Cumartesi Mayıs 4, 2024

Örgüt; ilkeleri, hukuku ve kolektif işleyişiyle vardır (1-2- bölüm)

Bazen aynı şeyleri, onlarca-binlerce kez tartışmak zorundayız. Bizim bunlardan ne bıkmak ne de kaçmak gibi bir lüksümüz var. Devrim bir ihtiyaç ve zorunluluk olduğu sürece, gerçekleştirilmesi için bir örgütlenme de bu örgütlenmeyi sürekli geliştirmek de bir ihtiyaç ve daha ötesi zorunluluk olmaya devam edecek. Örgüt demek, bir amaç için bir araya gelmiş insanlar demek. Ve hepimiz biliriz ki insan demek aynı zamanda sorun demektir. Üstelik çözümü de kendi içinde barındıran bu sorunlar, gelişmenin-ilerlemenin de esas dinamiklerinden birini oluşturur. Bu sorundan bıkmanın-kaçmamanın mümkün olmamasının diğer bir yanını da, her gün saflarımıza katılan özellikle genç devrimcilerin varlığı oluşturur.

Genç-yeni devrimcilerin örgüt bilinciyle, örgütün işleyişiyle eğitilmesi, bu bilinci pratiğe geçirebilmesi devrim yapacak bir örgüt olmanın da örgütün sürekli geliştirilerek devamlılığının sağlanmasının da koşullarından biridir. Ve en sonu, bu sorundan bıkmanın-kaçmanın mümkünü yok, çünkü örgütü oluşturan (yeni ya da eski) hiçbir bireyin değişimden kaçması mümkün değildir. Yani kimsenin “ben ideolojik-politik-teorik gelişimimi tamamladım, bu sorunlardan muafım” deme hakkı-lüksü yok. Böyle söyleyen kişi, en başta o tamamladığım dediği gelişimin temellerinden biri olan diyalektiğe sırtını dönmeye çalışmaktadır. Üstelik o “hakim olduğu” diyalektiği “yenilere” anlata anlata bunu yapmaktadır. Ancak bizim sırtımızı dönmeye çalışmamız zavallı bir körlükten başka bir anlama gelmez. Çünkü diyalektik öyle bir şeydir ki, siz onu ne kadar dikkate almamaya çalışırsanız çalışın, peşinizi  bırakmaz, arkamda bıraktım dediğiniz an, tam karşınıza dikilir ve en acı tokatlarından birini atıverir size. Bu tokat karşısında sizin tepkiniz ve duruşunuz gelecekteki yerinizi de belirler. Bu bir tercihtir artık: Tokatın nereden geldiğine takılıp ona göre bir tercihte de bulunabilirsiniz, “hiç acımadı ki” deyip yolunuza devam etmeye de çalışabilirsiniz, ve hatta diyalektikle kavgaya da tutuşabilirsiniz... Bunların hepsi bir tercihtir ve unutulmamalı ki, her tercih aynı zamanda bir vazgeçiştir. “Ne”den vazgeçeceğimizin kararı ve ortaya çıkarttığı sorumluluk tamamen bize aittir. Kısacası, kimsenin (ama hiç kimsenin) öğrenmekten, ideolojik eğitimden-tartışmalardan muaf olmak, kaçmak gibi bir lüksü olmadığını ifade edelim.

Dolayısıyla, “devrimci saflara birçok zaafımızla geliriz, bunlarla mücadele etmeliyiz, bu da zaman alır” gibi önermeleri doğru, fakat eksik olarak değerlendirebiliriz. Evet, devrimci saflara, burjuva toplumun tüm pislikleriyle geliriz ve bunlardan kurtulmamız gerekir ancak bu örgütün de (tüm üye, kadro ve militanlarıyla) hala bu toplum içinde bulunduğunu, dolayısıyla devrime kadar (ve devrimden sonra da farklı şekillerde de olsa) bu mücadelenin sürdüğünü/sürmesi gerektiğini yadsıyamayız. Bu girişten sonra, işe en başından başlayabiliriz.

