Perşembe Mayıs 16, 2024

"Devletin Kürtajı" : Roboski

“Aslında tek bir ırk vardır insanlık.”[1]

Unutmuş olamazsınız, “her kürtaj bir Uludere’dir,” buyuruvermişti zatın teki, suçüstü yakalanmış olmanın telaşı ve ağız kalabalığıyla. “Olay”ı unutturmaya, bu konuda konuşanları susturmaya çabalıyor; “Ne yani, karım ayağınıza kadar geldi, ortada bir hata olduğunu söyledik, kan parası da verdik, daha ne istiyorsunuz?” diye dikleniyordu. Baktı ki susmuyorlar, gargaraya getirmek için patlatıvermişti: “Her kürtaj bir Uludere’dir!” Saçlarımızın diplerinden tırnaklarımıza kadar sızlamıştı içimiz…

Kürtaj, malûm, istenmeyen çocuklara yönelik bir operasyon... Bir kadın, yapıştırdı bu durumda sorulabilecek tek doğru soruyu: “E o zaman devlet Roboskî’de istemediği çocuklarını mı öldürdü?”

Acı acı da olsa, hâlâ gülümseyebilmek, güzel… İnsana insan olduğunu anımsatıyor. Bunca vurdumduymaz hoyratlığın, bunca pişkinliğin, bunca yavuz hırsızlığın orta yerinde, buna ihtiyacımız var. İnsan olduğumuzu hatırlamaya… İnsanîleşmeye!

Müge Tuzcuoğlu’nun derlediği “İstenmeyen Çocuklar/ Zarokên Nexwestî” başlıklı kitap,[2] adını bu anekdottan alıyor. Ve iki şeyi hedefliyor: Anımsatmayı ve gülümsetmeyi: “Dilerim,” diyor kitap için yazdığı Giriş’te Müge, “her bir okuyucunun da okurken gözyaşları duramasa da, yüzü gülümser! Değerli okur, Herşeye rağmen gülümse!”… 

Kitapta farklı kesimlerden farklı kişilerin yazıları yer alıyor: akademisyen, yayıncı, gazeteci, insan hakları aktivisti, sağlıkçı, yazar, vicdani retçi, eski tutsak, Roboskîli… Bazıları Kürt, bazıları değil… Hayır, herkesin konuyu kendi alanına göre “irdelediği” bir uzmanlık çalışması değil, “İstenmeyen Çocuklar”. İnsanlar yüreklerinden geçeni paylaşmışlar. Bir sayfa Türkçe, bir sayfa Kürtçe… 

Daha çok da, çoğumuzun yüreklerine karabasan gibi çöken, üzerinden binbirin üzerinde gün ve gece geçmesine karşın hâlâ “keşke doğru olmasa!”yı dilediğimiz biz “dışarıdakiler”in “Roboskî’yi nasıl anımsadığımızı anlatıyor kitap bizlere. Ortak duygusu, hâlâ (boşlukta yankılanan) bir çığlık; yo, hayır, böğründen apansız bıçak yemeninin şaşkınlığındaki bir böğürtü -oysa ne var bu kadar şaşıracak? Bu devlet “istemediği çocukları”na hep aynı muameleyi reva görmüyor mu? Haftalarca aç, susuz Der Zor’a sürgün ederken “tesadüfen” zindanlardan salıverdiği katilleri Ermenilerin üzerine salıvermek… Dersim’de yaşlı-çocuk-kadın demeden insanları mağaralara sıkıştırıp zehirli gazla boğmak… Alevileri Maraş’ta, Çorum’da boğazlamak, Sivas’ta “Allahuekber!” nidalarıyla diri diri yakmak… İsyancı çocukların canını kurşunla, gaz kapsülüyle, sopayla, tekmeyle almak… Ve bunları yapanların sırtlarını sıvazlamak…

“Biz dışarıdakiler” mi dedim? Aslında ne kadar azız, Roboskî’de -bedenleri olmasa da- yüreği parçalananlar…

Roboskî’ye ulaşmaya çalışan Kadir Bal, Mersin’den çıktığı yolun duraklarından aktarıyor: “Roo? Rob? Ne?... Ha Roboskî! Orası nerede? Uludere haa! Uludere nerde ya? Şırnak? Haa şu 34 kaçakçı… Şimdi oldu. Oranın adı ne zaman Kürtçe olmuş? Yakında AKP ülkeyi Kürtlere satacak zaten. Neydi o Rob… Neydi? Roboskî… Kaçakçılardı ha! Eee, napacan oraya gidip?” (Mersin)

