Cuma Mayıs 31, 2024

Kaypakkaya ardılı hareketin bölünme ve ‘birlik” sorunu üzerine

  1. Çok parçalılık, bölünme/kopuşma ve ayrışma sorunu.

‘Yakın tarih’ olarak, 1968 süreci ve 1970 başlarında ortaya çıkışı itibariyle ele alındığında görülecektir ki Türkiye ve K. Kürdistan Devrimci Hareketi (TKKDH), sınıflı toplum gerçekliğinin doğal bir gereği olarak da zaten parçalı/çok bölüklü olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu, elbette anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur. Çünkü farklı toplumsal kesimlerin günü ve geleceği yorumlayışları, güne ve geleceğe dair istem ve beklentileri birbirinden farklı olduğundan; bunların her birinin kendi siyasal programları ve şiarlarıyla, bunun ifadesi olan kendi öz siyasal örgütlükleriyle toplumsal mücadelede yer edinme istem ve gayretleri, eşyanın tabiatı gereği, normal bir durumdur.

Gelişmiş kapitalist toplumların aksine, toplumun sınıfsal ayrışmasının henüz yeterince tamamlanmadığı geri sosyo-ekonomik yapılardaki ara tabakaların yaygınlığı ve çok parçalı oluşunun da etkisiyle, bu tür toplumlarda devrimci hareket zaten çok parçalı bir yapı özelliğinde olur. Buna birde aynı sınıfsal kesimlerin farklı, nispeten farklı veya tamamen farklı siyasal program/strateji ve taktiklere sahip, ‘gerçek temsilci benim’ iddiası güden birden çok öznenin ortaya çıkması durumu da eklendiğinde, tablo daha da karmaşık ve ‘zengin’ bir görünüm kazanmış olur.

Sınıf savaşımının doğası, ‘aynıları aynı, ayrıları ayrı yerde’ konumlanmaya yönlendireceğinden; mücadelenin seyri içerisinde, bir kısmı elenerek saf dışı kalırken, bir kısmı da bir şekilde birleşerek, yoluna devam edecektir.

Yani bu anlamda TKKDH’nin çok parçalı yapısının hiçte öyle ‘anormal’   bir durum olmayıp, toplumsal realitenin bir tezahürü olduğunun görülmesi gerekiyor.

Ve keza görülmesi gerekiyor ki bu türden toplumlarda hem toplumun demokrasi bilinci ve düzeyinin geriliği ve hem de günün gelişen ve değişen koşullarının ele alınıp yorumlanmasında ve tutum belirlenmesinde gösterilen tavırlar üzerinden de örgütler kendi içlerinde kolayca kopuşup, farklı örgütsel yapılar olarak, bölünebiliyor. Öyle ki taktiksel veya örgütsel işleyişe ilişkin bazı anlaşmazlıklar üzerinden bile bölünebildiklerinin yığınca örneği söz konusu olabiliyor. Kuşkusuz ki burada küçük burjuvaziye has o tipik ‘mülkiyet’ hırsı ve tutkusunun da arka planda etkin rol oynadığı, yadsınamaz bir olgudur.

Ayrıca altı çizilmesi gereken bir diğer olgu da şu ki; düşmanın ‘böl parçala yönet’ siyasetinin de bu bölünüp parçalanmalarda önemli bir rolü söz konusu olabilmektedir. Bu yöntemle düşman hem toplumu din/inanç, milliyet, cins ve sınıfsal farklılıkları üzerinden sürekli bir şekilde ayrıştırarak bölüp parçalamakta ve hem de işçi sınıfı ve diğer devrimci-ilerici emekçi kesimleri ve bunların siyasal, iktisadi ve kültürel örgütlü yapılarını, içlerine sızdırdığı veya bir şekilde sattın aldığı elemanları aracılığıyla her vesileyle bölüp parçalayarak zayıf düşürmeye çalışmaktadır. (Tarih, bunun tipik ve ibretlik örneğine 1994 yılında TKP/ML saflarında yaşanan parçalanmayla tanık oldu. Başka bir örneği de yok herhalde. Karpuzu ortadan ikiye böler gibi Partiyi bölüp parçalayan bu karşı-devrimci darbenin kimler tarafından nasıl gerçekleştirildiğinin tüm detayları gerek “MKP’ de Siyasal Öznelcilik Ve Dogmatizm” ve gerekse de “Dersim Dağlarında” isimli kitaplarda okunabilir.)[1]

Devrimci hareketin neden bu kadar çok örgütten oluştuğu ve neden bu kadar çok bölünüp parçalandığı meselesi işte bütün bunların toplamıyla izah edilebilir ancak ki.

