Cumartesi Haziran 1, 2024

Halkın İçinde Olmak (Sentez)

Halka dair söylenenler, devrimciliğe dair biçilenler, bireye dair yapılan sorgulamalar, bir politik öznenin hayatın içinde olup olmamasına dair yapılan vurgular, sömürenler ve onların devleti, bunların siyasi iktidarı ve muhalefeti, ordusu, sivil uzantısı her şey ama her şey mücadelenin tarihiyle kıyaslandığında kısacık denilebilecek bir zaman diliminde, yoğunlaştırılmış bir şekilde tartışmaya açıldı, tüm bunlarda yeni derinlikler kazanıldı, yeni bakışlar edinildi, ufuklar genişledi, renklilik geldi.

Halkın ne olduğu, fedakarlığın, zorlu sürecin ve bunun içerisinde mayalanan devrimciliğin eski öğretilerle kıyaslanma şansını gerçekten bulduğu, küllerinden doğmanın kelimenin gerçek anlamıyla nasıl bir şey olduğu, her şeyin bitmiş gibi göründüğü anda bile yeni bir yaşam kurma arzusu ve zorunluluğunun ne kadar güçlü bir şey olduğu kısa bir sürede -şimdilik buna bir buçuk ay diyelim- her gün onlarca kez farklı yaşananlarla yüreklerimizin en derin yerine işlendi.

6 Şubat’ta yaşanan depremler onlarca acı, çarpıcı gerçeği bir yığınla önümüze serdi. Ailelerinden kalanlar ve insanların kendi emekleri sonucu yarattıkları maddi değerler, ortalama 60 yılda üretilen ve her biri 10 binlerle çarpılan değerler bir gecede enkaza dönüştü. 10 binlerce hayat yaşamın normal akışı içerisinde son bulmaması gerektiği halde son buldu. Bir yanda enkaz yüklü kamyonlar üzerlerinde çarşaflar savrula savrula enkaz yığma alanlarına art arda taşınırken insanlar ilk taşları yeniden yerlerine koymaya başladı. Son bulan yaşamlarımız sonsuzluğa karışırken yeni nesiller geliyor. İnsan yaşamının şimdiye kadar olan kısmındaki bu durum devrimcilik açısından da neredeyse harfiyen aynı.

Kendimize ve yaşadıklarımıza meşru bir zemin oluşturmak için değil, haklıyız ama niçin-niçin kazanamadık sorusuna bir kulp bulmak için de değil gerçekten öyle olduğu için, devrimciliğin de tam olarak böyle bir şey olduğunu görebiliyor insan. Yaratılan kurumlarımız yıkılıyor, kazandığımız alanlarda mağlup oluyoruz, maddi-manevi ürettiğimiz değerlerin büyük bir kısmını kaybediyoruz ve bunların hepsi olurken binlerce devrimcinin yaşamı feda oluyor.

Böylesi bir durumda halk yaralarını sararak, düştüğü yerden kalkarak yeni bir hayat kurmak zorunda olduğu için kuruyorsa, devrimcilik de sömürüsüz bir dünya yaratılana kadar devam etmek zorunda olduğu için yeniden ayağa doğruluyor.

Her ağır ve acı deneyim, halka bir şeyler katıyorsa ve yeniyi yaratırken bunlar göz önünde bulundurularak yapılmaya çalışılıyorsa biz de bunu yapıyoruz. Bazen eksik bazen yanlış bazen aynı şeyler, bazen ders çıkartılmış olsa da insan gücü yetersiz olduğu için aynı hatalara düşerek de olsa devrimcilik yeniden üretiliyor.

Devrimcilik ve devrimcilik dışındaki hayatın bu benzerliği sömürenler var oldukça bu benzerliğini koruyacak gibi. Sömürenler oldukça kolonları bir bulgur gibi dağılan evlerde barınmaya mahkum bir çoğunluk olacak, sömürenler oldukça sömürüsüz bir toplum yaratmak isteyenler saldırılara uğrayacak. Bu kaçınılmaz bir gerçeklik, içinde bulunduğumuz sistemin işleyiş biçimi…

Ancak nasıl bu kısım bir gerçeklikse sömürenlerin yenilgiye mahkum oluşları da tadacakları bir gerçek. Ve eklemek gerekir ki, bu asalak sömüren sınıf, kendi kendine mağlup olup tarih sahnesinden silinip gitmeyecek. Düştüğümüz yerden daha güçlü doğrulmasını bilebilir ve halkla her defasında daha doğru bağlar kurabilir, doğru zamanda doğru yerde fedakarca bulunabilir, bildiklerimizi her yeni sürece dayatarak değil her yeni süreçle bildiklerimizi zenginleştirerek ilerlersek kazanabiliriz.

