ԿարպիսԱլթընօղլու (Garbis Altınoğlu); Güle güle Ağparik…
Devrim ve sosyalizm mücadelesinde şehitler vermeye devam ediyoruz…
Ermeni halkının yiğit evladı, enternasyonalist devrimci Garbis Altınoğlu Ağparik’i kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyoruz…
1968 kuşağının devrimci önderlerinden, hayatını devrim ve sosyalizm mücadelesine adamış Garbis Altınoğlu artık aramızda yok…
12 Eylül AFC’sinde tutuklanarak uzun bir süre cezaevinde kalmış, işkencenin bütün çeşitleri üzerinde denenmiş, kızıl direnme ruhu “ser verip sır vermeme” geleneğini yaşatmış, işkencecilerin dahi saygısını kazanmış, efsanevi devrimci Garbis Altınoğlu’nu kaybettik…
Hayatını ezilen halklar mücadelesine adamış,vatansız, mülksüz, çıkarsız, mütevazi, saygın ve adı gibi altın kalpli Ağpariğimizin ölüm haberi herkesi üzüntüye boğmuştur…
İşkencecilerin elinden “nasıl ölmediğime ben de şaşırıyorum” diye konuşan ve ikinci defa yaşama tutunan “ikinci sefer doğan” Ağpariğimiz ölümsüzler kervanına katılmıştır…
Sosyalizm ve devrim mücadelesinde ihanetlerin, inançsızlıkların yaşandığı süreçlerde ML’ye olan inancından bir an olsun taviz vermeyen Ağpariğimiz örnek devrimci duruş sergilemiştir.
İşkenceler ve ağır tahribatlara dayanamayan kalbi 4 Ekim 2019 tarihinde bedenen aramızdan ayrılmış ama düşünceleri, örnek yaşantısı ile bizlere zengin bir miras bırakmıştır.
Yine sürgünde hayatını kaybeden GomidasVartabed gibi sessiz çığlık olmuştur.
Ölüm haberini alan Avrupa ve Türkiye’den yoldaşları, dostları, arkadaşları ve sevenlerinin akın akın son yolculuğunda buluştukları Anwers şehrinde Garbis Ağpariğimize yakışır şekilde düzenlenen cenaze töreni sevgi seline dönüştü.
Öyle diyebiliriz ki birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz, Kürt soykırımının yaşandığı bir süreçte Garbis Ağparik, farklı düşünce ve dünya görüşünde olanları cenazesinde buluşturdu. Belçika Ermeni Demokratlar Derneği (Associationdesdémocratesarméniens de Belgique) ile Partizanların düzenlediği cenaze töreni, yoğun katılım ile sevgi seline dönüşmüş, güçlü bir sahiplenmenin yaşandığı cenaze töreninde duygusal anlara tanık olunmuştur.
Garbis Ağparik ile yine böyle sancılı bir süreçte Türk Devleti’nin yürütmüş olduğu Fırat Kalkanı işgal ve soykırım hareketinde yapmış olduğumuz röportajdan kendisini, mücadelesini ve düşüncelerini konu olan görüşmemizden bazı bölümleri güncelliğinden ve saygımız gereği tanımayanlara, yeni nesillere aktarmayı bir görev biliyoruz.
Garbis Ağparik anlatıyor
“Amasyalıyım. Biz iki erkek kardeşiz. Baba tarafından dedemi ve -ben 1 yaşındayken ölen- ninemi görmedim. Anne tarafından dedem ve ninemi tanıdım. Ancak onlar bana bu konuda herhangi bir şey söylemediler. Yüzü hiç gülmeyen ve hep aksi huylu olan bu dedemin, bütün kardeşlerinin ve diğer yakınlarının öldürülmesine tanık olduğunu ve kendisinin ise değirmenci olduğu için sağ bırakıldığını çok sonraları öğrendim.
