüzünü görmelerinden korktukları içindir. Daha fazla teşhir olmamak içindir. Onlar, artı-değer yaratmayanların yaşamasını değil, “telef” olmasını yürekten istiyorlar. 

İnsan kendi doğduğu toprakları kolay kolay terk etmez. Orada yaşam koşulları kalmamışsa terk eder, daha yaşanır bir yere doğru yola çıkar. Afrikalı ve Asyalı göçmenlere de yaşam koşulları bırakılmadığı için Avrupa’ya akın ediyor. 

Emperyalist burjuvazi, elini Afrika’dan çektiğinde ya da çektirildiğinde, Afrikalılar Avrupa’ya gelmekten vazgeçeceklerdir. Çünkü o zaman emperyalist uşağı efendileri rahatlıkla alt edip özgürce yaşayacakları bir sistemi kurabilirler. Kendi yaşamlarına kendileri karar verebilirler. Ne var ki, emperyalistler, baskıyla, katliamlarla, savaşlarla, böl-yönet politikalarıyla halkları birbirine yabancılaştırdığı gibi düşünemez hale getirdi. İnsanları bir lokma ekmeğe muhtaç hale getirdiler. 

Afrika insanın bu denli yıkımlarla karşı karşıya olmasının esas nedeni elbette emperyalist politikalar ve bunlar arasındaki egemenlik dalaşmasıdır. Afrika’nın bitmeyen tarihsel zenginlikleri bütün emperyalistlerin iştahını kabartmıştır. Afrika insanın vahice katledilmeside bundandır. Ne yazık ki, Afrika üzerindeki yıkım her geçen gün dahada artmaktadır.

Sorun bütünüyle sınıfsaldır. Afrikalı ve asyalı göçmenlerin Akdenizde boğdulmaları, AB içinde sadece Almanya’nın 2050 yılına kadar yılda 500 bin göçmene ihtiyaç duyduğu ve ondan sonra ise bunun 600 bine çıkacağı, Afrika’nın yoksulluğu ve savaşlarla imha edilmesi, yine Afrika’nın en gelişmiş ülkelerinin yılda yaklaşık 1,5 tirilyon[3] dolar  tüketim (konsum) maddesi ihtiyacı olduğu vs. vs. bütünüyle politik ve emperyalist burjuvazinin soruna, insani duygular açısından değil, kendi sınıf çıkarları açısından yaklaştığı bir gerçektir. 

Burjuvazi, yoksul Afrikalıların Avrupa akınlarından korkuyor. Belkide Roma’yı yıkan kavimler göçünün tekrarlanmasından korkuyorlardır. Avrupa burjuvazisini elbette bu ülkelerde yaşayan işçi sınıfı yenecektir. Ancak, emperyalizmin baskı ve sömürüsü altındaki ülkelerde devrimler gerçekleştiğinde ise emperyalizmin hareket alanı iyice kısıtlanarak, hızla yıkılmasının koşulları hazırlanmış olacaktır. Bu kez burjuvazi için kavimler göçü işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesi olacaktır. Kitleler, kendilerinden çalınanları mutlaka bir gün geri alacaktır.

Yüzyıl önce Ermeni soykırımı gerçekleşmişti. O günden bu güne burjuvazinin ve gericiliğin sınıf tavrında değişen bir şey yok. Soykırımlar hala devam ediyor. Yüzyıl önce Anadolu ve Mezepotamya topraklarında yapılan soykırım, bu kez Avrupa burjuvazisinin eliyle Afrikalılara uygulanıyor. Bu ise sınıfsal bir soykırımıdır.

Sınıflar arası mücadelede duyuga yer verilmez. Özellikle burjuvazide insani “duygu”, “vijdan” vb. aramanın hiç bir anlamı yoktur. Onun vijdanı sermayenin çıkarları doğrultusunda çalışır ve sermaye ne emredese burjuva vijdanı da ona göre çalışır. Sermaye ise insani bir duygu taşımadığından, artı-değer için işçi sınıfına ve ezilen halklara ölümlerden ölüm beğendirir. Bu nedenle de, emperyalist burjuvazinin “demokrasi” heveslisi kesilmesi, sermayenin büyümesi içindir. İşçi sınıfı için demokratik hakların yüksek olduğu yerlerde ise sermayenin karı düşer. Baskı ve yasaklamaların yoğun olduğu alanlarda ise sermayenin karı artar. İşçi ve emekçilere yasakların yoğun olduğu yerlerde ise ne ekonomik ne de insani gelişme olabailir. Ya da çok sınırlı bir gelişme olabilir. Bütün emperyalist burjuvazi ve uşaklarının yasaklamalara bu denli düşkün olmalarının bir nedeni de budur. İnsanın kültürel ve entellektüel gelişmesi yanında örgütsel gelişmeside ksıtlı olur. Ayrıca bunlar birbirini koşullar ve biri olmadan diğerinin nitelikli bir gelişme göstermesi olası değildir. 