Tabii ki bu, sorunun sadece genel ele alınışına ilişkin olarak böyledir. Fakat bu kadarı TKKDH de ortaya çıkan ve yaşanan bölünme ve parçalanmaları izah etmeye yeterli gelmez. Çünkü özgün olan yanlar var ve bunların mutlak surette hesaba katılması gerekiyor.

’71 devrimci kopuşuyla vücut bulan TKKDH nin taşıyıcı kolonları olarak THKP/C, THKO ve TKP/ML baz alınarak bir değerlendirme yapılacak olursa, şöylesi çarpıcı ve tipik bir ortak payda ile yüz yüze gelinecektir.

Bu her üç oluşum da içerisinde yer aldıkları reformist, pasifist ve parlamentarist yapılardan, devrimci alternatif bir itirazla kopmuşlardı. Ve her üçü de karizmatik birer lider etrafında bir araya gelen çok az sayıda kadrodan oluşan bir ‘kadro hareketi’ özelliğindedir. Ancak özellikle THKP/C ve TKP/ML de, lider dışındaki diğer kadrolar, teorik ve siyasal donanımları bakımından yolun daha çok başında olan, bir bakıma ‘vasat’ denilebilecek özelliklere sahip kadrolardı. Dolayısıyla da denilebilir ki THKPC Mahir Çayan ile, TKP/ML ise İbrahim Kaypakkaya ile özdeştir. Yani bu iki tarihi şahsiyettir örgütünün beyni ve kalbi.

THKO biraz daha istisnadır bu konuda. Çünkü her ne kadar da Deniz Gezmiş ile özdeşleşmişse de ama Deniz örgütün her şeyi, özelliklede beyni, yani baş ideoloğu ve teorisyeni değildir. Örgütün beynin esasen Hüseyin İnan ve Sinan Cemgil olduğu yönündedir yaygın kanı.

Ve bu her üç örgüt de uzun soluklu bir ideolojik-siyasi mücadele seyrinde ideolojik-siyasi hatlarını oluşturup olgunlaştırarak, gerçek anlamda bir “öncü kadro hareketi” olarak vücut bulmuş değildir. Ve bu ayırt edici özellik, aslında bunların en başta gelen handikaplarından biridir de.

Her üç hareket de liderlerinin kafasında belli yönleriyle şekillenip formüle edilmiş devrimci itiraz ve alternatif siyasal hat ile kopuşmuş ve alelacele oluşturulmuş ve ama kuruluşunu dahi tamamına erdiremedikleri birer örgütsel formasyon ile sıcak mücadeleye adeta balıklama dalıvermişlerdir.

Yani her üç örgüt de hem kolektif bir irade ürünü olarak devrim teorisini, hem bunu hayata geçirecek asgari bir önder kadro gücü oluşturamadan ve hem de örgütlü yapılarına henüz gerçek savaşçı bir örgüt kabiliyeti kazandıramadan, düşmanın azgın saldırılarıyla, başta örgütün beyni ve kalbi olan lider ve önder kadrolarının ezici çoğunluğu fiziki olarak tasfiye oldu.

Bu aşama itibariyle bu her üç örgüt de adeta kaptanını yitirmiş, tayfasıyla okyanusun azgın suları arasında ‘can havliyle’ hayatta kalma ve sakin bir limana ulaşmaya kilitlenmiş bir ‘gemi’ haline düşmüşlerdi. Yani özetle, kaotik bir durum oluşmuştu.

Başsız kalan ikinci-üçüncü kademeden kadroları bir arada tutacak ikinci bir ‘güçlü lider’ profili de olmadığından, her biri kendince yorumlamaya başladı kendilerine kalan ‘mirası’. Ve böylece o üç yapıdan her biri önce ikiye, sonra üçe, beşe ayrışarak ‘çoğaldılar’.

