Cuma Mayıs 3, 2024

94. yılında Lozan’da imzalanan sözde bağımsızlık ve devam eden bağımlılık!

I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi aralarında paylaşmak için İtilaf Devletleri; İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’nın başını çektiği emperyalist güçlerin, Osmanlı’yı masa başında “barış” antlaşmasıyla bölüşmek için yaptıkları Sevr Antlaşması sonucu;  Antep, Urfa ve Mardin Fransa, Ege ve Trakya Yunanistan, İstanbul ise İngilizler tarafından işgal edildi. Sevr’i tanımadıklarını ilan eden Mustafa Kemal ve bazı İttihatçıların yayınladıkları Amasya Genelgesi ve ardından gerçekleştirilen Erzurum ve Sivas Kongreleriyle 1919 ile 1922 yılları arasında süren ve Mudanya Mütarekesi ile fiilen biten ve 24 Temmuz 1923 yılında İsviçre’nin Lozan şehrinde, Kemalist hükümetin emperyalistlerle yaptığı anlaşmanın 94. yılındayız.

Lozan Antlaşması, 29 Ekim 1923 yılında ilan edilen yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalist devletlerce tanındığı ve yapılan antlaşmalarla Kemalist hükümetin emperyalizme bağımlılığının resmi belgesidir. 23 Nisan 1920 tarihinde temeli atılan ve 1923 yılında kuruluşu ilan edilen yeni Türk devletinin kuruluşuna önderlik eden sınıflar “Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağalarıdır.” (İ. Kaypakkaya, Bütün Eserler, s. 376, Umut Yayımcılık)

Kemalistler Lozan’a gitmeden önce emperyalistlerle daha “Kurtuluş Savaşı” sırasında el altından işbirliği yapmışlardır. Bu işbirliği sonucu emperyalistler Kemalistlere karşı ‘’hayırhah bir tutum takınarak, Kemalist bir iktidara razı olmuşlardır’’. Kemalist iktidar, Lozan’a girmeden önce yüzünü tamamen Batıya dönerek, emperyalistlerle işbirliği içinde, emperyalizmin bir yarı sömürgesi olmayı kabul ederek Lozan’a gitmiştir. Mao Zedung ‘’Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı-sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek sonunda kendisini İngiliz-Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmıştır’’ derken tam da Lozan Antlaşması’yla Kaypakkaya’nın vurguladığı gibi ‘’Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da koyulaşarak devam etmiştir.”

Emperyalist güçlerin Kemalist bir iktidara razı olmasının ilk adımı ise İzmir İktisat Kongresi’yle atılmıştı. 17 Şubat-4 Mart 1923’te İzmir’de toplanan İktisat Kongresi, devletin niteliği, kimlerin devleti olduğu ve yeni Türk devletinin emperyalistlerle işbirliği içinde yürüyeceğini açık olarak ilan etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik yönünün belirlenmesi için 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi, ekonominin temel yönlerini belirlemede kilit bir öneme sahipti. Bu Kongre’nin temel iki ayağından birini, emperyalist sermayeye sağlanacak ayrıcalıkların belirlenmesi, emperyalist sermeyenin ülke ekonomisinde alacağı biçim ve sağlanan kolaylıklara resmi bir statünün kazandırılması oluştururken, diğeri ise, Türk burjuvazinin ülke ekonomisi içinde alacağı konumunun saptanmasıdır. Nitekim bu yönde bir dizi karar alınmıştır.

Kongrenin en önemli kararlarından biri, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde, ulusal ekonomiye Türk burjuvazisinin egemen olacağının açıkça dile getirilmesi olmuştur. Ülkedeki diğer azınlık milliyetlere mensup burjuvalara yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde şans tanınmaması kongrenin önemli bir söylemiydi. Kongreye katılan 1135 delegenin kabul ettiği ilk 12 maddenin Türklüğe vurgu yapması bunun açık göstergesidir.