“Biz el Nusra’danız. Tevhidi Müslümanlarız! Tipin mücahitlere benziyor! Roboskî’ye gitme, biz seni Rojava’ya gönderelim? (…) Haaa, sen Roboskî diyorsun? Şu Uludere di mi? E tamam. Suriye’de de çocuklar ölüyor, onunla da ilgilen biraz!” (Urfa)

“Cizre’ye gidisen? Öğretmensin? Tipin öyledir valla! Önemli olan insanlıktır yaw. … Roboskî? Ne yapacaksın orada? Boşver Cizre’de gez kendine, Roboskî uzaktır. Boş koy!” (Cizre’de otobüs muavini)

“Elini kolunu sallayarak dolaşamazsın Beytüşşebab’ta… Bak, dikkat çekiyorsun, hem ihbar geldi emniyete. Ne verdin o çocuklara? Elalemin çocuklarına oyuncak almak sana mı kaldı? Burası terör alanı… Veli Encü ile geldin demek. Kimdir bu Veli? Ne iş yapar? Katledilen çocuklar ne demek? Kavramları doğru kullan sen önce. Çocuk değil onlar KAÇAKÇI! … Afyon’da askerler öldü; onların da ailelerine gittin mi? O kadar şehidimiz var, onlara da gidiyor musun?...” (Beytüşşebab, tahmin edin kim…)

“Ya iyi ki bir Roboskî oldu. Kardeşim ülkenin başka meselesi mi kalmadı?” (Sosyal medyadan) (ss.211-212)

Bir de Hüda Kaya’ya kulak verelim…

“İç Anadolu’dan bir şehir… Bir avuç dindar insan, Roboskî’ye destek için bir kermes düzenliyorlar. Her zaman dolup taşan kermeslere uğrayan, tek tük gelenler vardır. Bir de ne olduğuna anlamadan girenler. Alışverişlerini yaparlar, ellerini doldururlar. Bir ara, kimin yararına bu kermes?” derler. ‘Roboskî’ cevabını alınca ellerindekini geri bırakıp ‘teröristlere yardım etmek istemediklerini’ söyleyip giderler.

Erzurum’da bir kadın, elinde tesbihi ile seccadesini sererken Roboskî’yi anlatan bir kanalın sesini kısar ve ‘Huzur bozuculara fırsat, devletimize zeval vermesin Allah’ diyerek namaza durabilir…” (s.158)

Evet, bilmek, hatırlamak, seçmeli bir eylem. İnsanlar belleklerini sürekli olarak yeniden biçimlendirirler; çoğunlukla kendilerini rahatsız etmeyecek dizaynı verebilmek için. Hatırladıklarımız ve hatırlamamayı seçtiklerimiz sayesindedir ki, mamur, müreffeh, uyumlu, müsterih, keyfi yerinde yurttaşlar olarak sürdürebiliriz yaşamlarımızı. Ya da vicdanlarımızı kanatan, akıllarımızı acıtan, yüreklerimizi isyana sürükleyen anıları seçeriz… Seçeriz ve bir yandan acılar içinde yaşarken, bir yandan da devletin “istenmeyen çocukları” arasına katılırız: mimleniriz, GBT’yi bozdururuz, gaza boğuluruz, sokaklarda dayak yeriz, ne bileyim, belki de öldürülürüz…

Ama bunu yapanlar çoğaldığında, bu vicdan bir avuç duyarlı insanın ayrıcalığı olmaktan çıkıp kamusallaştığında, devleti yönetenler adımlarını daha dikkatli atmak zorunda kalırlar. Bundan böyle memleket çiftlikleri, kendileri de o çiftliğin sahibiymiş gibi davranamazlar. Örneğin Roboskî’de kaçağa gitmiş gencecik insanların üzerine bombalar yağdıran askerlere o emri verirken ya da komutanlarını “kutlarken” duraksarlar! “Dersim’de şeyhler, ağalar feodal bir isyan çıkarmıştı, devlet onu bastırdı, iyi de etti;” diye destursuz çene yarıştırmazlar… Ya da “Ne demek soykırım; esas Ermeniler Türklere soykırım uyguladı” diye kostaklanmazlar, Hrant’ı anma günlerinde trafik polislerinin başına beyaz bere geçirttirmezler!

