Pazar Haziran 2, 2024

Elimiz Yakanızda, Kavgamız Yüreğinizde Korku Olacak !(Hülya Onur)

Tam betimleme olmayabilir belki ama „Bir toplumun demokrasi düzeyini anlamak istiyorsanız cezaevlerine bakın…‘ mealinde bir söz vardı. Buna kadınları da eklemek yerinde olurdu. Çünkü toplumun ana öğesi, bir çok alanda öncüsü ve var edici öznesi, en çok üreten ama emeğinin en az görüleni, görünmez emeğin sahibi kadın sadece sistemin değil, sistemin çok yönlü imtiyaz tanıdığı erkeğin de sömürü ve baskısını üzerinde hisseder, yaşar.

Sistemin özellikle de politik kadınlara zindanlarda da daha ‚özel‘ davrandığı artık bilinen bir durum. Kadınlara salt kadın ve politik olduğu için bedeni üzerinden de saldırır faşizm. Ve bu sadece bizim gibi ülkelere has bir faşizan uygulama değil, tüm sistemlerin genel karakterinin bir sonucudur. Kapitalist ülkeler kılıfını uydurarak yapar, faşizmin hüküm sürdüğü bizim gibi ülkelerde ise açıktan uygulanan yöntemlerin en iğrenç olanlarından biridir kadının cinselliğine saldırı. Bunun son yaşatıldığı kişi ise hepimizin bildiği gibi Garibe Gezer olmuştur.

Geçmişe doğru yol aldığımızda 12 Eylül hala genel olarak kanayan yaramız olmaya devam ederken, bugünkü zindan gelişmelerinin bir ucunun da bu sürece dayandığını da düşünürsek, o sürecin yaraları kadınlar açısından biraz daha farklıdır. Erkek mahkumlar aileleri, çocukları üzerinden tecavüzle,ölümle tehdit edilirken, kadın mahkumlara uygulanan işkence yöntemi cinsel istismar, tecavüz olmuştur. T.C.vüzcü devletin tecavüzünü açıklayabilmek ise kadınların yıllarına mal olmuştur. 90′ lı yıllara gelindiğinde tek tek kadınlar tüm cesaretlerini toplayarak yaşadıklarını ve yaşatılanları, tanık olduklarını aktarabilmişlerdir ancak. Ve bu devam da eder sonraları. Bir şekilde #metoo ifşa hareketinin 90’lı yıllarda başlamasaydı da biraz bu. Adı konulmamış olsa da.

Kamile Öztürk tecavüze uğradığında sistemin faşist suratına tükürmekle kalmamış, zindandan çıktıktan sonra ‚ferman sizinse, dağlar bizimdir‘ deyip, düşmana karşı daha güçlü özsavunmada bulunabilmek adına, mücadelenin harına daha bir atılmıştı. Faşizm yenilmişti Kamile karşısında.
Peruşka (Perihan Polat);“Ben değilim kirlenen, zihniyetiniz kirli, faşizm tecavüz eder‘ teorisinin, dağlarda baş kaldıran kadının ayak izleriyle dolaşandı Peruşka. ‚Memelerimi kestiler, onca zulmü yaşayan halkımı düşünerek ahh bile edemedim. ‚ diyen Sakineler gibi dirençli, davaya-halkına inançlı önder kadınlardan sadece biriydi Sara(Sakine Cansız).

Sadece düşüncelerini ifade ettiğinden ötürü, tutarlı ve korkusuz tavrı faşizmi rahatsız ettiğinden dolayı zindana atılan; zindandayken can parçası annesini kaybeden, yetmezmiş gibi“Evin yakınına gömün,ölünce Aysel“im sık ziyaretime gelir.‘ vasiyetine uygun Ankara’da defnedilen annesinin cenazesine katılan ama devletin organize ettiği faşist güruhun saldırıları sonucu gömüldüğü yerden tekrar çıkarılıp, Dersim’e götürülmek zorunda kalan ve bu faşist saldırılara tanık olan Aysel Tuğluk. Hafızasını sıfırlamaya çalışarak,yaşatılanları o güzel yüreği ve beyni kaldıramadığından, hafıza yitimi, tıp diliyle demens hastalığına yakalanan ve kendi işlerini göremez hale getirilen bir direnç gülü.