İlkokulu Amasya’nın Yeşilırmak İlkokulu’nda okudum. Amasya’daki ortaokula kaydımın yapılmasından sonra, ama henüz ders yılı başlamadan önce Amasya’ya, Anadolu’da başarılı ve yoksul ailelerin çocuklarını saptayan ve onları yönlendiren bir rahip uğramıştı. Ben onun girişimi sonucunda Tıbrevank’a geldim. Benden önce, benim dönemimde ve benden sonra da Amasya’dan ve ilçelerinden Tıbrevank’a gelen başka öğrenciler oldu.
Devrimci, daha doğrusu ilerici düşüncelerle, 1963-64 yıllarında, yani 27 Mayıs darbesinden sonra oluşan görece demokratik ortamda tanıştım. Bu sıralar Milliyet’te yazan Çetin Altan’ın ve Cumhuriyet’te yazan İlhan Selçuk’un köşe yazıları, başında Mehmet Ali Aybar’ın olduğu Türkiye İşçi Partisi’nin ve Sosyalist Kültür Derneği’nin toplantı ve seminerleri benim de içinde yer aldığım kuşağın aydınlanmasına ve devrimcileşmesine önemli bir katkı sağladı.
Özellikle Anadolu’da Ermeni kökenli her insan daha küçük yaştayken, Müslüman komşuları tarafından bir “öteki” ya da “farklı” olduğunu öğrendiği bir eğitime tabi tutulur. Bu dıştalanma öteden beri Ermeni gençleri ve aydınlarını şu ya da bu sol harekete yakınlaştırıcı bir etki yapmıştır. Bu, 1960’lar öncesinin -tüm tutarsızlıklarına rağmen- tek gerçek muhalefet partisi olan TKP için de geçerliydi; isimlerini verdiğiniz ve en büyük özveriyi yapmış olan Ermeni gençleri için de geçerlidir.
Benim devrimcileşmemde, 1965’ların ikinci yarısında yaygınlaşmaya başlayan anti-emperyalist öğrenci eylemlerine katılmamın da önemli bir rol oynadığını belirteyim. 1969’dan itibaren Dev-Genç adını almış olan FKF içindeki devrimci güçler arasındaki görüş ayrılıkları 1969-70 dönemecinde yoğunlaştı. (TİP yanlısı reformist eğilim daha önce etkisiz hale gelmişti.) Bu dönemde gerek İbrahim ve arkadaşları ve gerekse ben, Doğu Perinçek’in ön planda gözüktüğü ve Cengiz Çandar, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Şahin Alpay, Bora Gözen gibi isimlerin yönettiği Proleter-Devrimci Aydınlık çevresi içinde, bu çevrenin İstanbul kanadında yer alıyorduk.
Kaypakkaya’yla 1969-71 döneminde oldukça yakın bir ilişkim oldu. Zaten profesyonel devrimci olma sürecimizde genellikle Türk Solu dergisi ve İşçi-Köylü gazetesinin İstanbul’un Sultanahmet semtinde bulunan Piyerloti caddesindeki bürosunda kalıyor, geceleri masaların üzerinde yatıyor, kaldığımız yerde akar su olmadığı için sabahları elimizde bidonlarla yakındaki bir camiye gidip oradan su getiriyorduk.
