SAVAŞ, BARIŞ VE KÜRTLER

Savaş ve barış iki zıttın birlikteliğidir. Savaşın olduğu yerde barış olacaktır, barışın olduğu yerde de savaş olacaktır. Dünyada savaş koşulları ortadan kalktığında barış kelimesi de kendiliğinden ortadan kalkacaktır. İnsanlar artık “barış” kelimesini kullanma gereksinimi duymayarak, onu ölen kelimeler yığını içine atacaktır. Ve bunun yerine yeni bir kelime türtecektir. Bu da, ancak, sınırsız ve sınıfsız bir dünaya kurulduğu zaman gerçekleşebilecektir.
İyi niyetleden bağımsız olarak, iki savaşan güç arasında kurulan “barış masası” bir satranç tahtası gibidir. Özellikle haksız olan taraf, haklı olan tarafı haksız düşürebilmek için tüm hilelerini ortaya koymaya çalışıp, onu “barış masası”nda pes ettirmeye çalışarak, kendi üstünlüğünü ve istemlerini kabul ettirmeye çalışır, “barış masası”ndan galip ayrılmaya ve hatta karşı tarafı bütünüyle teslim almayı hedefler. Bu savaş, ezen Türk ulusuyla ezilen Kürt ulusu arasındaki bir savaştır. Haksız olan ezen Türk ulusudur. Daha somutlarsak; haksız olan, Kürt ulusunun haklarını zorla gasp eden Türk egemen sınıflarıdır.
Ya da, savaşan gücün bir tarafı, barış masasına, biraz soluklanarak güç toplayıp yeniden daha güçlü bir şekilde saldırmak için oturur.
Türk egemen sınıfları, yeniden PKK ile “barış masası”na oturmaya karar verdi. Bu, devletin ne ilk ne de son hamlesi olacaktır. Bu bir taktik savaşıdır. PKK’nın barış istemesi kadar doğal bir şey yoktur. Çünkü o, başka bir ulusun halklarını gasp etmek için değil, gasp edilmiş Kürt ulusunun haklarını geri almak için savaşıyor.
PKK, ulusal haklarının en asgarisini isterken, devlet ise tüm şiddetini kullanarak, ona hiç bir şey vermeden pes etmesini istiyor.
Kürt ulusu “barış masasına” otururken, Türk devletinden her hangi bir taviz istemiyor. Türk devleti tarafından zorla gasp edilen en doğal ulusal haklarını istiyor. Kürt ulusunun, Türk devletinden toprak talebi olmadığı gibi, Türklerin ulusal haklarını kullanmasın, dilleri yasaklansın da istemiyor. Türk devleti tarafından zorla alınan haklarını geri istiyor. Kendi toprakları üzerinde egemenliklerinin kendi ellerinde olsun istiyor. Bütün savaş da bunun içindir. Bu uzun vadeli bir istemdir.
Türk devleti ise, zorla işgal ettiği Kürtlerin topraklarını terk etmek istemediği gibi, Kürtlerin ulus olmaktan kaynaklı ulusal demokratik haklarının kullanılmasına da karşı çıkmış ve gasp etmiştir. Kürt ulusuna zorbalık uygulamış, katliamlar yapmıştır. Kürt ulusunun istemi dışında onların her türlü haklarını zorla ellinden almıştır, kendilerini ifade ettikleri dillerini de elinden alarak, onları ifadesiz bırakmıştır. Kürt ulusu da kendini savaşla ifade etmek zorunda kalmıştır. Haksızlıklara karşı en iyi ifade etmenin yolu da budur.
Kürtler, ulus olmaktan kaynaklı kendi toprakları üzerinde kendi devletlerini kurma hakları vardır. Ancak, PKK şimdilik bu haktan vazgeçmiş, kısmi özerklik, ana dilde eğitim ve anayasal vatandaşlık hakkı istiyor. Yani, Kürtler kendi en doğal hakları olan ulusal haklarının bir kısmını kullanmakatan vazgeçerek, taleplerini oldukça daraltmışlardır. Kürtlerin kullanmadıkları ulusal haklarını ise Türk burjuva devleti tepe tepe kullanmaya şimdilik devam etsin demektir.
Türk egemen sınıfları, PKK savaşa ilk başladığı yıllarda, onu, daha önceki Kürt ulusal hareketleri gibi kısa zamanda bastıracağını ve tekrara kısa zamanda dirilemeyecek şekilde ezeceğini hesaplamıştı. Bu, 1990’ların ortalarına kadar böyle devam etti ve sonra ise, bunun olmayacağını gördü ve askeri bastırmanın yanında değişik yollarla tasfiyeye yöneldi. “Barış görüşmeleri”ne orturmasının arka planında esas olarak bunun olduğunu söylemek yanıltıcı olmayacaktır.
Türk egemen burjuvazisi, Kürdistan’ı terk etmek istemiyor. Orayı bırakmaları, bir toprak kaybından öte bir pazar kaybı ve beraberinde ise büyük bir sermaye birikimi kaybı olarak görüyor. Aynı zamanda, Kuzey Kürdistan’ın kaybı, Türk egemen sınıflarına çok yönlü bir güç (jeopolitik ve bölgesel güç olma hedefleri) kaybını beraberinde getirecektir.
Sorunun bir yanı ise, dört egemen ülke tarafından Kürtlerin dört parçaya bölünmesi. Bu, Kürtlere dillerini vererek, sorunu “çözdük” demeye yetmiyor. Bunun arkasında ise parçalanmış ulusal parçaların biraraya gelme “tehlikesi” var. Bu olasılık her geçen gün daha da güçleniyor. Proletarya hareketlerinin ve proletarya devrimlerinin gelişmediği yerde bu doğal bir gelişmedir.