Bunun için istemek yetmez örgütlülük şart!

Örgütlü olmak, örgütlü bir toplum olmak, böylelikle örgütlü hareket edebilmek karşımıza çıkan her yeni duruma vereceğimiz tepkide ya da yaşanacaklarda belirleyici bir yerde durmaktadır. Bu süreçte şunu çok açık bir şekilde gördük ki; elinde milyonluk olanaklar bile olsa bu, örgütlü bir güçle buluşmuyorsa olanakların ihtiyacı olanla, halkla buluşması mümkün değil. Heba olan onlarca emeğin, insanların binbir güçlükle biraraya getirdiği onlarca malzemenin yerlere savrulduğunu hep birlikte gördük. Çünkü halkın imkanı var ya da sınırsız imkan yaratma gücü var ama bu imkanları doğru yerlere ulaştırabilecek öznelerden büyük oranda yoksun.

Deprem bölgelerinde, halkla kurulan bağlarda devrimci özne şart ama nasıl olursa olsun ayakları ve elleri iş yapan bir özne değil, yüreğiyle, bilinciyle, elleriyle adanmasını bilen, neyi-ne için yaptığının farkında olan öznelere ihtiyaç var. Deprem bölgesindeki çalışmalarda “herkes yapıyor” diye değil, “dayanışma gönüllülüğü anlık bir moda oldu” diye de değil, halkın yaşadığıyla kendi öznel bağını ve toplumsal bağı kurabilen, gecesini gündüzüne katan devrimci öznelere ihtiyaç var.

Aksi durumda, yani soyut bir gönüllülük güdüsüyle bölgeye gelen ve bu duyguyu derinleştirme fırsatı varken derinleştirmemiş olan birçok insanın, çalışmalarda zorlandıkça yaptığı çalışmaları depremzedelerin onurunu kırabilecek bir tarzda ele almaya başladığına tanıklık ettik. Böylesi durumlarda yapılan çalışmalar hafiften zora girdiği anlarda kaba söylemler, üstenci bakış birçok dayanışma merkezinde ne yazık ki yaşam buldu.

Hazır reçetelerle değil günün getirdikleriyle buluşalım!

Doğal olarak biz burada bir devrimci öznenin varlığını tartışıyorsak aslında, halka yukardan bakan değil halkla bir olan, halkı tanıyan, geri ve ileri yanlarını bilen, anlamaya çalışan, emek harcamaktan çekinmeyen, yorgunluk durumlarında öfkelenmeyen, kriz anlarında sakinliğini koruyabilen, genel ve kolektif çalışma içerisinde açığa çıkan sorunlara çözüm odaklı yaklaşabilen, halk ile kendisi arasındaki sınırları gün geçtikçe eritebilen, nerede-nasıl esneyebileceğini bilen, inisiyatifli, hazır reçetelerle değil belli bir öngörüyle günün getirdikleriyle buluşabilen, devrimciliğin 8-5 değil 7 gün 24 saat süren bir çalışma olduğunu kavramış olan devrimci öznelerden bahsediyoruz.

Bu tarz devrimcilik, deprem bölgelerinde halk ile kurulan bağlarda ve dayanışma ve devrimci faaliyetin iç içe yürütüldüğü çalışmalarda olmazsa olmaz bir yerde durmaktadır.

Kaba bir devrimcilik değil yukarıda kısaca anlatılan tarzda devrimcilik çalışmaların merkezindeydi diyebiliriz fakat çalışmaların her şeyi bu tarz bir devrimcilik değildir.

Deprem bölgelerindeki yürütülen devrimci faaliyetin üç farklı öznesi olduğunu düşünebiliriz; Yerel halk, devrimci bir kurum, devrimci faaliyetin beslenmesine ve güncel ihtiyaçlarına katkı sağlayacak olan kurumla yakın ya da uzak ilişkileri olan kitle.