Elbette, emperyalizm var oldukça, işçi ve emekçilerin ölmesi, yakılması, katledilmesi, kurşunlanması, işten atılıp işsiz kalması ve yoksulluk ve açlık eksik olmayacaktır. Bu durum, kapitalizmin nedeni değil onun doğal bir sonucudur. 

Kapitalizm varolmaya devam ettikçe, savaşlar sürecek, yıkımlar olacak, Afrika ve diğer yoksul kıtalar yoksullaşmaya devam edecek, işçilerin yarttıkları değerler bir avuç emperyalist burjuvazinin egemenlik aracı olan sermayeye dönüşecektir. Kapitalizm yıkılmadıkça, bu yıkımlar artarak devam edecektir. Ancak, işçi sınıfı ve tüm yoksullar üzerindeki yıkımın önlenmesi sosyalizmle durdurulabilecektir. Başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen kitleler bunu kavradıklarında, sınıf bilincini aldıklarında ve örgütlenip burjuva sınıfına karşı mücadele ederek kendi düzenlerini kurduklarında, o güzelim Akdeniz göçmenler mezarlığı olmaktan kurtulabilecektir.24.04.2015

 


[1]Frantz Fanon’un, Antil ve Afrikalı siyahları anlattığı “Yeryüzü Lanetlileri” adlı kitabı. F.F bu kitabında: “Avrupa kelimenin tam anlamıyla Üçüncü Dünya’nın yarattığı bir şeydir” der.

[2]Bkz. Die Welt, 27.03. 2015

[3] Focusmoney Online, 23.04.2015

 

54358

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

Partizan’ların Yolundan Gideceğiz – Umut Keçer

Partizan Amed enternasyonalist bir devrimci olarak Haseke’de IŞİD çetelerine karşı mücadelede ölümsüzleşti. Partizan’ın hikayesi aynı zamanda Bakur Devrimi ile Rojava Devrimi’nin ve Türkiye devriminin nasıl bir kader birliği içerisinde olduğunun hikayesidir.  Partizan Amed şahsında, enternasyonalist bir devrimci olarak, Türkiye ve Kürdistan halklarının birleşik devrim mücadelesi somutlaşmış oldu. Onun mücadelesi ve kararlılığı, onun mücadelesinin takipçisi olanlara örnek olacaktır.

Barbara Anna Kistler...(Nubar OZANYAN)

Adına Kürtçe ve Zazaca türküler yakılan, mısralar dizilen, roman ve öykü yazılan İsviçreli bir enternasyonal devrimci kadındı, Barbara Anna Kistler.

Onu İsviçre’nin Alplerinden alıp Dersim dağlarına götüren tutku düzeyindeki sevda, devrimin kendi ülkesinden daha önce gelişeceği fikriydi. Onu kayak merkezleriyle ünlü İsviçre’den çekip alıp Pülümür’ün karlı dağlarına yürüten güç, proleter enternasyonalizm idealiydi. O, bir devrim serüvencisiydi. İnessa Armand’ı Fransa’dan Sovyet devrimine yürüten devrim serüveni gibi…

Şehitlerimizin Kararlılığını Kuşanmalıyız

“Korku mu? Korku ve korkusuzluğun bir çelişki oluşturduğuna inanıyorum. Mesele ideolojimize sarılmak ve içimizdeki cesareti dizginlerinden boşandırmaktadır. Bizi cesur yapan, bize cesaret veren ideolojimizdir. Görüşümce hiç kimse cesur doğmaz, halkı ve komünistleri cesur yapan toplumdur, sınıf mücadelesidir. Sınıf mücadelesi, proletarya, parti ve ideolojimizdir. En büyük korku ne olabilir ki? Ölüm mü? Bir materyalist olarak yaşamın bir gün sona ereceğini biliyorum. Bence en önemli olan şey iyimser olmaktır.

Levon Ekmekçiyan ve Zohrab Sarkisyan’ı Unutmadık, Unutmayacağız!