Ayrışanların ayrışması esaslı ideolojik-siyasi tartışmalar üzerinden ortaya çıkan farklı ideolojik-siyasi çizgiler ayrışması tarzında olmadığından (özellikle de Kaypakkaya ardıllarında ki), bölünüp parçalanmaların sonu bir türlü gelmek bilmedi.

Süreç içerisinde yapı içi ideolojik, siyasi ve örgütsel sorunlar toplamında yaşanılan verimli tartışmalarla ortaya çıkan kolektif iradeyle örgütlerini yeniden inşa etmeyi bir şekilde becerenler, nispeten bir iç istikrara kavuşmuş olarak, örgütsel birliklerini sağlamayı ve sürdürmeyi başarmışlardır (buna iyi bir örnek olarak TKP/ML Hareketi, TKİH ve TKP/ML Yeniden İnşa Örgütü’nün MLKP çatısı altında kendilerini yeniden örgütlemeyi başarmaları gösterilebilir) denilebilir. Elbette ki bunlar göreceli ve koşullu hallerdir. Sınıf mücadelesi sürdükçe, bu mücadelenin koşullarındaki değişim-dönüşümlere koşut olarak, irili ufaklı yeni yeni saflaşmalar ve ayrışmalar da ille ki ortaya çıkabilecektir. Bu, sınıf mücadelesinin iç bünyedeki yansısı, yan etkileri ve sonuçlarının bir ifadesi olarak, bir bakıma ‘normal’ ve ‘kaçınılmazdır’ da.

Özetle, TKKDH’ deki bölünüp parçalanma kısır döngüsünün işte böylesi özgün bir boyut ve özelliği de söz konusudur.

2-Birlik sorunu.

Farklı muhtevalar arz ettiğinden ötürü birlik sorununu; 1) sürecin baş çelişmesi ve baş düşmanına karşı aktif siyasal mücadelenin bir unsuru olarak, birleşilebilecek tüm güçler ile birleşme siyaseti olarak, 2) sol-sosyalist devrimci güçlerin birliği ve 3) komünistlerin birliği şeklinde olmak üzere, farklı kategorilerde ele almak gerekiyor.

1 ve 2. Kategorideki birlik sorunu, daha çok, dönemsel ve taktiksel ve de çok farklı biçim ve kapsamlar arz ederken; 3. Kategorideki birlik sorunu ise esasen stratejik olup (değişen modeller arz etmekle birlikte) tek biçimlidir.

İlk iki kategoride ki birlik sorunu, dönemin verili somut sorun ve görevlerinin çözümü temelinde varlık koşulu bulabilirken; bu anlamıyla da geçici ve taktiksel güç birliktelikleri, işbirlikleri ve cephesel ittifaklar biçimlerinde kurulup, sürecin sona ermesiyle de dağılıp, tekrardan gündeme gelmesi ise, yeni koşulların ihtiyacına uyarlıyken; komünistlerin birliği ise, temel ve ilkesel/stratejik konularda aynı ideolojik ve siyasal programa sahip olmalarına rağmen dağınık duran, çok parçalı ve çok başlı olan güçlerin gerek ülkesel ve gerekse de uluslararası bazda tek bir çatı altında birleşip merkezileşmesini ifade eder.

Ve tabii ki bu her iki halde de ‘birlik sorunu’, birliğin kuruluş amacına uygun olarak hedeflenene varıncaya dek, sağlanması ve korunarak güçlendirilmesi sorunudur da aynı zamanda. Yani birliği gerekli kılan koşullar ortadan kalkmadan ve amaçlar üzerinde ilkesel ve stratejik konularda ayrışma ve saflaşmalar yaşanmadığı sürece o birliğin özenle korunması, korunmasının becerilip başarılması sorunudur da aynı zamanda. 

Bilinir ki toplumsal sorunların çözümü, çözümü talep eden güçlerin asgari müşterekler üzerinden birliği ve mücadelesi sağlanamadan pek mümkün olmuyor/olamıyor. Bu yüzden de her sürecin özgün siyasal ve toplumsal sorun veya sorunlarının çözümünü sağlamak amacıyla, sorunların çözümünü isteyen ve bu çözümden menfaat elde edecek güçlerin birliğini oluşturarak onları mücadeleye ortak etmek hem bir görev ve sorumluluktur ve hem de çözümü mümkün kılmanın olmazsa olmaz şartlarından biridir. İktidar hedefli, halk saflarında mücadele yürütme ve siyaset yapma iddiasına sahip her siyasal öznenin varlık nedenidir de bu.

