Cumartesi Nisan 27, 2024

ONLAR ÇALIP ÇIRPTIKÇA BİZ YOKSULLAŞIYORUZ![*]

“İktidar yolsuzlaştırır.Mutlak iktidar mutlaka yolsuzlaştırır.”[1]

XX. yüzyılın son onyıllarında, Dünya Bankası ve diğer ulusaşırı finans kurumları, özellikle “yükselen pazarlar” olarak kutsanan neo-liberal korsan devletlerdeki rüşvet ve yolsuzlukların maliyetinin, onlara dayattıkları “yapısal uyum programları”nın getirilerini asgarîleştirdiğini gördüğünden bu yana, “yolsuzluklar” başlığını, özellikle UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) gibi “şefkat” aygıtları eliyle gündeminde tutmakta. 

Öyle ya, Çokuluslu Şirketler, el sürülmemiş ya da pek az el sürülmüş uçsuz bucaksız yeni kaynaklara (petrol, doğalgaz, su, yer altı zenginlikleri, orman, tarımsal ürünler ve de aklınıza ne gelirse), el sürülmemiş ya da pek az el sürülmüş pazarlara erişmek, neo-liberal rüzgârları arkasına alıp bir an önce köşeyi dönme hırsındaki sınır tanımaz iktidarların giriştiği “çılgın” (ve ballı!) projelerden pay kapmak için ulusal bürokrasilere, siyasetçilere, aracılara, yerel yönetimlere tonla rüşvet yedirmek zorunda kalıyor; bu da yatırım maliyetlerini fena hâlde yükseltiyor. BM’nin kurumları son zamanlarda bunun derdinde…

Neo-liberal iklimin her derde deva formülü malûm, bu gibi “sosyal projeler”i olabildiği kadar sivil toplumun sırtına yıkmak. Bu alanda da büyük ölçüde öyle yapıyorlar.

BM ve paralel kuruluşların “yolsuzluk” vaazlarında popüler temalardan biri de, “toplumsal cinsiyet-yolsuzluk ilişkileri”. Konu en azından 2000’lerin başından bu yana, DB’nin gündeminde. Dönemin gözde saptaması, kadınların yolsuzluğa daha az yatkın oldukları yolunda. Örneğin Banka’nın toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki siyasa önerilerini kapsayan Engendering Development (Dünya Bankası, 2001: 96)’da, kadınların siyasete katılımıyla yolsuzluk arasında ters orantı olduğu, bunun ise kamuda kadın mevcudiyetini güçlendirme konusunda yeni bir itki sağlayacağı belirtiliyor. Williams College, Kalkınma Ekonomisi Merkezi’nden Anand Swamy ve arkadaşları da benzer bir araştırmada aynı sonuca varıyorlar (“Gender and Corruption”, Ağustos 2000): kadın kamu görevlileri, yolsuzluğa daha az bulaşıyor!

Bu teze dayalı politikaları hayata geçiren ülkeler yok değil; örneğin Peru’nun eski devlet başkanı Fujimori 1998’de Lima’da trafiğin denetimini kadın trafik polislerinin eline bırakacağını açıklamış; Meksika’da 2003’de kara ve deniz sınırlarındaki gümrük denetimi tümüyle kadın personelin eline terk edilmiş. Uganda’da ise, yerel yönetim sisteminde muhasebeye ilişkin görevler, büyük ölçüde kadınlara tevcih edilmekteymiş.

Ancak kadınların yolsuzluğa daha az karıştığı yolundaki görüşe yönelik ihtiyat payları ve eleştiriler de gecikmeksizin dile getirilmeye başlandı. Örneğin, Rice Üniversitesi’nden Justin Esarey ile Ulusal Demokratik Enstitü’den Gina Chirillo,[2] bu saptamanın kısmî bir doğru olduğunu, ancak sorunun siyasal bağlamdan soyutlanarak ele alınmaması gerektiğini vurguluyorlar. Yazarlara göre kadınların siyasal görev ve sorumluluklar üstlenmesindeki yoğunlukla yolsuzluk arasındaki ters orantı, ancak şeffaf ve “demokratik” sistemlerde geçerlidir. Otokratik yönelimli ülkelerde ise, kadınlarla erkeklerin rüşvet ve yolsuzluk karşısındaki tavırlarında bir farklılaşma gözlemlenmemektedir. Sussex Üniversitesi Kalkınma Araştırmaları Enstitüsü’nden Anne Marie Goetz ise,[3] kadınların yolsuzluklara daha az karıştıkları vb. yollu genellemelerin kadınların “daha iffetli, daha ahlâklı” vb. olduğu yolundaki sağcı söylemlerin yeniden üretilmesinden öte bir anlam ifade etmeyeceği gibi, bunun biyolojik-temelli bir önerme olduğu, kadınlar arasındaki etnik, sınıfsal vb. farklılaşmaları gözlerden gizlediği itirazlarını dile getiriyor. 