Kongreye hâkim olan kesim, Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden asker sivil ve tüccarlar olmuştur. Kongre’ye, tüccar, toprak ağaları, sanayici ve askerlerin yanı sıra işçi temsilcilerinin katıldığı yazılsa da bunun göstermelik olduğu açıktır. Örneğin kongreye işçi temsilcisi olarak yazar Aka Gündüz, kongre başkanlığına seçilen General Kazım Karabekir ise sanayici temsilcisi olarak katılmıştır. Kurtuluş Savaşı döneminde Türk burjuvazisi azınlıkların ellerindeki tüm zenginliklere el koydu. Savaştan önce Türklerin ticaret ve sanayide % 10 gibi bir etkileri varken, bu oran savaş sonrasında ise “savaş milyonerlerinin büyük bir yüzdesini Türklerin meydana getirdiğini, önceleri boş oturan birçok kimsenin hükümet himayesi altında ticarete atılıp zengin oldukları” saklanmamıştır.

Lozan’la birlikte; “Türkiye’nin sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal yapısı; yarı-sömürge ve yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir.” Kaypakkaya, Lozan Antlaşması sonrası Türk devletinin yeni devlet biçimini şöyle açıklamaktadır: “Sosyal alanda, eski ulusal azınlıklara mensup komprador büyük burjuvazisinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hakim mevkiini milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski Türk komprador büyük burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır.” Kaypakkaya, Kemalist iktidarın siyasal niteliğini ise şöyle açıklamıştır; “Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.”

Lozan’da Kürtleri temsil ettiğini söyleyen Kemalistler, ilk fırsatta Kürtleri katletmeye başladı.

“Kurtuluş Savaşı” yıllarında Kürtleri yanına alarak, savaş sonunda Kürtlere haklarını tanıyacağını söyleyen Kemalistler, bu sözlerini hiçbir zaman tutmadılar. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde Kürtlerle ittifak kuran ve “Kurtuluş Savaşı” yıllarında Kürtlerin Fransızlara karşı Antep, Urfa gibi şehirlerin kurtarılmasında oynadıkları rolü Lozan’da “unutan” Kemalistler erken bir Kürt ayaklanmasını önlemek için, görüşmelere katılan heyet adına konuşan İsmet Paşa “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi´ne girmiştir. Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve meşru temsilcileri, Musul Vilayeti’nde oturan kardeşlerinin anayurttan ayrılmasına razı değillerdir” diyebilmiştir.

Lozan’ın en önemli anlaşmalarından biri de Kürdistan topraklarının dört devlet arasında bölüşülmesidir. Buna göre; Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında pay edilen Kürdistan, Lozan Antlaşması’ndan bu yana ilhak edilmiştir. Kaypakkaya yoldaş, Lozan Anlaşmasıyla birlikte Kemalist diktatörlüğün Kürtler ve azınlıklara karşı tutumunu şöyle açıklamaktadır, “Kemalist diktatörlük, azınlık milliyetlerin, özellikle Kürt milliyetinin bütün haklarını gaspetti. Onları zorla Türkleştirmeye girişti. Dillerini yasakladı. (...) Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla, Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler. Azınlık milliyetlere ve özellikle Kürtlere, son derece aşağılayıcı muamele yapılıyordu, onlara her türlü hakaret mubah görülüyordu.” (İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserleri, s. 371, Umut Yayımcılık)

Böylece “1639 yılında Osmanlı ile İran arasında imzalanan Kasrı Şirin Anlaşması ile ikiye bölünen Kürtler, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan ile de dört parçaya bölünmüş oldu.”