Ermeni Soykırımı büyük bir suçtur. Ancak belki de bundan daha da büyük olan bu suçun inkar edilmesidir. Ve hatta daha da ileri gidilerek “mukatele” (birbirini vurmak) oldu denilerek yaşananların çarpıtılmasıdır.

İşte bu gerçeklik nedeniyle Ermeni devrimciler, suskunluk ve inkar perdesini yırtmak için ayağa kalkmışlar ve Ermeni Soykırımı’nın bir gerçeklik olduğunu bütün dünyaya göstermek istemişlerdir. Soykırıma uğrayanların çocukları, soykırıma uğradıklarını kanıtlamak zorunda kalmışlardır.

TKP-ML TMLGB MK: TİKKO 1. Konferansı, Halk Savaşı’nı Yükseltme Çağrısıdır

Halk gençliğinin komünist örgütü olarak ordumuz TİKKO’nun gerçekleştirmiş olduğu 1. Askeri Konferansı gençliğin militan coşkunluğuyla selamlıyor, Halk Savaşı’nı yükseltmek için bütün sorumluluklarımızın üzerine korkusuzca gideceğimizin sözünü yineliyoruz.

TKP-ML TİKKO Genel Komutanlığı ile Röportaj;“Yol Göstericimiz, İlham Ve Güç Kaynağımız Partimiz Önderliğinde Yaşasın TİKKO Konferansımız!”

 

TKP-ML’nin 1. Kongre’de aldığı karar doğrultusunda “Halk Savaşı’nda derinleş, gerillada uzmanlaş” şiarıyla Konferans gerçekleştiren TİKKO’nun Genel Komutanlığı’ndan Ekin Vartinik ve Azad Axpanos kendilerine yöneltilen soruları yanıtladı.

– Konferansla ilgili sorulara geçmeden önce kısaca ülkedeki ve bölgedeki durumu nasıl değerlendirdiğinizi öğrenebilir miyiz?

Dil kesmek, baş kesmek…(Nubar Ozanyan)

Diktatör Erdoğan Türkiye’de dil kesiyor, Rojava’da baş kestiriyor. Asmayıp zindana yollayamadıklarının ya dilini ya da başını kesiyor. Yine bir cami çıkışında Sezen Aksu’yu hedef göstererek “Hz. Adem efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yeri geldiğinde koparmak bizim görevimizdir” diyerek sanatçı ve aydınları karşı kin ve nefret dolu cümlelerle tehdit edip halkı galeyana getirmek istedi. Kışkırtıcı, ötekileştirici, düşmanlaştırıcı dil kullanmakta oldukça usta olan bu diktatör, besbelli ki çaresizlik içindedir.

Devrim İçin Ölümsüzleşenlerimizi Anıyoruz! (Sentez)

İnsanlığın sömürüye dayalı sistemlere karşı mücadelesi de bu mücadelede sömürülenlerin canlarını feda etmeleri de neredeyse insanlığın bilinen tarihi kadar eskilere dayanıyor.

Çutak (Nubar Ozanyan)

Rakel Dink yaşam arkadaşına, çocuklarının babasına, Hrant’a “Çutak” diye seslenirdi. Rakel’in neden sevgili eşine Çutak dediğini ancak onları yakından tanıyanlar bilir ve anlar. Ermenilerin bir kısmı, çok sevdiklerine “Çutak” yani keman diye hitap eder. İnsanlar duygularını sözlere döker, sevgilerini notalara, melodilere işler.

Yanlış Bir Perspektif:“

 

Uluslararası Komünist Hareketin Birliği” Sorununu “Maoistlerin Birliği” Sorunu Olarak Tartışılması!...

22.01.2022

Halil GÜNDOĞAN 

Uluslararası Komünist Hareket (UKH)'in birliği sorunu, 3.Eternasyonalin sonlandırılması sonrası sürecin “Güncel bir sorun”u olarak var ola geldi. Yani bugünün ya da yakın geçmiş dönemin bir sorunu da değil bu sorun.

Nazilerin en has adamı Türkeş’ti- 1-2-3

Türkeş'ten Evren'e, Çiller'den Erdoğan-Bahçeli ikilisine Türk faşist liderlerin ilişki ağının merkezinde bulunan Almanya; son yüzyılda Türk milliyetçiliğinin “arka bahçesi” haline geldi. Nazi ideolojisi ve “Turancılık” fikri ise birbirini hep besledi.

Sayfalar