Bu dönemde İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ünlü Saffet Müftüoğlu anfisinde her hafta tüm Dev-Genç üyelerinin katılımına açık tartışma toplantıları yapılırdı. Daha sonraları kendi bünyesinden THKO ve THKP-C’ni çıkaracak olan Dev Genç içindeki çoğunluğu küçük-burjuva devrimciliğine yatkındı ve bu da pratikte Dev Genç yöneticilerinin kendilerini adeta proletarya partisi işlevi gören bir örgüt gibi algılamalarına ve giderek daha maceracı bir taktiksel çizgi izlemelerine yol açıyordu. Mao Zedung’un görüşlerini kabul edene kadar Kaypakkaya, Dev Genç içindeki çoğunluğa egemen olan küçük-burjuva devrimciliği eğilimine sert eleştiriler yöneltiyordu. Hatta bu eğilimi, “Ne Yapmalı?” başta gelmek üzere Lenin’in yapıtlarındaki görüşleri esas alarak eleştiren Kaypakkaya bu yüzden ağır sözlü saldırıların yanısıra fiziksel saldırıya da uğramıştı. İbrahim’in bu dönemdeki yaklaşımını anlamak için onun, “Seçme Yazılar” başlığı altında yayımlanan kitaplarına alınmayan Mayıs 1970 tarihli “İşçi-Köylü Hareketleri ve Proleter-Devrimci Politika” adlı yazısına bakılabilir.
İbrahim’i en son İstanbul’un bir gecekondu semtinde kaldığı sade bir odada gördüğümü anımsıyorum. Ortalıkta bir sürü kitap ve üzerine bir şeyler yazılmış ve notlar alınmış defterler vardı. 1971’in ortaları ya da ikinci yarısında olan bu rastlaşmamız sırasında İbrahim, resmen değilse de edimsel olarak Proleter-Devrimci Aydınlık çevresinden kopmuştu ve sanırım daha sonra önemli bir bölümü yayınlanacak olan yazılarını hazırlıyordu.”
Ermeni Lisesi Partizanların kalesi …
Devrimci düşünceleri hızla işçi sınıfı, köylülük ve gençlik içerisinde yaygınlaşırken herkes gibi Ermeni devrimci gençler de sınıf mücadelesinden etkilenmiş, İbrahim Kaypakkaya’nın açmış oldu güzergahtan etkilenerek anti-faşist gençlik mücadelesinde yerlerini almışlardır. Devrimci düşüncelerin bir kök gibi Ermeni gençlik içerisinde yaygınlaşmasında önemli katkıları olmuş aynı zamanda öncüsü olmuştur. Hrant Dink, Hayrabet Honca, Manuel Demir, Nubar Yalımyan, Nubar Ozanyan şehit olurken yine efsaneleşen,sevilen halkın gönlünde taht kuran Ermeni Lisesi’nin ilk şehidi olan Armenak Bakırcıyan için ise şöyle demişti;
“Armenak, sanırım benden iki sınıf küçüktü. Onunla 1974 sonbaharında İstanbul’da bir-iki kez karşılaşmış ve sohbet etmiştik. Kendisi o zamanlar sadece taze bir devrim sempatizanıydı. Armenak’ın şehit düştüğünü 1981’de, yani 12 Eylül koşullarında, zaman zaman evlerine uğradığım bir Alevi aileden işitmiştim. Onların anlattığına göre bölgenin köylüleri Armenak’ın şehit düştüğü yerde onun için uygun bir mezar hazırlamışlar, ancak devlet güçleri bu mezarı bozmuşlardı. Bunun üzerine aynı köylüler mezarı yeniden yapmış ve köylüler bir kez daha mezarı eski haline getirmişlerdi. Ve bu döngü bir süre böyle bir süre devam etmişti. Armenak’ın sadece altı yıllık bir süre içinde sıradan bir devrim sempatizanından yaman bir savaşçıya dönüşmüş olması benim için hem hoş ve hem de acı bir sürpriz olmuştu.”