Ve ‚Ancak ölünce hakkımız aranıyor. “ diyerek protesto mahiyetinde olan intihar girişimini gerçekleştiren, yaşadıklarını kamuoyuna ilettiği için ‚cezası‘ faşizm tarafından tekli hücreye atılıp, katledilerek verilen Garibe Gezer.

Aslında verilen örnekler sadece zindanlarda genelde yaşatılanlara, özelde de kadınlara yönelik uygulamalara hatırlatma için değildi. Garibe’nin ‚Hakkımızı öldükten sonra arıyorlar.‘ sözü ,acı gerçeği, somut- gelinen durumu/muzu da ifade eder durumdaydı. Yüreğe işleyen, acıtan türden bir söylemdi,ifadeydi.

Öldükten sonra hak arama…

Öldükten sonra hak arama, lanetleme, az da olsa sayılar, sokağa çıkma durumunu ne kadar da tekrarlar olduk farkında mıyız acaba?

Mücadelenin ivme kazandığı görece iyi olduğu, örgütlü yapıların 12 Eylül’den sonra biraz da olsa toparlamaya başladı 80 ortası ve 90 yıllarının ortalarına kadar olan süreçte, yaşatılanlar her ne olursa olsun moral, motivasyon, örgütselliğe ve örgütlere inanç, devrime, sosyalizme dolayısıyla gelecek güzel günlerin doğacağını olan umut, zindanlardan dışarıya güç, direnç, moral ve umut olarak yayılıyor, dışarıdan içeriye aynı paylaşımla karşılık buluyordu.

12 Eylül’le birlikte aileler ilk başlarda kendi çocukları için cezaevi yollarına düşseler de, süreç içinde tüm çocukların kendi çocukları olduğu bakış açısı ve sahiplenişi gelişecektir ailelerde. İlla da analarda, kadınlarda. Zindanların önlerinde ağırlıklı olarak kadınlar, analar ziyaret için buluşmaya başlayacaklar, bu hiç birbirini tanımamış insanların, birbirleriyle kaynaşmasına, bir çok noktada karşılıklı paylaşımlarına yol açacaktır. Bir çok insanın tanışma aracı zindandaki çocuklarını, eşlerini, sevdalarını görüşe gittikleri zindan önleri olacaktır. Nitekim Cumartesi Anaları da bu paylaşım, kaynaşma ve sahiplenmenin sonucu olarak oluşmadı mı zaten?

Sorunlara, insanlık dışı yaptırımlara, yargısız infazlara keyfi uygulama ve haksız biçilen cezalara tek tek değil de ortaklaşa ses olmak, zindanlarda yaşatılan hak ihlallerini kamuoyuyla paylaşmak, bir nebze de olsa içerdekilerin dışarıdaki sesi olabilmek. Adresi derin devlet olan ama adına yargısız infaz denilen onca güzel insanın ortadan kaydedildiği, katledildiği 90-96 yılları arasında dışarıdan içeriye köprü olma noktasında önemli bir süreç de yaşanıyordu ayrıca.

Politikleşmenin, topluma moral, güç ve yön vermenin merkezi olarak görülen zindanlara devlet bir hal çaresi bulmalıydı. Ve bu çareyi de F Tipi tabutluklarda bulacaklarını zannettiler. Yaktılar, yıktılar, katlettiler kimyasallarla daracık alanlarda onlarca politik tutsağa biat ettirip, topluma da göz dağı vereceklerini düşünerek tarihin en önemli barbarlığını adım adım ördüler.

Buca, Sağmalcılar, Ulucanlar derken bir çok zindanda eş zamanlı operasyonlarla katliamlarını gerçekleştirdiler. Adına da utanmazca „Hayata Dönüş Operasyonu“ dediler.