Türk devletinin TC’nin kuruluşundan beri Kürtleri asimile etmek için her yola baş vurmalarının bir yanı da, Kürtlerin bir araya gelmesini önlemek içindir. Ancak, Türk egemen sınıfları ne denli zor uygularlarsa uygulasınlar, parçalanmış Kürtlerin birleşme olasılığı artıyor. Bu, zor ve daha uzun bir kanlı sürecin sonucu olacak gibi gözüküyor. Burjuva ulusal toplumsal sistemlerde, ulusal burjuvazinin esas eğilimi bu yöndedir. Ulusal birliği sağlama ve ulusal birleşik bir devlet olma isteğinin Kürtler de olmadığını söylemek, ulusal hareketlerin genel eğilimini gözardı etmek demektir. Bugün, Kürtlerin dört parçaya bölünmüş olmaları ve bunun devam etmesi, kendi istemlerin dışında (zoraki) bir gelişmenin sonucu olmuştur.
Türk devletinin yeniden PKK ile ve de özellikle Öcalan’ı direkt muhattap[1][1] alarak “masaya oturması”, esas olarak Kürt sorununu çözmek için değil, PKK’nın çözülmesi (bölme, zayıflatma vb...) amaçlıdır.
Devletin, bir taraftan yoğun olarak askeri saldırısı ve buna bağlı olarak binlerce Kürdü tutuklamasının beraberinde “barış masası”na oturması, bir çelişki gibi gözükmesine karşın, ortada bir çelişki yok. Devlet, PKK’nın silah bırakmasını istiyor. Bir taraftan da PKK’nın ileri gelenlerinin doğru olarak saptadıkları gibi; “Kürt kitlesini bir beklentiye sokma”ya çalışıyor. Yani bu, sopa ve havuç politikasının birlikte yürütülmesi taktiğidir.
Türk egemen sınıfları, bir çok yönden sıkışmış durumdadır. Suriye politikaları iflas etmiş ve kitleler tarafından destek bulmamıştır. İkincisi, “bölgesel güç” olma, Osmanlı’yı yeniden canlandırma hayalleri suya düşmüştür. Bunun günümüz koşullarında olması demek, Türk burjuvazisinin emperyalist bir burjuvaziye ve Türkiye’nin de güçlü emperyalist bir ülke haline gelmesi anlamına gelir ki, böyle bir durum söz konusu değildir. Türk devleti, ABD ve Batının yarı-sömürgesi ve onlara bağlı bir ülkedir. Efendilerinin çıkarları dışına çıkamazlar. Onlar tarafından Ortadoğu’da jandarma olarak kullanılıyor.
Üçüncüsü; Türk egemen sınıfların içeride sıkışması söz konusu. Kürt hareketinin yanı sıra, işçi ve emekçilerin baskıları, AKP hükümetinin teşhirine yönelmiştir.
Dördüncüsü ise, önümüzdeki yerel ve Cumuhurbaşkanlığı seçimlerinin varlığı, en azından Kürt ulusal hareketini pasifize olmasını ya da eylemlerine bir süre ara vermesine gereksinim duyuyor. Türk egemen sınıflarını esas olarak sıkıştıran güç Kürt Ulusal Hareketidir. İşçi sınıfı hareketi bunun gerisinden gelmektedir. Ancak, iki hareketin demokratik istemlerde birleşmesi, burjuvaziyi ürkütmektedir.
Beşincisi, her ne kadar Türk halkı içinde de Kürtlere karşı ırkçılık ve şovenizm geliştirilse de, asker ve polis ölümlerinin artması toplumda devlete karşı güvensiziliği artırıcı bir rol oynamaktadır.
Altıncısı ise, uluslararası kamuoyuna, “biz barıştan yanayız, terörist PKK silahtan vazgeçmiyor” mesajının verilmesi...
Türk egemen sınıfları bir süre soluklanmak istiyor. Ve buna bağlı olarak PKK’ya “silahları bırakarak siyaset yapın” yollu baskılarla, silah bıraktırmaya ve bundan hareketle de Kürt kitlesinde, “silahları bırakırlarsa barış olur” mesajını vermeye ve yerleştirmeye çalışıyor. Yani, Kürtlerin en doğal ulusal demokratik taleplerini yine görmezden gelme, onları gasp etmeye devam etmek istiyor.
Gelinen aşamada, Kürt Ulusal Hareketi’nin, devletin oyununa gelme olasılığı söz konusu değil. Tecrübeli ve kendi ulusal çıkaralarının nerede olduğunu biliyor. Ayrıca, konjonktürel olarak da avantajlı durumdadır. PKK’da, devlet ile bu görüşmelerden ne çıkacağını-çıkmayacağını tahmin ediyor. Bu kanlı satranç oyunun bir kaç masada bitmeyeceğini, daha uzun yıllar kanlı geçeceğini ve silahlar olmadan “barışın”da hayal olduğunu biliyor olmalıdır. Türk egemen sınıfları nasıl kendi sınıfsal çıkarları açısından soruna yaklaşıyorsa, PKK da, soruna, temsil ettiği sınıfın çıkarları açısından yanaşıyor. Çıkarları kesiştiği noktada uzlaşırlar, çatıştığı noktada ise savaşırlar.
Kısacası, devlet tarafından, ortaya konduğu söylenen “barış masası”nın kitlelere yönelik olduğu bilinmelidir. Buradan Kürt sorunun çözümü çıkmayacaktır. Çünkü, Türk devletinin desteğini aldığı Türk halkı, Kürt ulusunun ulusal haklarına sahip çıkabilmiş değil. Ne zaman ki, Türk halkının önelmli bir kısmı, Kürt ulusuna yapılan baskının kendisine de yapılan bir baskı olduğunu anlayıp, Kürt ulusunun ulusal haklarına sahip çıkarsa, kardeşçe çözüm o zaman gerçekleşebilir. *** 08.01.2013
[1][1] Aslında, devlet, her zaman Öcalan’ı esas muhattap görmüştür. Ancak, kamuoyuna farklı yansıtmaya çalışmıştır. Ayrıca, Öcalan’da, devlete kendisinin içeride olduğu sürece esas muhatabın sadece kendisinin olmadığını develete bildirmiştir. Çünkü hareket, tek bir kişiye bağlı olmaktan çıkmış, geniş Kürt işçi, köylü ve emekçilerin desteğini de alan, ezilen Kürt ulusal burjuvazisinin ortak çıkarlarına dönüşmüştür.