Devrim kitlelerin eseri olacaktır ve fakat bu kitlelere önderlik edecek, onların o dağınık öfkesini doğru yere kanalize ederek onları örgütlü bir güç haline getirecek olan da örgüttür. Yani örgüt olmaksızın bir devrim olabileceğini hayal dahi etmek mümkün değildir. Bu noktada amaç-araç ilişkisini karıştırmamak önemli. Örgüt amaçlaştığı oranda, gerçek amaç olan devrim fikri-pratiği vs. ortadan kalkar, en hafif haliyle lafzı edilen ancak gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya halini alır. Diğer yandan böyle bir ele alış, örgütü fetişleştirir, ona dokunulmaz, eleştirilemez, değiştirilemez, hata yapmaz vs. vs. özellikler yüklenir. Yani örgüt, soldan bir bakış açısıyla tasfiye edilir.Oysa örgüt, hatalar yapan, bu hataları eleştirilebilen, bunları düzeltme iradesine sahip, değişime açık, hatta “zamanı gelince” kendisini de ortadan kaldırarak yeni bir aşamaya sıçratacak olan canlı bir organizmadır.Örgüt ilkeleriyle vardır!

Bir amaç için bir araya gelmiş, ortak hedef doğrultusunda organize olan, kolektif bir işleyişe sahip olan örgütün, herkesi bağlayan ilkeleri olmaksızın bir örgüt vasfı kazanamayacağı, adına örgüt dense bile ortak amacı-hedefi gerçekleştiremeyeceği bizler için artık açık olmalı.

İlkelerin, kararların ve parti hukukunun herkes için bağlayıcılığı oranında eşit şekilde uygulanması kritik önemdedir. [Mutlak bir eşitlikten bahsetmediğimiz açıktır.] Geniş halk kitlelerinden, Parti tabanına, Partinin sempatizan ve militanlarından, üyelerine ve kadrolarına (en nihayetinde Parti önderliği de denebilir) bu bağlayıcılık artmakta, kaba bir tanımla “haklar-özgürlükler azalırken, görev-sorumluluklar çoğalmaktadır”. Bunun tersinin yaşandığı bir parti, elbette bir parti olabilir ama “komünist” vasfını bir kenara bırakarak. Çünkü en başta “adalet” denilen olgu yara alır ki, bu da tüm ezilenler için adaleti yerine getirecek bir partinin direkt niteliğine dair yaradır. İlkelerin, herkes tarafından istendiği gibi yorumlanabildiği, bazen “özgün koşullar” denilerek çiğnendiği, “yeter ki işler yürüsün” denilerek göz ardı edildiği, “bir hata yapılmasının önüne geçmek” adı altında ortadan kaldırıldığı bir yapının komünistliğinin tartışmalı hale gelmesi kaçınılmaz olur? Herkes kendi bulunduğu noktadan bir değerlendirme yaparsa, tablonun tamamını görmediğini kabul etmezse, yani kısacası sübjektivizmle sakatlanmış bir bakış açısıyla, ilkeleri de “gerekirse” (bu açıktır ki “ben gerekli görürsem” diye okunmalıdır) hiçe saymaya yetkili sayarsa orada açıktan örgütün tasfiyesi söz konusu olur.

Hem de gözümüz gibi korumak adına yola çıktığımız örgütü... Bu noktada “bir kereden bir şey olmaz”, “ama ben yoldaş...”, “bu konuda sorumluluğu ben alıyorum” , “ben şuyum-buyum” vs. vs. söylemler, durumu kurtarmaz, aksine tasfiyeci duruşun derinliğine işaret eder.İlkeler yoksa, parti de yok! Bunun anlamı, ilkeler değişmez, bir kere konulmuşlarsa ölene kadar arkasındayız vs. vs.den bahsetmiyoruz elbette. İlkeler de (çoğunlukla) parti gibi canlı, tarihsel, yerine ve zamanına göre değişecek, kaldırılabilecek, insan yapımı olgulardır.

Tabu değildir kısacası. Ama bir bireyin (evet kim olursa olsun) bu ilkeleri hiçe saymaya, görmezden gelmeye, değiştirmeye, ortadan kaldırmaya gücü yetmez. Bunun için kolektifin, bütünü gören iradesi gereklidir.