1.Kategori bağlamında, örneğin Erdoğan iktidarının özellikle de son süreçte daha bir tırmandırıp keskinleştirerek gündeme oturtma hesapları yaptığı ve giderek de keskinleşeceği besbelli olan bir şeriat-laisizm sorunu söz konusudur. Toplumu ciddi şekilde tehdit eden bu yakın tehlikenin savuşturulmaya çalışılması, başta kadınlar ve aleviler olmak üzere tüm ilerici demokrat toplum kesimlerinin ortak talebi olarak şekillenmişken, böylesine güncel bir demokrasi talebi ve mücadelesinin elbette ki sahiplenilmesi gerekiyor değil mi, kendilerini en azından demokrat sayan siyasi özneler tarafından (Tabii sürecin bu özgün yanını göremeyen veya süreci böyle okuyamayanlar için diyecek bir şey yok.).

Bu yakın tehdit ve tehlikenin engellenerek bertaraf edilmesi gerekiyorsa (ki elbette hem de çok ivedilikle bunun yapılması gerekiyor; aksi takdirde her şey için çok geç kalınmış olunacağını İran ve Afganistan örneğinde görmek pek ala mümkün.), bu durumda elbette ki sınıf, etnik köken ve cins ayrımı yapmadan, şeriat karşıtı tüm toplumsal kesimlerin bu hedefte buluşmalarını ve karşı koymalarını istemek ve bunu sağlamaya çalışmak, sürecin belki de en isabetli siyasi taktiği olacaktır.

Öylesi kritik tarihi süreçler olur ki sınıf ayrımı yapma lüksünüz olamaz. Bundandır ki  ‘ortak düşmana karşı birleşebilecek tüm güçlerle birleşme’ taktiği, savaş stratejisinin en önemli ve en kritik yasalarından biri olagelmiştir. Bu çelişme somutunda işte böylesi bir durum ile karşı karşıya gelinmiştir. Bu çelişmenin laisizm lehine çözümünü bulabilmesinin bir fırsatı olarak Cumhurbaşkanlığı seçimleri gündeme geldi. Erdoğan iktidarının bu yolla engellenmesi mümkündü ve bunun başarılması halinde şeriat rejimine geçiş emellerinin önüne geçmek de böylece mümkün olabilecekti.

Bu, ciddi ve büyük bir muharebeydi elbet. Güçler dengesi muazzam derecede laisizm cephesinin aleyhine olmasına karşın; ama seçimde ortaya çıkan sonuçlar da gösteriyor ki şayet daha güçlü ve organize olmuş birliktelikler sağlanabilseydi, daha canla başla mücadele edilebilseydi, boykot ve protesto seçeneğinin uygun bir taktik olmadığı görülebilseydi ve de ittifak güçleri daha az taktiksel hatalar yapabilseydi; kuvvetle muhtemeldir ki şeriatçı tehdidi bu muharebede bertaraf etmek pek ala da mümkün olabilecekti.

Ama maalesef ki böylesi bir performans gösterilemedi ve haliyle de o ‘tarihi’ muharebe yitirildi. Ve ama henüz her şey bitmiş değil; daha farklı mücadele yöntem ve araçlarıyla anti şeriatçı bir cephe oluşturarak ve güçlü bir toplumsal barikat kurarak bu tehdidin önünü kesmek hala mümkün.

2. kategorideki sol-sosyalist devrimci güçlerin birliği sorunu da tıpkı 1. Kategoride olduğu gibi taktiksel ve dönemsel bir karakter arz eder. Fakat bu, 1. ye göre daha özel ve daha dar bir birlik olup, işçi sınıfının ve geniş emekçi halk sınıf ve tabakalarının sınıfsal, etnik, inançsal ve cinsel temelde burjuva iktidarına karşı yürütülen demokrasi ve sosyalizm hedefli devrimci mücadelesini daha aktif ve etkin kılabilmek için ihtiyacı olan bir birliktir. Örneğin halihazırda varlığını devam ettiren HBDH oluşumu gibi oluşumlar bu birliğin farklı modellerindendir.