Onlarca insan açlık grevi ve ardından devam ettirilen ölüm oruçlarında yıldızlaştılar, bir çoğu da bedenen, ruhen, zihnen engelli olarak yaşamlarını devam ettirmeye çalıştılar. O yıllarda zindanlarda olanların ama faşizmin bu saldırılarında öldüremediği insanların bir bölümü ya ağır hasta ya da faşizmin barbar yöntemleriyle tek tek katledilmeye doğru yol alındı, alınıyor da.

Adına Adli Tıp Kurumu denilen ama gelinen süreçte faşizmin tıp alanındaki yan kolu gibi çalışan ATK, zindanda kalamayacak politik tutsaklara „kalabilir‘ raporu vererek, bu ölümleri daha da hızlandırır konuma dönüşmüştür. Kanser hastası olan ama tedavisinin yapılması hakkını gaspetmenin yanında ilaçlarını dahi vermeyerek Diyarbakır zindanlarında ölmesini sağladığı Halil Güneş bunlardan sadece birisiydi. Faşizm her gün bir güzel canı yaşamdan koparıyor, yaşam haklarını da ellerinden alıyor.

Dolayısıyla „faşizm her gün daha pervazsızca ve topyekün saldırırken, gelinen noktada bizler nerede duruyoruz acaba“ diye sormadan edemiyor insan. Buna verdiğimiz yanıt aynı zamanda kendimizle de yüzleştiğimiz ve samimice yanıtını vereceğimiz an sözün bitmesi, eylemin başlaması anlamına gelecek demektir de.

Bir günde üç cenaze çıkıyorsa zindanlardan, yer yerinden oynamalıydı değil mi?
Bir ayda 7 can zindanlarda katlediliyorsa faşizme öfke seli olup akmalıydık değil mi?
Bir kadın yaşadıklarından dolayı hafıza yitimi yaşıyorsa,onun hafızası olmalıydık değil mi?
28 yaşında gencecik bir kadın,öldürülmeden önce, kadın gardiyanlar tarafından tecavüze uğrayıp, bunu kamuoyuyla paylaştığı an onun dışardaki sesi olmalıydık değil mi?

Cevap kocaman bir evet olacaktır muhtemelen.

Sonuç yeni yeni ölümlerse, burada sorun bizde de be kardeşim. Faşizmin katlettiğinin, ölümden beslendiğinin hepimiz kitabını yazarız. Sorun bizim ne yaptığımızla,soruna ne kadar ve ne şekilde müdahil olduğumuzla alakalı. Gözler kör, kulaklar sağır, diller lal olduğu müddetçe daha çok ölümleri bu gözler görecek, okuyacak kulaklar duyacak, diller anlatacak ama pratikte eyleme geçilmediğinde sıranın hepimize geleceğini unutmamalıyız. Unutmayalım ki, zindandaki zulümleri dışarıyı susturmak, korkutmak, biat ettirmek, kendine benzetmek için de yapıyor faşizm. İnsanı kendine yabancılaştırmak,istediği tipte insan yaratmak, saltanatını daha güçlü yürütmek, saraylarında katlettiklerinin kanlarıyla altın kadehlerini tokuşturmak yegane hedefleridir de.
Simit 3 lira, ekmek 5 lira olmuş kimin umurunda dar gelirli dışında. Umrunda olanları da zaten ya katlediyor, ya yıllara varan sözümüna adalet sistemiyle zindanlara göndererek susturmaya çalışarak halletmeye çalışıyorlar. Yani sınıf sınıfa karşı ama bizim mensup olduğumuz adına ezilen sınıf dediğimiz ve sıkca örgütlenmenin ortak hareket etmenin öneminden bahseden bizler ne durumdayız?