Ermeni düşmanlığı, demirbaş propaganda aracı…
12 Eylül Askerî Faşist Diktatörlük dönemine zemin hazırlamak, yükselen anti faşist mücadeleyi bastırmak için, Maraş, Sivas, Çorum illerinde tezgâhlanan Alevi halka yönelik katliamlar serisinden sonra, özellikle Maraş katliamında olayları başlatan ve arkasında gösterilen bu devletin her zamanki başvurduğu kirli ve Ermeni düşmanlığı propagandası için ise şöyle diyordu;
“Ermeni düşmanlığı, Türk egemen sınıflarının farklı fraksiyonlarının ve genel olarak Türkiye gericiliği ve burjuvazisinin demirbaş propaganda aracı ve ortak buluşma noktasıdır. Bunda şaşırtıcı bir yan yok. Türk ulusal kimliği Ermeni -ve Rum, Süryani vb.- sürgünü ve kıyımı süreci içinde inşa edilmiş ve bu Hristiyan halkların ‘etnik arındırma’ya tabi tutulmaları modern Türk burjuvazisinin oluşumunda çok önemli bir rol oynamıştır. Türk milliyetçiliğinin, diğer ülkelerin burjuva milliyetçi akımlarına kıyasla çok daha paranoyak, saldırgan ve anormal bir nitelik taşıması onun bu oluşum süreciyle doğrudan ilişkilidir.”
10 yıllık tutsaklık…
Garbis Ağparik 10 yıl süren tutsaklığına dair ise şu bilgileri vermişti: “Ben 31 Aralık 1981 tarihinde İstanbul’da yakalandıktan ve polis sorgum tamamlandıktan sonra 27 Şubat 1982’de tutuklandım ve Metris Askerî Cezaevine getirildim. 5 Mayıs 1982’de ikinci bir işkence süreci için Maraş’a gönderildim. 70 gün sonra yeniden İstanbul’a getirildim ve bu kentte bir kez daha Metris ve ardından Davutpaşa, Sultanahmet ve Sağmalcılar Askerî Cezaevlerinde kaldım. 1984’te Antep Kapalı Cezaevi’ne gönderildim. Bundan sonra; Mersin E-Tipi ve Adana Kapalı Cezaevlerinde kaldıktan sonra Mayıs 1986’da Sinop Kapalı Cezaevi’ne sevk edildim. Yaklaşık 2 buçuk yıl kaldığım bu cezaevindeki yaşamımın 210 gününü gerçek yeraltı hücrelerinde geçirdim. Ekmeğimi, işte tam bir izolasyon ortamında geçirdiğim bugünlerde yeraltında yaşayan ve cardon denen iri farelerle paylaştım. Daha sonraları sırasıyla Çanakkale E-Tipi Cezaevi, Antep Özel-Tip Cezaevi ve Eskişehir E-Tipi Cezaevi’nde kaldım ve 31 Aralık 1991’de tahliye edildim.”
AKP iktidarı patlamaya hazır bir volkanın üzerinde
O, güncel politik gelişmelere ilişkin ise, “AKP iktidarının, daha önceki gerici ve faşist rejimlerden farklı olarak, bir bölümü silahlı ve militan bir kitle tabanına sahip olması Türkiye’de yeni ve klasik faşizmi anımsatan ve dikkate alınması gereken bir olgu. Bir başka faktör de, son yıllardaki kötü performans bir yana bırakılırsa AKP iktidarı döneminde hem ulusal gelirin ve hem de kişibaşına ulusal gelirin belli ölçülerde yükselmiş olmasıdır. Tabii bu ‘başarı’, Türkiye’nin dış borcunun hızla artması, kamu mallarının satılması ve gelir dağılımında artan bir eşitsizlikle elele gitmiş ve bir ölçüde Batı’dan ve Körfez’den Türkiye’ye sermaye ve sıcak para akışı sayesinde sağlanmıştır. Ne var ki, toplumun Kürt, Alevi ve laik olarak nitelendirilen katmanlarını düşman kategorisine koymuş, Gülen hareketini tasfiye gerekçesiyle büyük bir mağdurlar ordusu yaratmış ve kendisini önemli ölçüde izole etmiş olan İslami-faşist rejim; Türkiye ekonomisinin artık duvara dayandığı bugünkü koşullarda kendi tabanını bile “sadaka ekonomisi”yle idare edemez hale gelecektir ve gelmektedir.