Onlar bunu yapamayınca ise, bu memlekette “öteki” olanların acılarının sürekli deşilip durulması ve çektiklerinden dolayı yargılanıp “suçlu” bulunmalarına (“devlet insanı öldürür, ardından da kurşun parasını ister,” diyor bir kolunu cezaevi duvarını yıkan kepçeye kaptıran ve ödenen tazminatı iade etmesi istenen Veli Saçılık…) bir son verilmiş olur. Türk, Müslüman, Sünni ve sağcı olmayanlar “ne zaman nereden bir saldırıya, linç girişimine, polis müdahalesine uğrayacağım?” tedirginliğinde yaşamazlar artık… İnsanlar içlerinde biriken ağuyla “hiçbir şey olmamış” gibi davranmayı sürdürmezler…

Bu kadar değil… o zaman vurdumduymaz, nobran, empati yoksunu, her an saldırıya hazır çoğunluk… Tuzukurular… Eli palalı esnaf; muhbir vatandaş, “çalıyorlar ama iş yapıyorlar” şükürcülüğündeki mütedeyyin, her gün sosyal medyada Kürtlere, Ermenilere günışığı görmedik küfürler savurmayı vatanseverlik bellemiş boz “trol”… Başını kuma gömerken ya da muktedirlere şakşakçılık yaparken önüne atılan etin, aslında kendi bedeninden kesildiğini anlamaya belki başlar… Belki… belki de hayatında ilk kez, sorular sormaya, daha da tehlikelisi, yanıtlar aramaya koyulur…

Kitaptaki yazılar, acıtıcı bir anımsama biçimi öneriyorlar insanlara - boş vermeyen, başını kuma gömmeyen, “onlar zaten kaçakçıydı” demeyen, “Roboskî’yi boşver, sen akıtılan Müslüman kanına (ya da şehitlere) bak” talkınını vermeyen… Yüzleşmekten kaçınmayan…

Bu toplumun sağlığına kavuşması, insanîleşmesi, böylesi bir anımsama biçimini seçenlerin yaygınlaşmasına, çoğalmasına bağlı… Bu konudaki her çaba, her katkı, son derece değerli. Bu nedenle kutlamak gerek, Müge Tuzcuoğlu’nu ve İstenmeyen Çocuklar/Zarokên Nexwestî’nin tüm yazarlarını…

25 Ocak 2015 12:50:16, Ankara.

N O T L A R

[*] Tîroj, Yıl:13, No:73, Mart-Nisan 2015 

[1] Jean Jaures.

[2] İstenmeyen Çocuklar: Roboskî Katliamını Hatırlamak ve Hatırlatmak / Zarokên Nexwestî: Xebata Bibîranîn û Bibîrxistina Komkujiya Roboskî. Derleyen: Müge Tuzcuoğlu. İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.  

 

76516

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

Bu Dünya Komünizmi de Yaşayacaktır!

 

Ekim Devrimi’nin 96. Yılını Kutlarken!...

Sınıf bilinçli bir devrimcinin,
her zaman devrim beklemesi,
onun düşünce ve eylem
diyalektiğinin bir gereğidir

ÇIRILÇIPLAĞIM SOKAK ORTASINDA UTANIYORUM!

Yoksullar için bir cehenneme dönüşen dünyanın şu utançlı haline bir bakın! İçinde çocuk ve kadınların da olduğu yüzlerce kaçak göçmen bindikleri tekne alabora olunca, İtalya'nın Lampedusa Adası açıklarında denizin zifiri karanlığında kaybolup gittiler.

         Dünyayı aralarında ülke ülke parselleyen kudretlilerin para havuzları dolarlarla dolup dolup taşarken, yoksulluk mengenesindeki bu insanlar bir lokma ekmek için bin bir umutla yollara düşmüş, bilmeden ölüme koşmuşlardı.

Aşk ve Sanatın hayatı yani Gezi, Kızılay, Gündoğdu, vd’leri 1

“İyi ki hatırlattın

Başkaldırı diye bir şey var

İsa’dan beri insanı güzelleştiren

Şimdi daha güzel her şey

Daha insan herkes.”[2]

 

BEN BEHZAT FİRİK! Hasan Aksu

GÖZLERİMİ DAĞLADILAR WAYE, ATEŞLERDE YAKILDIM ANNEY!
 Ben BEHZAT FİRİK:  Tabi beni çoğunuz tanımazsınız, çok azınız beni tanır. 12 Eylül 1981’in 10 Ekim’inde,  karanlığın dağılmaya yüz tuttuğu bir fecir vakti, Dersim’de Ovacık’ın Dere Karedesi’nde yani köyümde ağabeyimle birlikte Kayseri komando tugayınca yaka paça gözaltına alındık.    Operasyon timinin başında “Kulaksız Yüzbaşı” lakaplı Aytekin İçmez vardı. Biliyorum hala beni tanımadınız, ne demek istediğimi hala anlayamadınız, tanıyamadınız beni.