Faşizmin vicdanı yoktur

Ya bizim cenahın? Ölümleri, katledilmeleri, tecavüzleri, neden hep bir avuç insanla lanetlemek durumunda kalıyoruz. Hani gücümüz birlikteliğimizdeydi. Neler ,neler, neler… Demek ki ,kendini asıl silkelemesi ve sorumluluklarının bilinciyle hareket etmesi gereken bizleriz. Devrimci- demokratik güçler, halka önderlik ettiğini söyleyen mekanizmalar bu sorunların öncüsü olmadığı sürede, yapılan her şey okyanusta bir damla olsa da ,faşizme karşı direnişte oldukça zayıf ve cılız kalacaktır. Bugün zindanlardaki durumun her geçen gün daha kötüye gitmesinin nedenlerinin başında dışarının sessizliği geliyor.

Ekonomik, maddi, manevi, moral, motivasyona en fazla ihtiyaç duydukları bir süreçte, zindanda onca insanı bir başlarına bırakmak vicdanımızı sızlatmalı. Zindanlardan gelen mektuplarda hala direnç var, umut var, geleceğe mavinin güzelliğinde bakmak var. Ama o mektuplarda bolca sitem var, yalnız bırakılmanın getirdiği hayal kırıklığı var, yalnızlık var, hüzün var. Bunlara merhem olmaya çalışmak bizim görevimiz olmalı. Oradakiler bizim onurumuzdur doğrusu sloganlarlda kalmayıp, zindanlara ulaştırılmalı. Bizim sesimiz, gücümüz oralara ulaştığında onların faşizme karşı mücadelesi daha güçlü, sesleri daha gür çıkacaktır. Garibe’ler öldükten sonra hakkımız aranıyor ‚çaresine‘ başvurmayacaklardır. Demem o ki, insanın en büyük değeri vicdanıdır. Vicdanın körelmesi insanlığın, insani değerlerin de çöküşe geçmesi anlamına gelir. Buna asla müsaade etmemeliyiz.

Varsın faşizm güçlü zannetsin kendini

Güçlü olduklarını zannediyorlar zindanlarda. Tek tek katletmeyi güçlülük, imhayı tutsakların iradelerini teslim almak olarak görüyorlar ya.
Bilmiyorlar ki, ‚bir gider bin geliriz, katletmek kurtuluş’ları değil. Bu çeliğin aldığı suyu unutmayacağını biliyorlar ama bazen unutuyorlar. Sıkça hatırlatmak gerekiyor bu süreçte.

2001 Aralık 19-23 ‚ü sürecinde ‚bizi diri diri yaktılar.‘ haykırışı tüm topluma yayılmıştı. Aslında bu tüm toplumun da diri diri yakıldığı anlamına geliyordu. Tüm topluma bir mesajdı, faşizmin kanlı yüzünü bir kez daha gösteren haykırıştı da. Tüm topluma televizyonlardan koğuşların, kullandıkları kimyasallarla demir ranzalarının dahi yakıldığı o vahşet, katliam anı canlı izlettirilmişti. Bu da aynı ölçüde topluma verilmek istenen korkunun bir parçasıydı. „Yakmayıp da besleyecek “ halleri yoktu ne de olsa. „Asmayıp da besleyelim mi?“ den, „Yakmayıp da besleyelim mi?“ sürecine girilmişti. Şimdi de ‚Öldürmeyip de besleyelim mi?“ süreciyle yine kara icraatlarına devam ediyor faşizm. Zindanda kalamayacağını bildiği halde politik tutsakları insanlık dışı yaptırımlara tabi tutarak, işkence sonucu, intihar süsü verip tek hücrelerde faili belli bir şekilde katlederek yapıyor artık faşizm imhasını.

Aslında zindanlarda yaşatılanlar bugünün edimleri değil. Dünden bu güne 100 yıllık faşist yapılanma T.C. devletinin tarihine bakıldığında her dönem farklı vahşet, katliam, tecavüz, soykırım uygulandığını görmek zor değil. Dersim’in, Koçgiri, Ağrı-Zilan’ın hala kanayan yaraları sarılmadı. Sivas ‚ın dumanı sönmedi daha. Roboski’de her Aralık karlar kızıla dönmeye devam ediyor.