Buna; Suriye ve Irak’ta İslami terör gruplarını desteklemenin çok yönlü bedelleri, olan saygınlığı da yerlebir edilmiş olan Türk ordusunun bu iki ülkede giriştiği/girişeceği operasyonların olası ağır sonuçları ve Erdoğan kliğinin devlete egemen olma sürecinde ordu başta gelmek üzere devlet kurumlarında yol açtığı hasar eklendiğinde AKP iktidarının patlamaya hazır bir volkanın üzerinde oturduğu söylenebilir” diyordu.
Bilge insanın ardından…
Ağparik, bilge insan;
Son yolculuğuna, yıldızlara uğurlanırken, Enternasyonal Marşı hep bir ağızdan söylendi…
Ona da o yakışırdı.
Agop Ekmekciyan
Özellikle azınlıklar üzerine yazdığı yazılarıyla tanıdığımız yazarımız,diğer birçok konuda da makaleleriyle tanınmaktadır.
agop@kaypakkaya-partizan.net(Hazırlanıyor)
Son Haberler
Sayfalar
Şehrin Işıkları
Şehrin gri havasından akşamın karanlığına yürüyorken, herkes, bir telaşla kaçan trenin arkasından koşar gibi, tempoyla, koşturuyor. Şehir o kadar hızlı akıyor ki; insanlar zamanın ve süreçlerinde aynı hızda aktığını zannediyor. Elleriyle dokundukları, gördükleri ve duydukları her şey bir sonraki gün biçim değiştiriyor, aldıkları kokular değişiyor. Gazeteler bir gün önce yazdıklarını ertesi gün hatırlatamıyorlar bile.
Kimliksizlik kimlik olmuş! Tahir Canan
Star Gazetesi İnternete yönelik baskıları savunmak için basın ahlak kurallarını hiçe sayarak basın yasasını hiç görmeyerek dilde kemik yok misali İnternet sansürüne karşı çıkanları porno savunmakla suçlamış. Kendi ilkesizliğini de ilke olarak lansa etmiş. Deyim yerinde ise ilkesizlik ilke olmuş, kimliksizlik de kimlik yerine geçmiş. Yalan dolanla hükümeti” yalama “ yalakalığı erdeme dönüşmüş! Halkı kandırmayı da meslek etmişler. Bunun adına da Gazetecilik denmiş! Gazeteciliğin kamusal görevini hükumetin, devletin ululuğu altına gömmeyi” meslek ilkesi” kabul etmişler.
Yüce bir ölüm!/Agop Ekmekciyan
24 Ocak 1988 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü I.Şube polisleri tarafından boş bir arsada kurşuna dizilerek öldürüldüğü vakit Manuel Demir henüz 25 yaşındaydı. Genç yaşında ,inandığı dava uğruna düşüncelerinden taviz vermeyen,onurlu duruşu ile cellatları çılgına çeviren Manuel Demir hunharca öldürüldü. Faşizmin azgınca terör estirdiği yıllarda tüm hak ve özgürlüklerin rafa kaldırıldığı,yurtsever,devrimci,komünistlerin hapishanelere atıldığı 12 Eylül faşizminin kol gezdiği şartlarda devrimci mücadeleye ara vermeden,,çekinmeden devam etti.
Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu (vd’leri) için 11 not/ Temel Demirer
normal tarihsel koşuldur.”[1]
i) Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu (vd’leri) güzergâhı, “devrimin güncelliği” fikrine veda etmeyenler için şaşırtıcı olmadığı gibi, “beklenilmeyen” de değildi…
Bu bağlamda Kaan Arslanoğlu’nun, “Bu memleket adam olmaz”, “insanların üzerinde ölü toprağı var”, “insan doğuştan/genetik olarak itaatkârdır,”[2] türünden zırvalarını yerle yeksan eden Haziran Başkaldırısı, tarihsel bir yanıt oldu.