Partizan ve Yeni Demokrat Gençlik olarak halkın ve taraftar kitlemizin kurumumuzla bu denli kenetlendiği bir çalışmanın içerisinde uzunca bir süredir yer almadığını ifade etmeliyiz.

Buradaki özgünlük, devrimci çalışmaya ihtiyacı olan bir halk; bu ihtiyaca yanıt olmak isteyen ve bunun için kısmen kendiliğinden harekete geçen bir taban; bu ihtiyaca yanıt olmaya çalışan ve üst düzey bir emek ortaya koyan, çaba sergileyen kurumun varlığından açığa çıktı. Başkaca süreçlerde izlediğimiz politikalar ve pratik hattımızın büyük çoğunluğunda halkın ihtiyaç ve talepleriyle ortaya koyduğumuz çalışmalar arasında eleştirdiğimiz büyük bir uyumsuzluk yer alıyordu. Deprem sonrası çalışmalarda halkın ihtiyaçlarıyla kurumsal faaliyetimiz ciddi bir uyum yakaladı ve bu durum, kalıcı kuvvetli bağlar inşa etmemize daha şimdiden vesile oldu. Yani biz bir yerlerden bir politika ve kafalarda şekillendirdiğimiz pratik bir hatta genel kitleyi ikna etmeye çalışmadık, zaten büyük ölçüde ve kaba hatlarında ikna olmuş bir kitleyi hedeflerini hayata geçirebilecekleri birleştirici bir güç unsuru olduk. Bu üç farklı özneden herhangi birinin yanlış çözümlenmesi, gücünün yanlış kullanımı bugüne kadar yaptığımız birçok çalışmayı yapamayacak hale getirebilirdi bizi. Ancak bu güçlerin ve kendi gücümüzün objektif yorumlanması, bu güçlerin yapabileceği ya da bu güçleri kısmen zorlayan hedeflere yoğunlaşmamız, doğru tutum ve tarz ile pratiğe yoğunlaşmamız bizi koyduğumuz hedeflere yakınlaştırdı.

Kendi gücümüzün kat be kat üstündeki hedeflere yoğunlaşsaydık ya da deprem bölgesindeki halkı özneleştirmeyen çalışmalar yürütseydik ya da kendi kitlemizin gücünü yanlış yorumlasaydık deprem bölgesindeki çalışmalarımız bugünkü geldiği noktada olmayacaktı.

Buradaki esas nokta, insanların depremzede de olsa özne olduklarını unutmamak, onları yapılmasını planladığımız çalışmalarda edilgenleştirici bir tarz tutturmamak, halk ile kendi tabanımızı alınması gereken karar süreçlerinin aktif parçaları haline getirmek, olabildiğince fazla sayıdaki yoldaşımızın çalışmaların toplamına kafa yormalarının ve emek harcamalarının önünü açmak.

Deprem bölgesindeki halkı “yardım ulaştırılması gereken zor durumdaki insanlar” kendimizi de “yardım gönüllüsü” olarak tanımladığımız anda bu mantığın daha olumsuz sonuçlar doğurabilme potansiyelini hariç tutsak bile hiçbir çalışma amacına ulaşmayacaktı. İnsanlara içeceği suyu, yiyeceği gıdayı, barınacağı çadırı temin etmek değerlidir ama bu değer, insanların kendi yaşamlarını yeniden örgütleyebilmeleri, kendi ayakları üzerine doğrulmaları için verilen en ufak bir desteğin ve bu süreçte bütün benliğimizle yanında olmanın açığa çıkarttığı değerin yanında hiçbir şeydir.

Halk aç yaşayabilir, yağmur altında uyuyabilir ama kendi ayakları üzerinde duramayacağı fikrine kapılır ve toplum olma duygusunu tamamen yitirirse yaşayamaz. Yüzlerce yıldır egemen asalak sınıfların, halkın ve bizim bu konudaki umudumuzu çalmaya çalıştığını unutmayalım. Sömüren sınıflar kendileri ve onların sömürü düzenlerinin bir şekilde sürdürülmesine hizmet etmekten başka bir işlevi olmayan devletleri için “O olmasa vatandaş 2-3 gün bile yaşayamaz”, “Toplum denilen şey zaten çürümüş değil mi? Onu kendi haline bıraksanız hep çürük hep zararlı şeyler açığa çıkar.”