Yani demem o ki, faşizmin kanunu kördür, sağırdır, dilsizdir, vicdanı yoktur. Kandan beslenir, var olmaya, saltanatını sürdürmeye devam eder.
Ama bu devran böyle gitmez…’Keser döner sap döner‘, divan kurulur, hesap sorulur… İşte o gün geldiğinde haramileri toprak ana dahi kabul etmeyecek!

Ne yaparsa yapsınlar!
Korkutamayacak!
Biat ettiremeyecek!
Susturamayacak!
Çelikten iradelerini teslim alamayacaklar!
Korkuyorlar; çünkü faşizmin korku salması, korkmasındandır.
Kadınlardan,
Gençlerden,
LGBTİ +’lardan,
İşçiden,
Köylüden,
Emekçiden,
Emekliden,
Memurdan,
Değişik milliyetlerden ve inançlardan,
Devrimci muhalefetten,
Kadın hareketinden…
Toplumun tüm ezilen, sömürülen, ötekileştirilen, cinsiyet ayrımcılığını derinden yaşayan, emeği-kimliği-bedeni baskı altına alınan ve sömürülen toplumsal kesimlerden korkuyorlar.
Korktukça saldırganlaşıyorlar.
Ama korkunun ecele faydası olmayacak!
Kaybedeceksiniz!
Değişik milliyetlerden halkların birlikte mücadelesi kazanacak!
Kadınların örgütlü birlikte mücadelesi kazanacak!
Gençlik kazanacak!
İşçi ve emekçi kazanacak!
Biz kazanacağız!
Biz kazanacağız!
Ve toplumda ezilen, sömürülen bir kişi kalmayana kadar elimiz yakanızda olacak.

Hülya Onur

2489

Korkaklar Zafer Anıtı Dikemez, Hele Sen Asla…

Recep Tayyip Erdoğan gibi, tek millet, tek din düşüncesinin sadık bir savunucusundan, paketin içine sıkıştırdığı nefret suçları ifadesine tamamen zıt bir karakterli, kendi inancı dışındaki herkese ve her inanca, her farklılığa düşman birinden Alevi ve Alevilik inancıyla ilgili çözümler beklemek, beklentiler içinde olmak bile başlı başına büyük bir hayalciliktir.

 

AKP"nin "Demokratikleşme" Oyunları

Başbakan Erdoğan’ın bugün (30.09.2013) açıkladığı AKP’nin “demokratikleşme paketinde, demokratikleşmenin dışında her şey var dense yeridir. Türk burjuvazisi, 1923’den beri “demokratikleştiğini”, “demokrasiye adım attıklarını”, her yeni hükümet dönemlerinde birden fazla “demokratikleşme” paketleri çıkarmalarından bilinir. Önceleri, “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış vatan-millet”, sonraları ise,  “vatana millete hayırlı uğurlu olsun” burjuva çiğ sözleriyle ortalığa sürülen “paketler” ortaya çıktı. 

 

Kürt krallığı için mi Halepçelerde öldüler ?

 

            Gazeteler geçenlerde Mesut Barzani ile Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülklerini sıralayınca, Halepçe'de soykırıma uğratılan Kürtler geldi gözümün önüne.

Devrim Bir Maceradır

Devrim bir maceradır. Kayıtsız kuyutsuz, şartsız koşulsuz, sorgusuz sualsiz devrim denen bir deryanın içine atmaktır kendini devrimcilik. Geriye bakmadan, arkada kalanları kara kara düşünmeden, hep ileriye yönelmektir devrimcilik.

Geceyi gündüze, yeri geldiğinde gündüzü geceye çevirmektir, yarınların getireceği yakıcılığı düşünerek, devrim denen maceranın içine hesapsızca atılmaktır devrimcilik.

Kürt siyasetinin kurtlarla bitmeyen dansi

Bir halk için tarih tekerrür ediyorsa, bu o halkın tarihten ders çıkarmadığını gösterir ki, vay o halkın haline. Burada kastedilen elbette halkın kendisi değil önderleridir. Kürtler de, önderleri tarihten pek ders çıkarmayan talihsiz bir halktır. Kürt önderleri yüz yıldan beri Türk devlet yöneticileriyle diyalog kurmaya çalışmış ama hep hüsrana uğramışlardır. Hatırlanacağı gibi daha birkaç ay önce devletle müzakere havası esiyordu Newroz' un barış güvercinleri uçurulan Kürt semalarında. Şimdi ise bir ümitsizlik rüzgârı esmekte halaylar çekilen o meydanlarda.