Kadınların -doğaları gereği- yolsuzluğa daha uzak oldukları yönündeki saptamaya katılmak, Kösem Sultan’lara, Hürrem Sultan’lara, Semra Özal’ın Papatyaları’na, Tansu Çiller’lere ve son demlerde de kirli çamaşırları her gün internet sitelerine, gazete sayfalarına ve ekranlara saçılan Chanel tesettürlü 4x4’lü yeni sosyeteye yataklık etmiş bir ülkede, çok zor… Sorun elbette ki sınıfsal ve sınıfsal olarak ele alınmalı. Talan, yolsuzluk ve rüşvetin bir sermaye birikim rejimini desteklediği ülke ve evrelerde, politikada görünür ve (en azından görünüşte) hesap verebilir konumda olan erkeklerin, eşleri ve evlatları(nın kurduğu şirketler, üzerine yapılan gayrımenkuller sayesinde devasa servetler devşirebildiği, yabancımız değil!

Zaten, kadınlar yolsuzluklara daha az mı, daha çok mu bulaşıyorlar tarzı bir sorunun kendisi bir mugalata. Soru, yolsuzluklardan hangi toplumsal kesim(ler)in en fazla etkilendiği şeklinde sorulduğundaysa, işin rengi değişiyor.

Ergin Yıldızoğlu, rüşvet ve yolsuzluğun “bir ekonomik modelden diğerine geçerken oluşan belirsizlik ortamında, ‘yasal boşluklarda’ aniden çoğal”dığını[4] belirtirken, haklıdır. Bir adım daha atalım, yolsuzluk ve rüşvet, kapitalist sistemin farklı birikim rejimi evrelerini açan “ebelik” görevini üstlenmektedir adeta. Bizatihi kapitalizm, “ilkel birikim”ini talan, yağma ve korsanlıkla sağlamış değil midir? (Batı Avrupa kapitalizmi varlığını İspanyol, Portekiz, İngiliz korsan gemilerinin Amerika kıtasından taşıdığı altınlara borçlu değil midir?) Rüşvet ve yolsuzluk ise, iç talan biçimleridir. Ya da şöyle söyleyeyim; günümüzde yolsuzluk ve rüşvet, bürokrasinin, burjuvazinin talan aracılığıyla sermaye birikimi sağlayan kesimleriyle kurduğu ortaklığın adıdır. Sosyalist sistemin çöküşünün ardından Rusya’nın mafyatik kapitalizmi, birikimini çeteleşmiş bir bürokrasinin sınır tanımayan talanından sağlamadı mı? Türkiye kapitalizminin ithal ikameci rejimden neo-liberal rejime geçişi, Turgut Özal önderliğinde bir kleptokrasiyi “küreselleşen” Türkiye burjuvazisine eklemlemedi mi? Ve günümüzde, beş-on yıl öncesine dek Karayolları’ndan elektrik direği ihalesi aldıklarında bayram yapan müteahhitlik firmalarının bugün Kanal İstanbul, üçüncü havaalanı, üçüncü köprü, otoyollar gibi işleri kapmada yarışması, yolsuzluklardan, rüşvetten arî düşünülebilir mi?

[Başbakan’ın talimatıyla Sabah-atv’nin satışı için “salma” çıkartılıp iki ayda 630 milyon dolar toplanan şirketlere bakar mısınız: “İstanbul’un ‘Çılgın Projesi’ Kanal İstanbul’un en önemli ayağı olarak tanıtılan 3. havaalanının yapımını üstlenen müteahhitler Cengiz İnşaat, Limak İnşaat ve Kolin İnşaat, demiryolu projelerinde aldığı ihaleler ile tanınan Makyol İnşaat, IC İçtaş İnşaat ve Özaltın İnşaat, vb.”[5] Onlar bile isyan ettiklerine göre…[6]]

Hâl böyle olunca, Başbakan’ın “Ben yolsuzluk dendiğinde şunu anlarım; devletin kasası soyuluyor mu soyulmuyor mu? Ayakkabı kutusu içerisinde söylenen olaylar, Halk Bankası’ndan alınan ya da soyulan para değildir,”[7] demesi, laf-ı güzaftan ibarettir; çünkü ayakkabı kutusundan çıkan paralar, siyasal iktidar ve onunla iç içe geçmiş bürokrasinin, ormanları, havayı, suyu, ekosistemi, iklim dengesini talan, bunu yaparken de mevcut yasal düzenlemeleri (ihale yasası, ÇED önlemleri vb.) delik deşik eden müteahhitlerden (ya da genel adıyla burjuvaziden), bu talanın önünü açmak karşılığında aldığı paydır; ve tümü de halkın cebinden çıkmaktadır: vergi ve artı emek olarak.