*********

Bir önceki sayımızda üzerinde durduğumuz örgüt ve ilkeler konusunda aslında dönüp dolaştığımız yerlerden biri de “ben-merkezci” yaklaşımlardı. Kendini örgütün üzerinde gören, herkesten fazlasını ve iyisini bilme iddiasına sahip bu subjektif bakış açısı, bir kere “kazanıldı” mı, kişinin tüm örgütlü yaşamına, yoldaşlarına bakışına, görevlerini yapış şekline ve oradan da politik süreci yorumlama biçimine ve görevleri belirleme yöntemine dek belirleyici hale gelir.

Günlük yaşam ilişkilerimizde “dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanma” şeklinde ifade ettiğimiz bu bakış açısının biz sadece birkaç noktadaki yaklaşımlarına değinelim.

Binlerce gözün ve aklın ortak iradesidir parti

“İki tane gözün varsa senin,

binlerce gözü var partinin.

Her yoldaşın bildiği kendi kenti,

Beş kıtanın beşini de biliyor parti”

Parti, tam da Brecht’in bu şiirinde ifade ettiği gibi, tek tek “biz”lerden ve “biz”lerin aklının, gözünün, iradesinin, pratiğinin, deneyiminin vs. vs. daha üst bir nitelikte birleşmesiyle oluşmuştur. Tıpkı Lego parçalarının oluşturduğu bir şeklin, o parçaların tek tek niteliğinden üstün olması gibi Parti de, bireylerin tek tek niteliğinin üstünde bir niteliğe sahiptir.

Kendini binlerce gözü, kulağı, aklı olan bir partinin üzerinde gören, herkesten iyi bildiğini düşünen kişinin ideolojik olarak durduğu yer nettir, ama gideceği yer ise çoğunlukla örgütün yaklaşımına bağlıdır.

Bu hastalığın teşhisi kadar (ve hatta ondan daha önemlisi) hastalığın kaynağıdır. Ben-merkezci yaklaşım, (diğer birçokları gibi) esasta Partinin örgütsel ve politik olarak zayıfladığı dönemlerde bulur bu kaynağı. Ülkemizin yarı-feodal toplumsal yapısının da fazlasıyla zemin hazırladığı bu şekillenmeye, örgütü ilkeleriyle ve kolektif yapısıyla geliştirmek yerine giderek örgütün üzerinde her şeye müdahale edebilen, her şeyi tüm diğer yoldaşlardan daha fazla bilen-gören bu yoldaşlara rastlanabilir.

Örneğin bir alanda, iş yapan, gözü kara, politik olarak diğer yoldaşlara göre bir adım önde olan bir yoldaş, ilkeler ve kolektif mekanizmalar yaşama geçirilmediği durumda, o alanda “merkez” konumuna ulaşır. Tüm pratikler ve politikalar bu merkezden şekillenmeye başlar. Bu “merkez” çökünceye kadar, bir türlü o alanda 2 kişi olunmaz, olunsa da bu “merkez”in gölgesi konumunun çok da ötesine geçmez. Bir toplantıya katılmak gerekiyorsa, o katılır; bir iş yapılacaksa önce ona sorulur; var olduğu ve iş yaptığı sürece tüm diğer zaaflar ve gedikler üzerinde pek durulmaz... Bu durum çoğu yoldaşın da “iş”ine gelir; zira sorumluluk-inisiyatif almak, sorulara yanıt bulmak, kitle karşısında konuşmak vs. bu toplumsal yapı içinde öyle çok istenen, özenilen durumlar değildir.

Kolektif mekanizmaları kurmak elbette kolay değildir; ancak ben-merkezci bir konumda olan bir yoldaşın varlığı bu durumu neredeyse imkansız hale getirir. Çünkü ben-merkezcilik demek aynı zamanda yoldaşlara derin bir güvensizlik demektir. Onların her şeyi kendisi kadar bilmediği, kendisi kadar iyi yapamayacağı, kendisi kadar politik olmadığı vs. vs. tezler üzerinden şekillenen bu güvensizlik, yoldaşların gelişiminin önünde bir set halini alır. Gerçekte ise o set, yoldaşların kendilerine güvensizlikleri-inisiyatifsizlikleri-deneyimsizlikleri değil, onları geliştirmeyen yapının kendisidir.