Akademisyen sorumlulugu /Sibel Özbudun
“En büyük bilgelik kendine egemen olabilmektir.”[2]
1. Entelektüel üretimin akademiye ve belli şablonlara sığdırılmaya çalışıldığı günümüzde, sizce akademi dışında entelektüel bir üretim zeminin oluşturulma imkânları nelerdir? Bu bağlamda Özgür Üniversite deneyimini nasıl değerlendirirsiniz?
Benzeşen Toplumları Talilde Unutulanlar / Ergün Aslan
Teori proletarya köylünün yaşamsal mücadelesinin devrimcide akademik olarak dile gelişidir.
Konuya girmeden önce,
Kapitalizmin.., işverenin.. karşısında proletarya köylü olmanın nasıl bir şey demek olduğunu unuttuysan ...
Bu tuzsuz baharatsız sosyo - ekonomik yapı neymiş ya.
Her şeye deva.
Ülkenin sosyo-ekonomik yapısını, inşasını mı talil edecen; Katma işin içine sömürgeciliği..., sosyo - ekonomik yapının sınıflar yüzerinde yol açtığı karekterliği.... tamam.
Umreye Giden Düşkünler/ Erdal Yıldırım
Gündemde AKP iktidarı Kültür Bakanlığınca organize edilen 100 Alevi kökenli ‘dede’nin önce Necef’e, Kerbelâ’ya ve sonra da umreye götürülmesi olayı var. Ve (ben de dahil) bir çok yazar çizer, kanaat önderi, kurum yöneticisi günlerdir bu konuda, konuşuyor, yazıp çiziyor ve ülkenin başkaca bunca önemli yaşamsal sorunuları varken, bu konu gündemde önemli bir yer tutuyor.
On yıl mı beş yıl mı bu ne demektir?
AKP’nin başı Başbakan mahpusların uzun yargılama süresini kısaltacağını açıkladı! Herhalde bravo dememizi bekliyorlar. Ne diyelim ülkemizin kara mizahı böyle oluşmakta. Ülkeyi öyle ki yazboz tahtasına çevirdiler ki. Bu zevatlar ne yaptıklarını biliyorlar mı? Yoksa, bizlerle dalga mı geçiyorlar? Sanki on yıldır bu iktidarda olan, bu yasal düzenlemeleri yapan kendileri değilmiş de başka biri imiş gibi ortalığa çıkıp ne iyi düzenleme yapacaklarını ballandıra ballandıra anlatıp duruyorlar.
Abdullah Öcalan,Hatip Dicle ve “Kapitalist Modernite”’
Time dergisinin her yıl açıkladığı “Dünyanın En Etkili 100 Kişisi” listesinin 2013 versiyonunda Ortadoğu’dan sadece iki liderin adı vardı: Abdullah Öcalan ve Fethullah Gülen.Liderliğini esaret koşullarında sürdürmesiyse Abdullah Öcalan’ın çok özel durumuna işaret ediyor.Tam anlamıyla bıçak sırtında yapılan bir politika üretiminden bahsediyoruz.Bu politika üretimine ilişkin tartışmalar Öcalan’ın bir komployla 15 Şubat 1999’da TC’ye tesliminden ve takip eden sorgu aşamasındakı performansından itibaren hiç durmadı.Öcalan’ın özeleştiri vererek önünü kesmediği bu tartışmalar başta PKK dü
Mültecilik ve düşünce üretimi
Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) içinde eskiden beri “mülteciliğe” bir kızgınlık ve yabancılaşma vardır. Özellikle “mülteci” devrimcilere iyi gözle bakılmaz. Bunun TDH’ne, “kötü” olarak yansıması TKP’nin mülteciliğinden kaynaklanıyor. TKP önderleri,,, ülkedeki baskı koşularından dolayı uzun bir süre yurtdışında (o zamanki adıyla Sovyet bloku ülkelerinde) yaşamak zorunda kalmaları, 1970’lerden sonraki devrimci kuşak içinde, “lanetlenen” bir durum oldu.