Bir başka deyişle, yolsuzluk, emekçi sınıflardan sermaye sınıfına kaynak aktarımından başka bir şey değildir. Şu an ete kemiğe büründüğü haliyle ise, halk kesimlerinde, bırakın kalkınmayı, nisbî yoksulluğun daha da artmasına, sermaye ile emek arasındaki servet uçurumunun daha da açılmasına yol açmaktadır.

Kısacası, onlar çaldıkça, rüşvet yedikçe, yolsuzluk yaptıkça biz yoksullaşıyoruz: biz emekçiler; en çok da kadınlar.

Onlar çalıp çırptıkça, kadınlar, büzülen, küçülen aile bütçelerini sürdürebilmek adına, ucuzlayan sebze artıklarını alabilmek için akşam vakti pazar yerlerine koşuyor, ekmeği üç kuruş daha ucuza alabilmek için Halk Ekmekler önünde uzun kuyruklar oluşturuyor; doğalgazdan tasarruf için kaloriferi iptal edip sobaya dönüyor, soba zehirlenmesinden ailece can veriyor; onlar yolsuzluklarla semirdikçe, kadınlar küçülen iş yerlerinde işten çıkartılıyor, ya da boğaz tokluğuna ter atölyelerinde günde 14 saate, taşeronluğa mahkûm ediliyorlar…

Onlar bir yerlerimize “koydukça”, iflas eden esnaf, işten çıkartılan işçi, gününü kahvede pinekleyerek geçiren işsiz, hırsını evdeki karısından, çoluk-çocuğundan çıkartıyor; kadına yönelik şiddet, dizginlerinden boşanıyor…

Onlar SİT alanlarındaki yalılarının, villalarının sayısını katladıkça, icralık kiracıların sayısı artıyor; konutlar, dükkânlar boşaltılıyor…

Onlar rüşvet yedikçe, halkın kaynaklarını “haramîler”in cebine aktardıkça nedense hep bir “pasta” olarak tahayyül ettikleri “millî gelir”den aldıkları dilimler büyüdükçe büyüyor, işçileri, işsizleri, emekçileri, dargelirlileri, köylüleri ile büyük çoğunluğun payına düşen kırıntılar seyreliyor.

Ve büyüyen, genleşen yoksulluk, dönüp dolaşıp kadınları vuruyor. Toplumsal-cinsiyet duyarlı bütçe analizleri, örneğin, pek çok ülkede erkeklerin kamu harcamalarından kadınlara göre daha fazla yararlandığını gösteriyor. Kadınlara hasredilen programlara tahsis edilen bütçelerin, genel bütçe içindeki payı zaten “ihmal edilebilir” bir düzeyde. Onlar kamu kaynaklarını yağmaladıkça, bu pay daha da küçülüyor.[8]

Ve nihayet, kamu görevlileri rüşvetten, yolsuzluktan beslendikçe, gündelik işleri yürütmek için trafik polisinden hastane görevlisine, adliye memurundan karakoldaki polise rüşvet şebekeleri gündelik kamusal yaşamı sarmaladıkça, kadınların çocuklarını okutması, adlî işlerini çözümlemesi, sağlık hizmetlerinden yararlanması güçleşiyor - çocuğu için istenen kayıt parasını karşılayamadığı için okul temizletilen, yatak bulamayıp hastane hastane dolaştırılan kadınları düşünün lütfen…

Evet, sorun “çalıyorsa benden çalıyor; elâleme ne?” sığlığına sığdırılamayacak kadar boyutlu. Çünkü yolsuzluk ve rüşvet salt “siyasal etik” ile ilişkili değil, aynı zamanda sermaye birikim stratejileriyle ilgili görüngüler… 

Ve birileri, elimizdeki vakada “Anadolu Kaplanları” küresel kapitalizme açılabilmek için sermaye biriktirdikçe hepimiz yoksullaşıyoruz; hele ki kadınlar!

 

12 Şubat 2014 09:24:35, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Tüm Bel-Sen Kadın Dergisi, Mart 2014.