Aslında gerçekte durum tam tersi, çürümüş yapıları tepemizde olmadığı sürece halk bütün bir toplum için en iyi rotayı çizebilecek durumda.

Yüzlerce hatta binlerce yıldır, bencil ve dar dünyalara hapsedilerek yaşam sürmek zorunda bırakılan halk, onun için aşağılayıcı sıfatlar bulunmaya çalışılan halk en zor anında bile büyük bir fedakarlık ve seferberlik duygusuyla harekete geçti.

“Halkın içinde olmaktan korkmayın!”

Mao Zedung, Büyük Proleter Kültür Devrimi sırasında “halkın içinde olmaktan, halkın eleştirmesinden korkmayın, halkın çok büyük çoğunluğu iyidir” diye vurguluyor. Deprem sonrası yaşanan süreç bu durumu kendi gözlerimizle görme, kendi yaşamımızda deneyimleme fırsatı sundu.

Ancak burada halka giderkenki yöntemimizin, kurduğumuz bağın halkın içerisinden hangi davranış ve duyguları öne çıkacağının da belirleyici bir nitelikte olduğunu gördük.

Bazen bir ihtiyacın karşılanmasından daha çok bir ihtiyacın nasıl karşılandığı daha önemli olabiliyor. Bazen bir şeyin yapılıp yapılmadığından daha çok nasıl yapıldığı önemli olabiliyor.

Halk, insanlar dümdüz bireyler değil, içinde onlarca duyguyu barındırıyor. Tek bir insanın içerisinde onlarca duygu aynı anda varlığını koruyor, geri ve ileri kültür aynı anda yaşıyor. Ben ve biz duygusu, ben ve öteki duygusu bunlar arasındaki öncelikler, bunun sıralaması sabit bir şekilde değil değişerek ilerliyor. Halk içindeki çelişkiler hep aynı yoğunlukta ve sabit bir düzlemde değil yoğunluğu ve önceliği değişerek canlanıyor.

Bizim bir işi yapma biçimimiz de insanların çelişkilerinde ilerici yanın mı yoksa geri bir kültürün mü hayat bulacağında belirleyici oluyor.

Basit görünen bir su dağıtımı bile, bu dağıtımın yöntemi ve ele alınışı sonucunda çok farklı çelişkileri açığa çıkartabiliyor. Eğer su dağıtımını bir tırın dorsesinden insanları birbirine düşürecek vaziyette yaparsanız kimin, hangi büyüklükteki hangi ailenin bu sudan ne kadar alacağını belirleyemezseniz insanlar alabildiğini alma güdüsüyle hareket edecektir. Bu da insanlardaki bencilliği büyütecek ve halk içinde şiddet pratiklerini bile açığa çıkartacaktır. Ancak kolilerce suyu bir yere koyar, önce su almak için gelenleri bekletir ve geri çevirirseniz, suyun her aileye adil bir şekilde ulaştırılacağının garantisini verirseniz insanlar bekler ve hatta bu dağıtım sürecinde suyun adil dağıtılması için kendinden zaman ve ekonomi de katarak suyun dağıtılmasına gönüllü olarak katılabilir.

Biz Antakya bölgesinde yaptığımız çalışmalarda bu iki örneği de sadece 1 saat aralıkla deneyimledik. Birincisi kavga ve gerilime neden oldu. İkincisi 2 gün sürdü ama hem çok fazla bölge insanı bu çalışmanın bir parçası oldu hem de her aileye ulaşma fırsatı bulduk.

İnsanlarda daha iyi komşuluk ilişkileri şekillenmesinin sağlanmasında bu çalışma bir rol üstlenmiş oldu.

Aynı şekilde un dağıtımı da bu biçimde ele alındığı için çok fazla insan kendi aracına kendi cebinden yakıt koyarak insanlara eşit bir şekilde un ulaşmasında günlerce rol üstlendi. Çalışmalar ve çalışmaların içerikleri basit görünebilir ama etkisi bakımından insanlardaki bencilce duyguların gelişiminde değil biz olma ve toplum olarak örgütlü hareket etme, yanındaki ile birlikte kendisini düşünme duygusunun gelişimine hizmet etmişti.