3. kategorideki komünistlerin birliği sorunu ise daha özgün ve daha kendisine has özellikler taşır. Bu birlik öncelikle aynı ideolojik zeminde bulunmayı gerektirir. Yani komünizm ideal ve ilkelerinin amasız fakatsız benimsenip savunulmasını ve bu uğurda mücadele edilmesini şart koşar. Ve ancak bu koşul uluslararası komünist partilerin enternasyonal birliği için yeterli koşul olabilirken; her bir ülke komünist parti, grup ve kesimlerinin birliği için asla yeterli koşul olamaz. Bu birlik için ikinci zorunlu koşul, devrim teorisinin temel siyasal sorunlarında ve devrimin asgari ve azami programı üzerinde hem fikir olmaktır. Eğer bu her iki koşul da mevcut ise, bu zeminde komünist parti, grup ve kesimlerin birliğini sağlamanın koşulları var ve olgundur demektir. Taraflara düşen tarihi görev ve sorumluluk, bu birliği oluşturmaktır.

Tabii bu genel olarak böyleyken; adeta ‘sudan gerekçeler’ ve 1994 sürecinde olduğu gibi doğrudan bir kontra operasyonuyla partiyi bölüp parçalayarak tarih sahnesinde yer alan ve bugün hala kendilerini Kaypakkaya ardılı KP ler olarak tanımlayan yapılar arası birlik sorunu, tabiatı gereği, biraz daha karmaşık ve daha zorlu bir hal arz eder.

Çünkü öncelikle bu yapılar arasında, halihazırda, ‘Kaypakkaya ardılı’ ve komünizm idealine sahip olma vasfı dışında, örgütsel birliğe zemin sunacak başka hiçbir şey bulunmamaktadır. Yani yukarıda ifade edilen iki esaslı koşuldan sadece birincisi mevcuttur. Bununla örgütsel birliği oluşturmak ise mümkün olmayacaktır. Bu koşul bu yapıları ancak ki ‘kardeş parti ve gruplar’ olarak vasıflandırmaya yeterli gelir. Örgütsel birlik için bununla birlikte olması zorunlu olan devrim teorisinin temel siyasal sorunlarında ve devrimin asgari ve azami programı üzerinde her biri farklı ‘resmi görüş’ sahibi olduklarından; bu yapılar arasında en azından bu koşullarda örgütsel birliğin zemininin olmadığı zaten kendiliğinden rahatlıkla anlaşılır olmaktadır.

Ama olur da ilerleyen süreçte bu yapılar devrim teorisi ve partinin tarihi muhasebesi (ki bu mevzu oldukça kritiktir. Örneğin bugün kendisini MKP olarak tanımlayan yapı, bilinir ki yukarıda bahsedilen 1994 karşı-devrimci darbesinin mirasçısı bir yapıdır. Böylesi ilkesel bir sorunda dört kongre süreci yaşamasına rağmen özeleştiri yapmasını bir kenara bırakın, bu tarihi ve ilkesel suçu dillendirmekten bile özenle imtina etmekte, olayı basit işleyiş kusurları ürünü olduğunu ve bunda da esas sorumluluğun kendilerinde değil, öbür kanatta olduğunun savunusu yapma pişkinliği içinde olmaya devam ediyorken; tüm diğer konularda mutabık kalınsa bile, muhtemelen bu tarihi muhasebe tutumu birliğin gerçekleşmesini imkansız kılacaktır.) üzerine kendi iç bünyelerinde, kongre ve konferanslarında ve gerekse kardeş yapılar olmanın avantajıyla kendi aralarında sürdürecekleri geliştirici-dönüştürücü siyasal/teorik tartışmalarla, mümkündür ki en azından bazıları arasında bir konsensüs yakalanabilir. Ve bu aşama itibariyle bu yapılar arasında birlik sorunu artık güncel bir taleptir.

Peki bu gerçekleşebilir bir şey midir? Evet elbette, en azından teorik olarak, mümkün; ancak siyaset biliminin ve devrimci sorumlulukların gereğinin yerine getirilip getirilmemesine bağlıdır esasen de.