[1] Emerich Acton.

[2] Justin Esarey, Gina Chirillo “ ‘Fairer Sex’ or Purity Myth? Corruption, Gender and Institutional Context” Politics & Gender, 9 (2013), ss.361-389.

[3] Anne Marie Goetz, “Political Cleaners: How Women are the New Anti-Corruption Force. Does the Evidence Wash?” 2003.

[4] Ergin Yıldızoğlu, “Yolsuzluğun Ekonomi Politiği”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2014.

[5] “Sabah ve ATV İçin İşadamlarından İhale Karşılığı Para Toplanmış”, Zaman, 1 Şubat 2014.

[6] “Havuz”a 115 milyon dolar veren işadamı Nihat Özdemir şu tepkiyi gösteriyor: “Ben eve geldim var ya, hanımın falan kimsenin yüzüne bakmadım. Doğru böyle soyundum yatağa girdim. Sabah uyandım. Ya bak benim burama geldi ya. Dün bana işkenceydi ya.” (Zaman, 1 Şubat 2014.) [7] “Başbakan Erdoğan Yolsuzluk İddialarına Cevap Verdi”, Cafesiyaset http://www.Cafesiyaset.com/basbakan-erdogan-yolsuzluk-iddialarina-cevap-verdi_400926.html#ixzz2t2hDelCp

[8] “Gender and Corruption: Are Women Less Corrupt?”, Uluslararası Şeffaflık Örgütü, 7 Mart 2000.

95519

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Son Haberler

Sibel Özbudun

Siyasi Tutsakların Tecridi Kırma Mücadelesinin Neresindeyiz? (Yorum)

Emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadele eden devrimcilere, komünistlere karşı hemen her ülkede gözaltı ve tutuklama sistematik bir şekilde devam ediyor.

Bu sistematik durum, bu faşist devletler nezdinde tutuklananların her gün daha da derinleşen br şekilde tecrit altında bırakılması anlamına da geliyor.

Egemenler dünyanın dört bir yanındaki devrimci ve komünistlere dönük saldırılarını, katletmekle bitiremediğinde esir alma, tutsaklar üzerinden muhalif güçleri, toplumu sindirme, hapishaneleri bu sindirmenin en önemli aracı haline getirmek hedefiyle yürülüğe sokmaktadır.

Artsakh (Dağlık Karabağ) Tehciri: Stalin Düşmanlığı ve Sosyalizme Saldırı

Uluslararası alanda sömürü, baskı, saldırı ve ilhaklar son dönemlerde katbekat artmış ve katmerli boyutlara tırmanmıştır. Emperyalist devletler ve onların güdümündeki gerici devletlerin, tüm ezilen sınıflar ve toplumlar üzerindeki saldırı furyası, had safhaya ulaşmış durumda. Öyle ki, uluslararası hakim sistem bir taraftan mevcut sorunların bedelini giderek ezilen yığınlara ve mazlum uluslara daha fazla yüklerken diğer taraftan saldırılarını da daha acımasız ve daha şiddetli boyutlara tırmandırmış durumdadır.

Garod – “Hasret” (Nubar Ozanyan)

Halkların coğrafyaları suç ve cinayet örgütü gibi çalışan devletler tarafından zorla boşaltılıyor. Soykırım, işgal, tehcir zulmüyle toprakları cehenneme dönüşen halklar; belirsizliğe, bilinmezliğe, karanlığa doğru zorla sürülüyor. Boyunlarında geleceksizlik zinciriyle birlikte adına yaşamak denilen zulme mahkum ediliyor.

Gerilla, haktır ve halktır (Nubar Ozanyan)

Sınırları ateşten ordularla kuşatılmış her dört parça toprakta, yaşam ve var olma hakkı ellerinden zorla gasp edilmiş Kürt halkının, direnme ve isyan etmekten başka çıkış yolu var mıdır? Kürtlere, ezilenlere kıyamet yaşatılırken her bir karış toprağına ölüm yağdırılırken, en dezavantajlı koşullar altında gerilla, çıplak elleri ve cesur yürekleriyle özgürlükleri uğruna savaşmaya devam ediyor.

TURAN TALAY’IN ANISINA…

Onu maalesef ki çok erken denilebilecek bir yaşta, henüz 68’indeyken, 11.10.2023 tarhinde yitirdik. Bu ani ve erken ölümü tüm sevenlerini, yoldaşları ve dostlarını derinden sarstı ve acılara boğdu.