Sürekli aynı noktada kalıp da, etrafında kimseyi örgütleyemeyen, inisiyatiflerini-kendilerine güvenlerini geliştiremeyen, kendisinin yerine bir işi yapabilecek tek bir kişi bulamayan bir yapı-kişi ne kadar önderlik edebilir. Çevremizdeki yoldaşlar hata yapabilirler, bizi tam istediğimiz gibi temsil edemeyebilirler, yanlış kararlar alabilirler. Çok muhtemeldir ki, yoldaşlarına güvenmeyenler de zamanında bu hataları yapmışlardır (hala da yapıyor olabilirler). Oysa her hata-deneyimsizlik bizler için aynı zamanda bir eğitim çalışmasıdır. Nasıl ki, ben olmadığımda yerim belki biraz daha deneyimsiz, politik olarak biraz daha az yetkin ama her halükarda dolduruluyorsa, var olduğum süreçte de doldurulabilir demektir. Ama sorun sadece basit bir  “yer doldurma” da değildir; kolektif mekanizmanın oluşturularak, yoldaşların o kolektif mekanizma içinde görev-sorumluluk vs. alarak yetkinleşmesidir.

Ben-merkezci kişilik, aynı zamanda mevcut toplumsal yapıya oldukça uyumludur. Yukarıda belli oranda bahsettiğimiz yarı-feodal yapının yarattığı kişiliklerin kendine güvensiz, sorumluluk almaktan kaçan, inisiyatifsiz hali, bu “merkez”lerin elini güçlendiren bir pozisyon da yaratır. Son yıllarda, kadın örgütlülüğümüz tarafından çalışmalarında daha çok “kadınlara özgü” bir noktada ortaya konulan bu özellikler, gerçekte kadını erkeğiyle tüm toplumsal yapımız için geçerlidir. [Erkeklerin, son tahlilde kadınlar ve kendilerinden daha güçsüz erkekler üzerinden kendilerini gerçekleştirebilmelerinin zemininin olmasını göz ardı etmek elbette mümkün değildir.] Nitekim, ben-merkezci kişiliklerin, etraflarında kendilerine koşulsuz biat eden bir kitle yaratabilmelerinin toplumsal zemini fazlasıyla mevcuttur.

Yoldaşlarına güvensiz olan bu “merkezler” elbette ki yoldaşlarının aldığı kararlara, gerçekleştirdikleri pratiklere, yerine getirdikleri temsiliyetlere vs. vs. güvensiz yaklaşırlar. Oysa ilkeler çok açıktır; kim olursa olsun bu ilkeler herkes için geçerlidir demiştik. Tüm bu çarpıklıklar olması gerektiği gibi kolektif mekanizmalara yerini bırakmalıdır ki, herkes nefes alabilsin, politikleşebilsin, görevlerini daha iyi yerine getirebilsin. (Bitti)

48817

Vurun Abalıya - Çaresizsen Güneşe Bak... Cızz....

Proletaryalarda öğren proletaryalara öğret.

Nolurrr.... nolurrr.... bir kez de kabahati....

Fakirlik güzel şey... fakirlik güzel şey..

Hele de birde seni deniz kampına götüren, yanacam diye de çakma (yoğurt) yağlarıyla, insanın midesini bulandıracak bir şekilde,  orasını burasını yakan o... fakir...  insanları bırakıpta deniz manzaralı villalarda sabah kahvaltısı yapabilecek dostlarınız varsa... gerçekten fakirlik güzel şey.... gerçekten fakirlik güzel şey...

Kılıçdaroğlu sadece Kılıçdaroğlu değildir! -2-

Burjuva-feodal politika yapmanın bazı “incelikleri”!

II. ABDÜLHAMİD MEVZUU[*]

 

“Gerçeği bilmeniz gerekiyor,

gerçeği aramanız gerekiyor.

Gerçek sizi özgür kılacak.”[1]

 

“ÖZELEŞTİRİ”NİN ELEŞTİRİSİ[*]

 

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

“Sende, ben, imkânsızlığı seviyorum, 

fakat aslâ ümitsizliği değil.”[1]

 

Anlama/ ve kavramanın dünyayı değiştirmek için mücadele edenler için eleştirel bir “olmazsa olmaz” olması yanında; “Netlik [de] insanın en büyük gücüdür.”[2] Bu bir.