Bu tarz çalışmalar yani halkın içerisine dahil olarak yürütülen çalışmalar doğru bir mantık ve kültür çerçevesinde ele alınabildiği sürece ne yağma oluyor ne hırsızlık vakalarıyla karşılaşılıyor. Bizim bulunduğumuz yerde hem suyun hem unun hem de diğer tüm ihtiyaç malzemeleri yağmur, rüzgar vb. doğa olaylarına karşı kısmen korunaklı yerlerde ama açıkta olmasına karşın insanların bu malzemelere ihtiyaçları son derece yüksek olsa bile kimse malzemelere dokunmuyor, kendisinin ama aynı zamanda herkesin olduğu fikriyle bunları koruyarak hareket ediyordu.

Yani halkla kurduğumuz bağın gelişiminde, halkın içinde var olan çelişkili durumların devrimci yönün baskın gelmesi sürecinde bizim yöntemlerimiz oldukça önemlidir. Aynı şeyleri o kadar kötü ele alırız ki halk birbirine girer, küfürler havada uçuşur. Bunun sonucunda işi yapana olan öfke açığa çıkar ve büyür. Ama aynı şeyleri doğru bir tarz ile uygulamaya başladığımızda halktan ve özellikle de mümkün mertebe farklı ailelerden insanları süreçlerin bir parçası haline getirebildiğimizde halk içinde yapıcı bağlar gelişir ve iş yapana güven duygusu büyür.

Doğru yöntemlerle faaliyet yürütmek…

Biz çoğu zaman çalışmalarımızı birilerine bir şeyler gösterme ya da bir şeyleri ispat etme duygusuyla, kim olduğumuzu gösterme anlayışıyla ele alabiliyoruz. Böyle yapınca ne insanlar bizim kim olduğumuzu anlıyor ne de sonrasında dönüp baktığımızda çalışma yürüttüğümüz yerlerdeki insanlara olumlu bir iz bırakabilmiş oluyoruz. Ama çalışmaları ne için yaptığımızı bilir ve bizim kimler olduğumuzun ötesinde amaçlarımız için doğru yöntemlerle faaliyet yürütürsek insanlar sadece birkaç gün içerisinde bizim önce ne yaptığımızı ve daha sonra da bütünlüklü olarak kim olduğumuzu bilirler, öğrenmek için kendileri adım atarlar.

Tüm bu ele alışlar arasındaki fark, halkın kendi yaşam süreçlerinde edilgen mi yoksa özne mi olacağıyla iç içe bir şekilde ilerlemektedir.

Deprem bölgesindeki dayanışma çalışmalarını ele alırken her şeyden yalıtık bir dayanışma çalışması olarak değil halkın toplumsal olarak örgütlü gücünü büyütme anlayışıyla hayat bulmasına çaba gösterdik.

Bunun da halk ile bizim aramıza mesafe koyarak ilişkilenmekle değil, bu mesafeyi git ide doğru temelde ortadan kaldırmakla mümkün olduğunu gördük. Bu açıdan gerek ihtiyaç malzemelerinin dağıtımı, gerek yemek-ekmek yapımı, çocuklar için psiko-sosyal hizmetlerin verilebileceği oyun alanının inşasında hep halktan katılımı gözettik.

Bu alanlarda bizim bir iki kişi olduğumuz yerlerde bile bizim dışımızda onlarca insan bu ele alış ile beraber yapılan işleri sahiplenmeye, bu çalışmalar içerisinde özneleşmeye başladı. Ama biz bir mesafeyle ilişkilenseydik, klasik haliyle üzerimizde önlükler, aramızda setler olsaydı, insanların el atacağı ve kafa yoracağı işlerimiz olmasaydı, kaba deyimiyle “biz çalıp biz oynayacaktık” ve bunun hiç kimseye kalıcı faydası olmayacaktı.

Yine de insanlarla çalışmak sadece yoldaşlarımızla çalışmaya hiç de benzemiyor. Halkı doğru yorumlama gücü, daha fazla esneklik, nerede-ne kadar esneyip esnemeyeceğimize ilişkin doğru tutumlar, bir başına karar vermenin olanaksızlığı daha fazla zamana malolan süreçler yaratıyor. Ancak bunlar doğru ele alındığında, en zor anlarda bile güven duygusu geliştikçe insanların bizim için açmadığı kapı-olanak kalmıyor.