Kürtlerin 1925 yılında Kemalist iktidarın inkar ve baskıcı uygulamalarına karşı başlattıkları başkaldırının bugün en ileri ve tüm Ortadoğu coğrafyasını etkileyen, etkilemekle kalmayıp, bir özne haline gelen Kürt özgürlük mücadelesini anlamak istiyorsak, bunun Lozan’da alınan kararları anlamaktan geçtiği bir gerçektir. Türk devleti AKP eliyle Kürtleri ezmek ve yok etmek için geliştirdiği topyekun savaşla artık başarı kazanması mümkün değildir. Kürt mücadelesi tarihinin en ileri direnişini veriyor. Savaşta ustalaşan, Ortadoğu’da bir taraf olduğu kabul edilen, dikkatle izlenen, ittifak ve görüşmelerle ileri bir diplomasi yürüten Kürtler, Suriye iç savaşında Rojava’da gerçekleştirdikleri devrimle tüm Kürdistan parçalarını etkilemeye devam ediyorlar.

Türk devleti tüm bu gelişmeler karşısında sıkışmıştır. Çırpınması boşunadır. İşgal ve yeni savaş konsepti boştur. Kürtler tüm parçalarda direnmekte, Türk devletinin hamlelerine karşı savaşmaktadırlar. Erdoğan’ın Ekim 2016 tarihinde sarayında muhtarlara yaptığı konuşmada “birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı” demesi boşuna değildir. Türk devleti, Lozan görüşmelerinde İngilizler tarafından Kürt kenti olan Musul’un önce kendi denetimine alınması, sonra da Irak devletine bırakılmasını kabul etmediğini ve buranın kendi “toprakları” olduğunu bağırıp dursa da, 25 Eylül’de yapılması planlanan Bağımsızlık Referandumunda Kürtler, KDP’nin yeni bir geri adımıyla karşılaşmazlarsa Irak’a bırakılan bu topraklarını da geri alarak, Lozan’ı fiili olarak sonlandırmış olacaklarıdır. 

39615

Yasli tarih diyor ki:"Halk iktidari ele almadikça.."

Dikkatinizi mutlaka çekmiştir; meclisteki partilerden, "Halk örgütlenip iktidar olsun, kendi kendisini yönetsin," diyen yoktur. Ne böyle bir hedefleri var, ne de felsefeleri… İstedikleri şey, halkın merdiven olması, kendilerinin de tepede oturmalarıdır.

Hozat, Altun ve Öcalan:Garbis Altınoğlu

Demir Küçükaydın ve Ayhan Bilgen'e Bir Yanıt

(Genişletilmiş versiyon)

Ocak ayında Parti ve Devrim şehitleri üzerine

İnsanlık tarihine alın teriyle emekle, yürekle, bilinç ve çizilen ideolojik güzergâhla yazılırlar. Ve bir daha yüreklerde silinmezcesine kalıcılaşırlar. Orda söz biter eylem başlar, iş başlar, insanlığa adanan, insanın özgürleşme kavgası başlatılır. Bunu kelimelerle ifade etmenin mümkünatı yoktur,

Rober Koptaş yazdı: Öcalan’ın mektubundan beklenen

Rober Koptaş, Agos’taki köşesinde KCK’nin ‘lobi’ açıklamasını yazdı: Kürt illerinde gördüğüm, Hrant Dink’in hatırasına hürmeten Ermenileri el üstünde tutan, iç savaşın etkisiyle de Ermenilerin yaşadığı acılara karşı empati duygusu geliştirmiş bir tavır oldu. Bu ileri duruşa karşın, Kürt siyasi hareketinin temsilcilerinin Ermeni meselesinde daha ikircikli bir tutum aldığı söylenebilir.

Hrant belleğimizde yasıyor...Nazaret Vartanyan

 

Hrant Dink 19 ocak 2007 tarihinde katledildi. Yaşamını mensup olduğu Ermenilerin tarihsel akıbetini kamuoyuna açmaya adamıştı Hrant… Ama Hrant’a tahammül edilemedi… Bundan dolayı Hrant katledildi..

Sevan bu sefer yalnız değil

 

Sevan Nişanyan’ın zekâsına, bilgisine ve hayat görüşüne hayran, onu merak eden biri olarak benim de yolum Şirince’den geçti. Geçen yıl Şirince’ye yaptığım birkaç aylık yolculuğun yaşamımda önemli bir yere sahip olacağını biliyordum, öyle de oldu… Ancak iz bırakan yalnızca Sevan Nişanyan’ın kendisi değildi. Sevan ile Müjde Tönbekici, kamuoyunun onlar hakkında düşündüğünün aksine ve hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki şahane bir aile kurmuşlar.
 