On’ların Öğrettiği

birer birer, biner biner ölürüz

yana yana, döne döne geliriz

biz dostu da düşmanı da biliriz

vurulup düşenler darda kalmasın…//

çünkü isyan bayrağıdır böğrüme saplanan sancı

çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum…

sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata…”[1

 

Yukarıdaki dizeler Orhan Kotan’ın, Diyarbakır Zindanı’nda kaleme aldığı “Gururla Bakıyorum Dünyaya”sındandır; yazmaya gayret edeceklerimin özetidir sanki…

Aysel Tuğluk ve ekrad-i bi idrak

Fazla söze gerek yok.2007’de Kemalist bürokrasinin yaklaşan tasfiyesini öngöremeyip “Kurtarıcı motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemselliğinin büyüklüğü kendisini gösterdi ve gösterecek. O bir mucizedir, ölümsüzdür. Uluslaşmada temel direktir.

BAŞKALDIRININ -ÖN- DEĞERLENDİRİLMESİ[*]

“Ve bizim bir haziranımız

Bir yıl kadar yetecektir dünyaya

Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış

Çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız

Hayasız pençelerini kokuyla gizleyen

Bir olgu olmayacaktır sana

Ölülerimiz toplanacaktır

Doldurulan bir kıyı gibi.”[1]

 

Erdem Aksakal’ın, “2011 yapımı ‘Ya Sonra’ filmine, Özcan Deniz aşkını şu sözlerle anlatarak başlar. ‘Masallar neden en güzel yerinde biterler? Sonra ne olur bilinmez. Biz de masallara göre sona geldik. Peki ya sonra?’

KENTİ (YOKSULLARINDAN) “TEMİZLEMEK”…[1]

“Ahlâk ve para aynı çuvala girmez.”[2]

Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, bugün İstanbul’un en “in” mekânlarından sayılan Erenköy-Göztepe arasında geçti. O yıllarda İstanbul’un tartışmasız bir numarası Teşvikiye- Nişantaşı-Osmanbey karşısında biraz “ikinci sınıf” sayılan, ancak “sayfiye” olarak muteber, bizim gibi yaz-kış kalanların hafiften “taşralı” muamelesi gördüğü, ama geceleri Bağdat caddesinde “anahtar teslim”ine yarıştırılan lüks, spor arabalara bakıldığında, geleceğinin “parlak” olduğunu sezdiren, üç katlı apartmanlar diyarı…

KÜRDİSTAN ULUSAL KONGRESİ VE BDP’NİN TÜRKİYELİLEŞME SİYASETİ

Herşeyin içinin boşaltılarak hızla tüketildiği bir çağda yaşıyoruz. Post-modern bir cehalet her yanımızda. Düşüncelerimizin, yaşamlarımızın, ilişkilerimizin, eğitimlerimizin hatta gıdalarımızın içi boşaltılmış ve global ekonomik sistemin ihtiyacına göre yeniden düzenlenmiş durumda. Wachowski Kardeşlerin unutulmaz filmi Matrix’te anlatılan insanı metalaştıran sanal düzenin bir benzeri hepimize dayatılmış.

ANNEME İnci Taneme

“Bu akşam, annem kamerada seninle konuşmak istiyor” diye mesaj geldi erkek kardeşim Nuri’den. Bir arkadaşa misafirliğe gidecektik. Erteledik. Bilgisayarın başındaki yerimizi aldık.  Ben, Nuran ve Ezgi… Ekranın gerisinde annem ve kardeşlerim… Selamlaşıyoruz. Annemin gözlerindeki mutluluk tarif edilir gibi değil. Yüzünde bir çocuk sevinci.  

“Nasılsın anne, nasılsın babaanne?”

Sayfalar