Aradan geçen koca yarım asra rağmen, hayatın dayatmaları karşısında oluşturulan körkütük dogmatik saplantılarla bugüne yanıt olunabileceğinin karar altına alınmış olmasını kongrelerinin ‘tarihi başarısı’ olarak propaganda edenlerin ve keza gerek kendi kongre kararlarının, ‘tarihi muhasebe’ dahil temel bir çok başlığına ve özelde de devrim teorilerine getirilen eleştiri ve değerlendirmeleri özenle es geçmeyi büyük bir marifet sayan; yani bunları ele alıp tartışma ve yanıtlayarak daha doğruya varmanın vesilesi yapma irade ve cüretine sahip olamayan ve keza siyasi yapılar arası ideolojik-siyasi tartışmaları rafa kaldırarak, ‘suya sabuna dokunmadan’ ‘dost’ kalmayı tercih eden yaklaşımların egemen olduğu realiteleri göz önünde bulundurulduğun da doğrusu, insan çokta umutlu olamıyor.

Tabi silkinip kendilerine gelmeleri halinde, bu görev ve sorumlulukları yerine getirme potansiyeline sahip oldukları da vurgulanması ve altı çizilmesi gereken bir başka gerçeklikleridir elbet.

Kendilerini Kaypakkaya ardılı olarak tanımlayan TKP-ML, MKP, TKP/ML, Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan Türkiye) ve diğer MKP gibi bu beş örgüt arasında birlik potansiyelinin bulunduğunu tespit etmek yanlış olmaz. Ancak potansiyelin olması, birlik koşullarının olgunlaşmış olarak var olduğu anlamına gelmiyor/gelmez de.

Evet, her ne kadar da tamamının resmi devrim teorileri farklı farklı olsa da ama şu bir gerçek ki özellikle ’72 devrim teorisini hala (evet, maalesef ki hala) ‘resmi görüş’ olarak ileri sürmekte ısrar eden iki örgütün ve sosyalist devrim stratejisini ‘sosyalist halk savaşı stratejisi’ olarak belirleyen MKP nin bu resmi görüşlerinin bugünün realitesinde gerçek anlamda bir karşılığının bulunmadığı, tartışma götürmeyecek kadar açık ve nettir de.

İşte bu esaslı konuların bilimsel olarak tartışılmaya başlanması halin de hem devrim ve hem de birlik mücadelesinde yol alınabileceğini söylemek mümkün olabilecektir.

Taraflara, yol alabilmelerinin pratik bir yöntemi olarak gerek Kaypakkaya ve MKP’nin ve gerekse de TKP/ML’nin (bu çalışma, TKP/ML de yaşanan son parçalama fiilinden önce yapılmıştı) devrim teorisinin eleştirisi üzerinden alternatif bir devrim teorisi çalışması olan (en azından yazarının iddiasıdır bu.) “‘Türkiye’ Ve Sosyalist Devrim Gerçekliği” başlıklı çalışma (*), bir ‘tartışma taslağı’ olarak önerilebilir mesela.

Böylece, özellikle MKP ve TKP/ML hiç olmazsa bugüne değin itinayla es geçip yok saydıkları bu eleştirel değerlendirme ve alternatif devrim teorisini tartışma imkanı sunmuş olurlar kendilerine.

Tartışmalar, doğru temelde ele alınabilirse, mutlaka ki öncelikle hem dogmatik statüko yıkılacak ve hem de yeni fikirlerin yeşererek boy vermesinin bereketli zemini oluşacaktır. Devamında ortaya çıkacak yeni tartışma taslakları üzerinden yürütülecek yapıcı tartışmalarla, en azından, aynılar aynı, ayrılar ayrı yerlerde buluşma şans ve imkanına erişmiş olacaktır ki bu da devrimci mücadele açısından hiç de az buz bir gelişme olmayacaktır.