Üzerinden geçen süre boyunca çalışmalarımızı, halktan insanların katılacağı, katılımcı olacağı bir tarzda ele almamız sonucu buradaki çalışmalarımız halkla bütünleşti, halk tarafından sahiplenildi. Meclisleşme, halkın örgütlü hareket etmesinin önündeki engelleri en zor anlarda ortadan kaldırdı.

Bu tarz bir ele alış; 7 yaşındaki bir çocuktan 75-80 yaşındaki insanlara kadar onlarca insanın dayanışma çalışmalarında kendisini var etmesine hizmet etti. İnsanlar kendi evlerine dahi birkaç dakikalığına bile olsa giremezken kendi dışındaki insanlar için bir fırında saatlerce çalışmayı göze aldı.

Bizden birisi yanlarından ayrılırken ailelerinden birini yolcu ederkenki duyguları yaşadı. Dört yakınını defnetmiş birisi bu çalışmalara katılarak kendinde yeniden ayağa kalkma gücünü buldu.

Tüm bunlar ezberlenmiş bir şeyi takip ederek değil bir planın onlarca kez değişmesini göze alarak, geceyi gündüze katarak, özverili ve fedakarca yürütülen bir çalışmanın içerisinde “eski bir düşünceyi” yeni ve kocaman bir sürece uyarlayarak, hayatın plana uymasını bekleyerek değil planlarımızı hayatın her dakika getirdiği yeniye uyarlayarak sağlandı.

Bundan sonraki sürecinde nasıl şekilleneceğini, büyüyüp ya da küçüleceği bu minvaldeki düzlemi adanmış bir şekilde takip edip edemeyeceğimizle ilgili olacaktır.

2266

Din Kardeşligi masali ve türban sovu

AKP meclisteki türbanlı milletvekili şovuyla halkı uyutma yolunda kendisine yakışır bir adım daha atmış oldu. Oysa din, türban ya da özgürlük diye bir dertleri yok. Onlar ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmanın ve hizmet ettikleri bu düzenin ezen- ezilen, sömüren- sömürülen çelişkisini halkın gözünden kaçırmanın derdinde. Türbanı bu korkunç düzeni saklamak için bir şal olarak kullanmaktadırlar. Tuhaf olan şu ki, türban takan kadınların çoğu da bu düzenin mağdurlarıdırlar. Ne var ki onlar bunun farkında değil. Biraz düşünseler iyice esaret altına girdiklerini göreceklerdir.

Ortadoğu yeniden biçimlen(diril)irken …[*]

“Karanlık saatler geldiğinde,

o zamanın insanı da gelir.”[1]

 

Ortadoğu yeniden biçimlen(diril)irken söylenmesi gerekeni, gecikip, lafı dolandırmadan hemen belirteyim: Büyük bir alt üst oluşun içindeyiz…

Bu kadar da değil; her şey daha da ağırlaşarak vahimleşecek; veya tarih müthiş hızlanacak; ya da sık sık Montesquieu’nun, “Ne mutlu tarihi sıkıcı olan halka” sözü anımsanacak…

Ercan Binay’dan mektup var Abdullah KALAY’a özgürlük!

“Zulümle abad olunmaz.”[2]

 

Cumhuriyet Bayramı' Ve Bagımsız Türkiye Hangi Sınıfın Ideolojisidir?

'Cumhuriyet Bayrami' Ve Bagimsiz Turkiye Hangi Sinifin Ideolojisidir?

 

'Bir Marksist toplumsal uzlasmaya degil, sinif mucadelesine dayanir' der Lenin.

Sinif mucadelesi ise tekduze bir rota izlemez.Tarihin her toplumsal akisinda farkli bicimler olarak karsimiza cikar. Komunistler iradeci-idealist degil dialektik olguculuga dayanir. Canlidir Marksistin dunyasi, basma kalip, tekduze, soyut ilkeler ve kaliplar bakisi burjuvazinin dunya gorusudur.