Yusuf Köse
Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.
http://yusuf-kose.blogspot.com/
Son Haberler

Dört Duvar Arasında Direnenler Dışarıdakiler İçin İnat Etme Manifestosudur
Yıllardır Sosyal medyada zindanları gündemde tutmak için güncel zindan haberlerini dışarıya ulaştırıp tutsak aileleri ve zindan arasında köprü olma misyonu ile tanınan bir hesapsınız. “Rojevazindanan” ismi ile dikkatleri üzerinize çekiyorsunuz. Twitter, instagram ve Facebook gibi geniş kesimlerin kullandığı bu mecraların hepsinde aynı anda aynı haberleri paylaşmanız da ayrıca emek isteyen bir çalışma. Biz Kaypakkayahaber sitesi olarak kitlesel refleks ve duyarlılık yaratmaya çalışan bu hesapları daha da iyi tanımak babında bir röportajı gerçekleştirmek istiyoruz.

Zafer ve yenilgilerle dolu bir tarih! Yarım Asırlık Mücadele Yolumuzu Aydınlatıyor
Proletarya partisinin kuruluşunun ve mücadeleye atılışının 50. yılındayız. Bu süre içinde mücadelesini kesintisiz sürdüren proletarya partisi, onu var eden koşullar devam ettikçe kuşkusuz varlığını devam ettirecektir.
Sınıf bilinçli proletaryanın öncü müfrezesinin ülkemizdeki varlık nedenleri, sistemin çöküntü içine girdiği günümüz koşullarında kendisini çok daha yakıcı dayatır duruma gelmiştir. Ve elbette ki proletarya partisi üstlendiği tarihsel rolü yerine getirecektir. Çünkü onun mücadelesine yol gösteren sağlam temellere dayalı ideolojik-politik pusulası vardır.