MKP’nin devrim teorisi adına ileri sürdüğü bariz sol-subjektif aşırılıklarını törpülemesi ve ‘tarihi muhasebe’ adına ’94 karşı-devrimci darbesinde önder kadrolarıyla yer almış olması gerçekliğini açık ve net bir dille mahkum etmesi halinde ve diğer TKP/ML ve TKP-ML’nin ’72 nin devrim teorisini, somut şartların somut tahlili Leninist ilkesi buyruğuna uyarak, güncellemesi ve karşılıklı olarak 2017 deki partiyi sudan gerekçelerle parçalamalarının özeleştirisini vermeleri halinde; birlik zemininin oluşması pekala mümkün olabilecektir.

Böylesi bir platformun oluşması hem Bolşevik Parti (KKT)’yi ve hem de kendilerini Kaypakkaya ardılı görmeye devam etmekte olan ve ama mevcut yapılar içerisinde örgütlü olmayan tek tek komünist bireylerin tartışmalara dahil edilmesinin koşullarını oluşturacaktır.

Bugün bu tarz bir tartışmayla sürecin fitilini fiilen ateşleme görev ve sorumluluğu, herhalde ki en başta ve en çok da birliği adeta tek taraflı bir ısrarla gündemde tutmaya gayret gösteren MKP’ye düşüyor olsa gerek. Demiş ya Ziya Paşa: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” dir, diye.

Samimi kanaatim odur ki “’Türkiye’ Ve Sosyalist Devrim Gerçekliği” başlıklı ‘tartışma taslağı’nda, devrim teorisi kapsamında ortaya konulan görüşler ve tezler, ana hatlarıyla üzerinde konsensüse varılabilecek özelliktedir.

Taraflar buyursun, ele alıp iç bünyelerinde iradeye sunarak tartışıp, böyle olup olmadığını görsünler.   7.07.2023

---------------

(*) halilgundogan.blogspot.com


[1]    Bkz. Halil Gündoğan, MKP'nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Dogmatizm.  Halil Gündoğan, “Dersim Dağlarında”.

 

 

2823

Din Kardeşligi masali ve türban sovu

AKP meclisteki türbanlı milletvekili şovuyla halkı uyutma yolunda kendisine yakışır bir adım daha atmış oldu. Oysa din, türban ya da özgürlük diye bir dertleri yok. Onlar ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmanın ve hizmet ettikleri bu düzenin ezen- ezilen, sömüren- sömürülen çelişkisini halkın gözünden kaçırmanın derdinde. Türbanı bu korkunç düzeni saklamak için bir şal olarak kullanmaktadırlar. Tuhaf olan şu ki, türban takan kadınların çoğu da bu düzenin mağdurlarıdırlar. Ne var ki onlar bunun farkında değil. Biraz düşünseler iyice esaret altına girdiklerini göreceklerdir.

Ortadoğu yeniden biçimlen(diril)irken …[*]

“Karanlık saatler geldiğinde,

o zamanın insanı da gelir.”[1]

 

Ortadoğu yeniden biçimlen(diril)irken söylenmesi gerekeni, gecikip, lafı dolandırmadan hemen belirteyim: Büyük bir alt üst oluşun içindeyiz…

Bu kadar da değil; her şey daha da ağırlaşarak vahimleşecek; veya tarih müthiş hızlanacak; ya da sık sık Montesquieu’nun, “Ne mutlu tarihi sıkıcı olan halka” sözü anımsanacak…

Ercan Binay’dan mektup var Abdullah KALAY’a özgürlük!

“Zulümle abad olunmaz.”[2]

 

Cumhuriyet Bayramı' Ve Bagımsız Türkiye Hangi Sınıfın Ideolojisidir?

'Cumhuriyet Bayrami' Ve Bagimsiz Turkiye Hangi Sinifin Ideolojisidir?

 

'Bir Marksist toplumsal uzlasmaya degil, sinif mucadelesine dayanir' der Lenin.

Sinif mucadelesi ise tekduze bir rota izlemez.Tarihin her toplumsal akisinda farkli bicimler olarak karsimiza cikar. Komunistler iradeci-idealist degil dialektik olguculuga dayanir. Canlidir Marksistin dunyasi, basma kalip, tekduze, soyut ilkeler ve kaliplar bakisi burjuvazinin dunya gorusudur.