Akciğer kanserine yakalanmıştı. Hastalık, özelliklede ikinci kez nüksettikten sonra çok hızlı ve sinsi bir şekilde gelişti. Öyle ki doktorların her şeyin normal göründüğünü söylediklerinin kısa bir süre sonrasında yapılan muayende, kanserin kafaya sıçradığı ve de yayıldığı tespit edildi. Artık tıbben yapılabilecek bir şey de yokmuş. 

Emperyalist Kamplar Arasına Sıkıştırılmış Bir Halk: Filistin

Filistin-İsrail sorunu olarak bilinen ve esas olarak da Filistin topraklarında İsrail'in kurulmasının teorik ve politik temeli 1890'lı yılların sonunda atılıyor. 1. emperyalist paylaşım savaşıyla koşullar olgunlaştırılıyor. 2. emperyalist dünya savaşı sonrası ise emperyalist burjuvazi, Filistin'i parçalamayı ve orda İsaril devleti inşa etmeye karar veriyor ve bunu Filistin halkının soykırıma uğratma pahasına gerçekleştiriyorlar. Alman emperyalizmi tarafından soykırıma uğratılan yahudi halkı, bir başka ulusu (Filistinlileri) soykırıma uğratarak kendi ulusal varlığını inşa ediyor.

Hazan Ayının Şehitleri

Kasım, proletarya partisinin en değerli kadro, komutan ve savaşçılarının katledildiği aylardandır.  Hüzün ve öfkenin birlikte yaşandığı aydır. III. Konferans delegelerini, komünist önder Mehmet Demirdağ’ı ve Aliboğazı şehitlerini hep bir hazan ayında kaybettik. Zafere açılan kapıyı adım adım aralayan, özgürlüğe giden yolu damla damla döşüyen Kasım ayı şehitlerimiz tarihin yüceliğine kavuşanlardır. Onlar, yarınların mutlak yenenleri olarak yazılacaktır parti ve devrim notlarımıza.

“Durum İyidir, Gerçekler Devrimcidir”

Yaşadığı dönemin özelliklerini anlayarak, savaşın hükmüne, zorun değiştirici rolüne inanan, sınırlı yaşamını sınırsız davaya adayan önder yoldaş Mehmet Demirdağ ölümsüzdür! Özgürlüğü ve kurtuluşu herkesten ve her şeyden daha fazla isteyen bu uğurda emeğin eğittiği bilinçle savaşarak şehit düşen proletarya partisinin dördüncü genel sekreteri Mehmet Demirdağ yoldaşı üstlendiği öncü pratik ve önder duruşuyla tanırız.

Yalım Nubar’dan Ozanyan Nubar’a Süren Hikaye Bizim!

Botan’dan Yozgat’a dek uzanan toprakların bağrından çıkıp İstanbul Ermeni yetimhanelerinde okumaya gelip, orada bilge önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın devrimci görüşleriyle tanışan ve tutkuyla bağlanan yoksul Ermeni çocukların hikayeleridir, Ermeni devrim şehitlerimizin hikayeleri.

Onları doğdukları topraklardan koparıp buruk ve sancılı bir şekilde İstanbul yollarına düşüren tarihsel gerçeklerin yanında yokluk ve yoksulluktur da. Onları İstanbul yolculuğuna çıkaran çaresizlik, yalnızlık, sahipsizliktir.

Mısır'ı Mesken Tutan Türk Tekelleri

Deutsche Welle (DW)'de Aram Ekin Duran'ın, „Türk Şirketleri Mısır'a Kaçıyor“ adlı bir haberi yayınlandı. Sıradan bir haber gibi gözüküyor, ama, Türkiye ekonomisinin ve Türk devletinin niteliğini araştıranlar, sorgulayanlar için küçük bir haber olmaktan öte bir anlam taşıyor. Özellikle de kendine ML ve Maoist diyen komünist örgütler için daha fazla önem taşıması gerekiyor.

Hesaplaşma mı? Kutlama mı?

Faşist TC devleti hem ülke içinde hem de bölgesel düzeyde, resmi ve sivil militarist güçleriyle başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi ve özgürlükten yana olan herkesi yok etmek ve devlet terörüyle susturmak için çalışmaya devam ediyor. Bu süreç aynı zamanda TC’nin kuruluşunun da yüzüncü yıl dönümüdür.

TC, yüz yıl önce Osmanlı yıkıntıları üzerinde tekçi bir zihniyetle kuruldu. Ermeni soykırımında, diğer azınlık halkların yok edilip sindirilmesinde aktif rol alan ittihatçı birçok ırkçı kadro da kuruluş sürecinde rol aldı.

Sayfalar