 

Solu Liberalleştirmek

 

Sol’u liberalleştirme; onu devrimci özünden kopararak, burjuva düzen içi bir hareket haline getirme ve burjuva sistemine karşı toplumsal devrimci alternatif olmaktan çıkarma çabaları, solun tarihi kadar eskidir. Toplumun burjuva-proleter kampa bölünmesinden bu yana da, burjuvazi, sol’u sol olmaktan çıkarmanın her türlü yolunu denemeye, şiddetin yanında, ideolojik ve siyasal olarak onu yozlaştırmaya özel bir önem verdi. 

Kürdistan ve "Demokratikleşme"

Kürdistan tarihi açısından 90'lı yılların en önemli olgusu Kürdistan ulusal kurtuluşçuluğunun kadrosu,hemen hepsi bağımsızlıkçı çizgide binlerce Kürd aydınının imha edilmiş olmasıdır.Öylesine bir soykırım ki hesabını gören de soran da yok,ortalık da "barış"çılardan ve "unutmaya ve affetmeye hazırız"cılardan geçilmiyor.Kürdistani stratejik aklın ve ulusal kurtuluşçuluğun taşıyıcısı bu kategorinin imha edilmesi,kalan yerli/yerel aydınların Türki metropollara ya da yurtdışına kaçması/kaçırtılması ve eşzamanlı olarak Kürdistan köylülüğünün sömürgecilerce Kürdistan dışına göçertilmesinin ulusal

Iki Birlesir Bir Olur Ya Da HDP

Iki Birlesir Bir Olur Ya Da HDP


Ertugrul Kurkcu ''Halkin uzerine bilgelik tesis etmek degil, halkin bilgeligini temel alan bir partiyiz'' diyor...Kongreye Apo ve Recep kutlama mesajlari yolluyor!

 Tum milliyetlerden Isci-Koyluler Revizyonizmi gormuyor ve alkisliyorsunuz!

 Sunu diyor sizlere Kurkcu; Isciler-Koyluler ,Marksizm-Leninizm gibi sizi kurtarmaya calisan akimlara kapilmayin...!

Bölünmek için Birlesin


Bölünmek için Birlesin!

Bir Maoist hayati iki ucundan kavrar her zaman; Burjuvazi ve Proleterya ucundan. Birin iki oldugunu kavramamis bir kafa Marksist bir kafa degildir.
Komunist partiler icin Demokratik-Merkeziyetcilikin tek bir anlami vardir; Demokrasi KP lerde Burjuvaziyi temsil eder; Merkeziyetcilik Proleteryayi temsil eder....

Yaranın Merhemini cellattan mı isteyecegiz!

           Yeğişe Çarents   15 Mart 1921  Yer Berlin Charlottenburg semti,

   İttihat ve Terakki Cemiyeti başkanı,İç işleri bakanı,1915 Ermeni Soykırımı'ndan birinci de rece sorumlu,1,5 milyon Ermeni'nin ölümüne sebep olan Tehcir kararnamesi'nde imzası bulunan Talat Paşa Erzincanlı Soğomon Tehleryan tarafından öldürüldü.  Ermeni soykırımı'nda ölenlerin İntikamını almak için Talat Paşa Berlin'in en işlek caddesinde gündüz vakti ensesinden vurularak Ermeni halkı adına cezalandırıldı.Kaçarken polisler tarafından yakalandı.Direniş göstermedi.

Şiirin Şairleri, Şairlerin Şiiri -

“Biz bu kitapları ne zaman okuduk ve niçin her satırını çizip notlar düştük kıyılarına”[1]

“Herkes gider, şiir kalır,” der İbrahim Tenekeci.Doğrudur; öyledir…

Şiirin tarihi şaire doğru akarken; “Şiir kelime kaynar. Bir kazandır, dumanlar tüter içinden,” der Ahmet İnam…

İnsan ruhunun ve yaşamın derinliklerine nüfuz eden şiir ölmez, öldürülemez; çünkü ölümsüzdür…

Hayır; ‘Buz’[2] başlıklı yapıtı ile ‘2011 Turgut Uyar Şiir Ödülü’ne değer görülen Osman Özçakar’ın, “Şiir biraz da sözcüklerle manipülasyon yapma işidir,” tespitine katılmak mümkün değil.

Yeni Süreçte Bize Düşen Görevler/ Hasan Aksu

 

Sayfalar