 

Solu Liberalleştirmek

 

Sol’u liberalleştirme; onu devrimci özünden kopararak, burjuva düzen içi bir hareket haline getirme ve burjuva sistemine karşı toplumsal devrimci alternatif olmaktan çıkarma çabaları, solun tarihi kadar eskidir. Toplumun burjuva-proleter kampa bölünmesinden bu yana da, burjuvazi, sol’u sol olmaktan çıkarmanın her türlü yolunu denemeye, şiddetin yanında, ideolojik ve siyasal olarak onu yozlaştırmaya özel bir önem verdi. 

Kürdistan ve "Demokratikleşme"

Kürdistan tarihi açısından 90'lı yılların en önemli olgusu Kürdistan ulusal kurtuluşçuluğunun kadrosu,hemen hepsi bağımsızlıkçı çizgide binlerce Kürd aydınının imha edilmiş olmasıdır.Öylesine bir soykırım ki hesabını gören de soran da yok,ortalık da "barış"çılardan ve "unutmaya ve affetmeye hazırız"cılardan geçilmiyor.Kürdistani stratejik aklın ve ulusal kurtuluşçuluğun taşıyıcısı bu kategorinin imha edilmesi,kalan yerli/yerel aydınların Türki metropollara ya da yurtdışına kaçması/kaçırtılması ve eşzamanlı olarak Kürdistan köylülüğünün sömürgecilerce Kürdistan dışına göçertilmesinin ulusal

Iki Birlesir Bir Olur Ya Da HDP

Iki Birlesir Bir Olur Ya Da HDP


Ertugrul Kurkcu ''Halkin uzerine bilgelik tesis etmek degil, halkin bilgeligini temel alan bir partiyiz'' diyor...Kongreye Apo ve Recep kutlama mesajlari yolluyor!

 Tum milliyetlerden Isci-Koyluler Revizyonizmi gormuyor ve alkisliyorsunuz!

 Sunu diyor sizlere Kurkcu; Isciler-Koyluler ,Marksizm-Leninizm gibi sizi kurtarmaya calisan akimlara kapilmayin...!

Bölünmek için Birlesin


Bölünmek için Birlesin!

Bir Maoist hayati iki ucundan kavrar her zaman; Burjuvazi ve Proleterya ucundan. Birin iki oldugunu kavramamis bir kafa Marksist bir kafa degildir.
Komunist partiler icin Demokratik-Merkeziyetcilikin tek bir anlami vardir; Demokrasi KP lerde Burjuvaziyi temsil eder; Merkeziyetcilik Proleteryayi temsil eder....

Yaranın Merhemini cellattan mı isteyecegiz!

           Yeğişe Çarents   15 Mart 1921  Yer Berlin Charlottenburg semti,

   İttihat ve Terakki Cemiyeti başkanı,İç işleri bakanı,1915 Ermeni Soykırımı'ndan birinci de rece sorumlu,1,5 milyon Ermeni'nin ölümüne sebep olan Tehcir kararnamesi'nde imzası bulunan Talat Paşa Erzincanlı Soğomon Tehleryan tarafından öldürüldü.  Ermeni soykırımı'nda ölenlerin İntikamını almak için Talat Paşa Berlin'in en işlek caddesinde gündüz vakti ensesinden vurularak Ermeni halkı adına cezalandırıldı.Kaçarken polisler tarafından yakalandı.Direniş göstermedi.

Şiirin Şairleri, Şairlerin Şiiri -

“Biz bu kitapları ne zaman okuduk ve niçin her satırını çizip notlar düştük kıyılarına”[1]

“Herkes gider, şiir kalır,” der İbrahim Tenekeci.Doğrudur; öyledir…

Şiirin tarihi şaire doğru akarken; “Şiir kelime kaynar. Bir kazandır, dumanlar tüter içinden,” der Ahmet İnam…

İnsan ruhunun ve yaşamın derinliklerine nüfuz eden şiir ölmez, öldürülemez; çünkü ölümsüzdür…

Hayır; ‘Buz’[2] başlıklı yapıtı ile ‘2011 Turgut Uyar Şiir Ödülü’ne değer görülen Osman Özçakar’ın, “Şiir biraz da sözcüklerle manipülasyon yapma işidir,” tespitine katılmak mümkün değil.

Yeni Süreçte Bize Düşen Görevler/ Hasan Aksu

 

Sayfalar