Akp'nin yeni oyunu‘’Demokratikleşme Paketi’’

Kamuoyunun uzun bir süredir beklediği  ‘’Demokratikleşme Paketi’’ nihayet 30 Eylül 2013 tarihinde yeni Başbakanlık binasında, bizzat hükümetin başı Erdoğan tarafından açıklandı.  Hiçbir muhalif gazete ve televizyon kuruluşunun yer almadığı basın toplantısında,  Bakanlar Kurulu üyeleri ve yandaş basının Ankara temsilcilerinin yer aldığı basın toplantısında, Erdoğan tek kişilik bir tiyatro oyunuyla ‘Demokratikleşme Paketi’’ni açıklayarak salondan ayrıldı.

Alman Bernsteincılığın, Rus Struveciliğin Günümüz Versiyonları 'Özgürlükçü Sosyalizm' Ve HDP-HDK



Ekonomistler , Legal Marksistler ve Menşeviklerin bir bölümünün Rus Devrimi süreci içinde toparlandığı Kadetlerin(Anayasal Demokrat Parti) iç savaş sürecinde karşı-devrimci Beyaz Muhafizlara dönüşmeleri size ilham vermelidir...

Geri dönüp baktığımda

Kürt hareketi iyimserlikle tedirgin bir karamsarlık arasında gidip geliyor. Bir bocalama içinde, şüpheci, kaygılı ve tereddütlü. Tayyip Erdoğan’ın ne yapacağını ve ne yapmak istediğini kestiremiyor. Kendisini kuşatan puslu havayı aralayamıyor, önünü göremiyor. Tayyip Erdoğan’a sert çıksa  “hassas süreci” baltalamış olmaktan çekiniyor. Alttan alsa direksiyonu büsbütün AKP’ye kaptırmaktan ve bir bilinmezlikte irtifa kaybetmekten korkuyor. 

Suyun başını Tayyip Erdoğan kesmiş, Kürt hareketi ise ona kilitlenmiş, ne söyleyecek, ne yapacak onu bekliyor.

Korkaklar Zafer Anıtı Dikemez, Hele Sen Asla…

Recep Tayyip Erdoğan gibi, tek millet, tek din düşüncesinin sadık bir savunucusundan, paketin içine sıkıştırdığı nefret suçları ifadesine tamamen zıt bir karakterli, kendi inancı dışındaki herkese ve her inanca, her farklılığa düşman birinden Alevi ve Alevilik inancıyla ilgili çözümler beklemek, beklentiler içinde olmak bile başlı başına büyük bir hayalciliktir.

 

AKP"nin "Demokratikleşme" Oyunları

Başbakan Erdoğan’ın bugün (30.09.2013) açıkladığı AKP’nin “demokratikleşme paketinde, demokratikleşmenin dışında her şey var dense yeridir. Türk burjuvazisi, 1923’den beri “demokratikleştiğini”, “demokrasiye adım attıklarını”, her yeni hükümet dönemlerinde birden fazla “demokratikleşme” paketleri çıkarmalarından bilinir. Önceleri, “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış vatan-millet”, sonraları ise,  “vatana millete hayırlı uğurlu olsun” burjuva çiğ sözleriyle ortalığa sürülen “paketler” ortaya çıktı. 

 

Kürt krallığı için mi Halepçelerde öldüler ?

 

            Gazeteler geçenlerde Mesut Barzani ile Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülklerini sıralayınca, Halepçe'de soykırıma uğratılan Kürtler geldi gözümün önüne.

Devrim Bir Maceradır

Devrim bir maceradır. Kayıtsız kuyutsuz, şartsız koşulsuz, sorgusuz sualsiz devrim denen bir deryanın içine atmaktır kendini devrimcilik. Geriye bakmadan, arkada kalanları kara kara düşünmeden, hep ileriye yönelmektir devrimcilik.

Geceyi gündüze, yeri geldiğinde gündüzü geceye çevirmektir, yarınların getireceği yakıcılığı düşünerek, devrim denen maceranın içine hesapsızca atılmaktır devrimcilik.

Sayfalar