Eski sloganlar bugüne hitap etmiyor…(İsmail Cem Özkan )
Eski sloganlar atılıyor, eskisi gibi heyecanlı değil, çünkü ortam ve zaman değişmişti, eski sloganların ruhu da çoktan bizi terk etmişti... İnat ile eskiden kalan sloganlar atılıyordu ama o sloganlar bugünün sorununa yanıt vermiyor, sadece eski arkadaşlara "biz ayaktayız, yok olmadık, gelin bir arada olalım!" çağrısıydı. Fakat çoktan ayrılmıştık, ruhen bir arada ama eskinin yaratılmış öyküleri de abartılarak anlatılırken gerçeklikten uzaklaşmış ve eskinin yeniden yaşayacağı iyimserlik dışında bir arada olacağımıza dair her hangi bir şey söz konusu değildi...

Siyaset Yapma Tarzımız ve Verili Koşulların Önemi Üzerine
Son dönemlerde kurumlarımızın yaptığı konferanslarda, basın açıklamalarında `Verili koşullar` dan bahsediliyor. Verili koşullardan kasıt, somut koşulların somut tahlili.

Ölümsüz(ümüz)dür NÂZIM HİKMET[1]
“Pişman değilim yaşadıklarımdan,
öfkem belki de yaşayamadıklarımdan.”[2]
“Ew çend giringî pê bide jiyana xwe ku di/ heftêyem de jî wek mînak çandina darzeytûnê bibe// Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin,” dizelerinin hakkını bir komünist gibi yaşayarak verdi. Eylül 1961’in Doğu Berlin’indeki, “sözün kısası yoldaşlar/ bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da/ insanca yaşadım diyebilirim,” demeyi de sonuna kadar hak etti…

Türkiye’de Durum: Çürüme ve “Çökme!”
Açıklama: Aşağıdaki makale Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist Merkezi Yayın Organı Komünist’in Mayıs/2022 tarihli 76. sayısından alınmıştır.

İnsanî Mecburiyet(İmiz)dir Aşk[*]
“Güzelliğin beş para etmez,
bu bendeki aşk olmazsa.”[1]
Lev Tolstoy’un “Gerçekten aşk var mı?” sorusu bana hep itici gelmiştir; William Faulkner’in, “Aşkı kitaplara soktukları iyi oldu, yoksa belki de başka yerde yaşayamayacaktı,” tespiti gibi.
“Neden” mi?
Var olmayan şey soru(n) da ol(a)maz, ders kitaplarına da gir(e)mez…

SADAT
Son günlerde gündem olan SADAT ve Özel Savaş Şirketleri'ni, yeni yayınlanan “EMPERYALİST TÜRKİYE” (El Yayınları) kitabımda ele almıştım. Oradan kısa bir bölümü yayınlıyorum
Türk Tekelci Devleti’nin Paramiliter Gücü[1]
Yusuf Köse

TKP-ML -MKP: Cesaretimizin Sönmeyen Meşalesi Komünist Önder İbrahim KAYPAKKAYA Ölümsüzdür!
Dostlar, Yoldaşlar;
Bugün burada, ülkemiz devriminin önderini, kökleri asla sökülmemecesine toprağın derinliklerine işlemiş bir geleneğin yaratıcısı İbrahim Kaypakkaya yoldaşı anıyoruz.
Bugün burada, Marksizm-Leninizm-Maoizm’in usta bir öğrencisi olan komünist önderimizi anıyoruz.
İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır zindanlarında işkenceyle katledilmesinden bugüne kadar geçen 49 yıl içinde gerek mücadele yaşamı gerekse de ileriye sürmüş olduğu tezler nedeniyle güncelliğini korumaktadır.

Anlamak, Hatırlamak Zamanıdır Şimdi[*]
“-Prometheus: Ölüm kaygısından kurtardım ölümlüleri.
- Koro: Nasıl bir deva buldun bu derde karşı?
- Prometheus: Kör umutlar saldım içlerine.”[1]
O sadece kasketli değil; kasketin en çok yakıştığı insandı.
Benjamin Franklin’in, “Bazıları 25’inde ölür ama 75’ine kadar gömülmezler,” saptamasını tekzip eden bir mücadelenin, direncin, tarihin -ve elbette acının- adıydı.