Kılıçdaroğlu sadece Kılıçdaroğlu değildir! (1ci bölüm)

Açıklama: Bu yazı, Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin Genel Başkanlığına getirildiği dönemde, 2010 tarihli Partizan’ın 72. Sayısında yayımlanmıştır. Yazı eski olsa da, yazılanlar eski sayılmaz. Zira Mayıs 2023 seçimlerinde “halkın umudu” olarak önümüze konan Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP’sinin burjuva-feodal sistemde oynadığı rol, özellikle de seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Ve ortaya çıkan bu gerçeklikler, Partizan makalesinde dikkat çekilen ve tespitleri yapılan gerçekliklerle uyumludur.

Beylere ve devlete karşı olmak (Nubar Ozanyan)

Artsahk (Karabağ) sekiz aydır kuşatma ve abluka altında. Elektrik, gaz, akaryakıttan yoksun; açlığa ve dermansızlığa mahkum edilmiş bir şekilde teslim olması bekleniyor. Soykırımın günümüzde almış olduğu en utanç verici ve acımasız hali yaşatılmaktadır halka.

Ne uluslararası Adalet Divanı’nın kararı ne sekiz aydır çalınan diplomatik kapılar, Karabağ’da yaşayan Ermeni halkının yaşamsal sorunlarına çare, derdine derman oldu. Yapılan sayısız görüşme, müracaat ve iletişimden hiçbir sonuç çıkmadı.

“Bir Tek Mücadele Kaybedilir; O Da Terk Edilen Mücadeledir.” (Kadınların birliği)

Cumartesi Annelerinin eylemi, bu ülkenin en uzun soluklu mücadelesidir… Birçok kez engellendi, saldırıya uğradı, sürekli hale gelen polis saldırısı nedeniyle 1999’dan 2009’a kadar ara verildi, pandemi döneminde online olarak yapıldı ama ne olursa olsun Cumartesiler, 1995 yılından bu yana yani 28 yıldır “kaybolan” çocuklarını, eşlerini, babalarını, annelerini, arkadaşlarını, yakınlarını arayan insanların ama en çok da annelerin eylem günü oldu.

Yeni Emperyalistler Eski Emperyalistlere Karşı

Kapitalizmin; gelişmesi, genişleyerek yoğunlaşması ve üretimin her geçen gün artmasıyla ortaya çıkan tekelleşme ve uluslararası yönünün esas hale gelmesi, onu daha saldırgan bir aşama olan emperyalist bir aşamaya ulaştırdı. Bu gelişme, sınıfların netleştiği ve sınıflar arası mücadelenin keskinleştiği kapitalist ekonomik sisteminin diyalektik gelişiminin bir karakteristiğidir. Kapitalizm derinlemesine ve enlemesine geliştikçe yeni emperyalist ülkeler ortaya çıkacak ve bu da  emperyalistler arası çelişmeyi artan ölçüde derinleşecektir.

BRICS'in Johannesburg'da zirve toplantısı

Çin yeni emperyalist konumunu genişletiyor

Bugün Güney Afrika'nın Johannesburg kentinde Vladimir Putin'in yalnızca sanal olarak katıldığı yeni emperyalist BRICS ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) zirve toplantısı sona eriyor.

Altı ülke eklendi

Tartışmaların merkezinde 14 yıl önce kurulan BRICS grubunun "BRICS Plus" olarak genişletilmesi yer alıyordu.

“ECDAT” HİKÂYELERİ[*]

 

“Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir.

Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip

çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.”[1]

 

KADINLARIN BİRLİĞİ | Halk Okulu Devrimcilik Adı Altında LGBTİ+ Düşmanlığı Yapmaya Devam Ediyor!

Bir süredir Halk Okulu’nda LGBTİ+lar ve LGBTİ+ mücadelesi üzerinden genelde ilerici, devrimci harekete özelde proletarya partisine yönelik “değerlendirme”lerde bulunulmaktadır.

Bu “değerlendirmelerin” temel anlayışına ve üslubuna, devrimci kamuoyu da bizler de aşinayız.

Sayfalar