“Iyi” Papa mı?

“Yüreğin soğuksa,güneş de ısıtamaz.”[1]

Papa Benediktus’tan (ya da önceki Papa II. Jean Paul’den) sonra Vatikan’da ikamet eden Papa Francesco, “iyi” Papa mı?

Kanımca değil. Papalık kurumunun “iyi”si olmaz/ olamaz. Çünkü orası Vatikan’dır…

Tam da bu noktada Mohandas Karamchand Gandhi’nin, “Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz,” saptamasının altını çizerek, Immanuel Wallerstein’ın, “Katolik olmayanlar kimin Papa olacağını umursamalı mı? Elbette,”[2] saptamasını paylaşmadığımızı belirtelim.

Bu Ne Şiddet,Bu ne Celal?(Yada Gulyabani Kim?)

“İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,Kırıklar dolar kucağına,İşte orası umudun tarlasıdır.Ve orada başaklar ağırlaştığında,Sayısız ah dökülür toprağa.”[1]

Şiir şöyle: 

“gencecik cocuklardık/ milyonlar kadardık/ haykırışlarımızla türkülerimizle/ güle oynaya/ Gezi’deydik/ meydanlardaydık.

Gulyabani!/ annelerimizin masalındaydı/ zifiri karanlıktı/ çıktı geldi/ esti gürledi/ BEŞimizi yuttu/ ONİKİmizin gözünü yedi/ yetmedi organlarımızı yedi/ yetmedi/ YÜZlercemizin kolunu bacağını kafasını kırdı/ sakat bıraktı/ kimimizi komaya/ SEKiZBiNden fazlamızı yaralı kodu.

Türkiye'de paradigma değişimi ve "Derin Kürdistan aklı"

Kapitalist dönemin en önemli başarısı kitleleri gönüllü aptallaştırabilmesi, hatta köleleştirebilmesidir.Kendi çıkarlarının nerede olduğunun rasyonel bir analizini yapamadan,kitleler egemen yapının çıkarlarının kendi çıkarları olduğu yanılsamasının etkisinde ömürlerini geçirirler.Seçimlerini bu doğrultuda yaparlar,yeni nesilleri bu doğrultuda yetiştirirler.Hukukun üstünlüğüne inanırlar ve hukuk adı verilen sistem makyajının onların haklarını korumak için varolduğunu zannederler.Halbuki ezenler/ezilenler veya egemenler arası yerel/global çelişkiler suüstüne çıktığında il

Yolsuzluk

2010 yılında Anayasa refarandumu onaylanması için Maltepe meydanında halka hitaben yaptığı konuşmada Başbakan R.T.Erdoğan şöyle diyordu '' merhum Menderes'lerin biz bu yola çıkarken kefenimizi de yanımıza aldık'' dedikleri gibi,''biz kefenimizi zaten yanımızda taşıyoruz'' sözlerini şaşkınlıkla dinledim.Bir başbakan vatandaşlarına ''nasıl böyle bir şey der'' diye düşündüm.Ne yapmış olabilir ki ''kefene'' gerek duyulsun.Bu sözün ne anlam taşıdığını bugün daha rahat anlayabiliyorum.

Beni ve hamile eşimi çırılçıplak soydular!

Dışişleri eski bakanı Coşkun Kırca'nın, Kürt milletvekili K'ye cevap vermek için çıktığı meclis kürsüsünde, "Türkiye'de her Türk vatandaşı Türk'tür. Hepsi Türk'tür. Kendi vicdanınızda bunu hissediyorsanız öyledir; ama kendiniz sapmışsanız o zaman size ancak susmak ve susanlara karşı Türk devletinin gösterdiği sabırdan istifade etmek düşer, daha fazlası değil…"dediği günlerdi.

Sayfalar